Ne olduğunu bilmediğimiz, öğrendikçe açlaştığımız, keşfettikçe tükettiğimiz, tükettikçe tükendiğimiz şu koca DÜNYA!

Maskelendikçe maskelendiğimiz, yabancılaştıkça tanıdık aradığımız, kendimizi dahi kaybetmekle burun buruna geldiğimiz ve şimdi gerçekten maskelere-mimiksizliğe mahkum edildiğimiz şu koca DÜNYA!

Ozanların, asırlar boyu; “balçık”, “şaşkın”, “deli” ... diye tanımlamaktan usanamadığı: Şu koca DÜNYA!

“Seni bildim bileli, ey balçık dünya, başıma nice belâlar geldi, nice mihnet, nice dert. Seni sırf belâdan ibaret gördüm, seni sırf mihnetten, dertten ibaret. Bana vermedin bir yudum tatlı su, sofranı yaydın yayalı. Elimi ayağımı bağladın gitti, elimin ayağımın farkına varalı.” -Mevlana Celaleddini Rumi-

Ta Mevlanalar’dan Rosalar’a dek nicesinin, hem de birbirlerinden habersizce; ayaklarımızdaki prangaları farkettirmekten yılmadığı şu koca DÜNYA!

Keşfedildikçe müdahale edilen, müdahale edildikçe yöneten-yönetilenlerin girdabında debelenen, düğmelere basılıp bombalar düşürülen, hapishanelerinde yer kalmayacağı hesaplanarak insan ayaklarına dahi çipler bağlanıp evlere hapsedilen şu koca DÜNYA!

***

Keşifler hızla yayılırken, yeryüzü-gökyüzü hızla tarumar edilirken; insanın insana yaptığı zulmün ise buna tam ters bir oranla, en ilkel çağlarda dahi başa gelenleri fersah fersah ötelediği; şu MODERN DÜNYA!

Hessen Eyaleti’nde yolu belirli kurumlara düşmüş olan herkesin tanıdığı bir sima; Veli Yıldız!

Görüntüsüyle ve şivesiyle bütünleşen doğası, bangır bangır: “Ben Aleviyim, ben Dersimliyim” diye haykıran, bildiğimiz Veli Yıldız!

Tam da yüreklerimiz memlekette meslek cüppeleriyle dahi muhatap alınmayan, zulüm gören yüzbinlerce insanın; doktorun, avukatın, eğitim görevlisinin; ve öğrencinin ve işçinin ve işsizin-açın ve ekmeksizlikten birbirine bıçak çekenin-intihar edenin; ÇIPLAK AYAKLI-EKMEK BULAMAYAN ÇOCUKLARIN görüntüleriyle atarken, tanıdığımız simalardan birinin, Veli Yıldız’ın, neredeyse bir ömür buralarda yaşayıp, ardından kendi “anavatanı”nda tutuklanması ve şu sözleri:

“Biz Hızır’ın torunlarıyız. Atalarımız da haksızlık kurbanı olup Elazığ cezaevlerinde yattı. Biz de haksızlığın kurbanı olduk. Hiçbir insana zarar vermedim, hiçbir canlıya zarar vermedim. Herkese kapımı açtım, iyilik yaptım. İnancımın yolunu sürdüm. Adaletsizliğe kurban gittim...”; tarihi unutmaması, tarihin gücünü avuçlarında tutması beni derinden etkiledi.

Merhabalaşmanın ötesinde bir samimiyetimiz yoktu onunla. Ama şimdi, o da karıştı tutsaklarımızla aramızdaki samimiyet halayına...

Karacaoğlan’ın; “Yürü bire yalan dünya Sana konan göçer bir gün İnsan bir ekine misal Seni eken biçer bir gün.” Ve Pir Sultan Abdal’ın; “Pir Sultan Abdal'ım gezerek gelir Elinde defteri yazarak gelir Sıra dolanarak bize dek gelir. Ölmez imiş bizim için ölenler” dizeleri çınladı kulaklarımda.

Louis Aragon karışıverdi onların arasına: “Bu mevsim insanlar Taş gözlü korku ayaklılar Gözbebeklerindeki rüyalar Kafeste vahşi hayvanlar Manzaranın tozu Ateş ve demir Günün büyük oyunu Eski talanlara direnir Kuruntusuz ormanda Gidiyor kurtlar kadife adımlarla her günün Vebasıdır Güneşin canavarlığında Ayıp ve zafer arasında tutku Ve inkârcılık arasında umut Adaletin terazisi Yanlışların lanetli kitabında Meşhur dünya”

Düşündüğümüz gibi yaşayabildiğimiz, yaşadığımız gibi düşünebildiğimiz; tükettikçe tükenmekten feragat edebildiğimiz, hiçleşmekten varolmaya geçebildiğimiz, “adalet terazisini” dünyanın yükü sırtına binenlerden yana dengesizleştirebildiğimiz, birbirimize gerçekten maskesiz-yüzyüze-insanca bakabildiğimiz bir dünya direnci-özlemi-umuduyla...