“İnsanlar eylemde bulunarak ve konuşarak kim olduklarını gösterir, benzersiz kişisel kimliklerini etkin bir biçimde ortaya koyarlar ve bu sayede insani dünyada boy gösterirler... Konuşmanın son derece yararlı bir iletişim ve haberleşme aracı olduğu doğrudur ama böyle görüldüğünde, matematik ve diğer bilimsel disiplinlerde ya da ekip çalışmasının belli biçimlerinde olduğu gibi, belli anlamların ifade edilmesinde daha yararlı ve kullanışlı olduğunu gösterebilecek bir işaret dilinin konuşmanın yerini alması pekâlâ mümkündür”.(Hannah Arendt, İnsanlık Durumu, Syf. 262-263, Çeviren; Bahadır Sina Şener).

İşaret dilleriyle anlaşmayı başaran insan; çıkardığı sesleri harflere dönüştürmeyi, onları yanyana getirmeyi ve dil-konuşma-yazma kombinasyonunu üretmeyi de başarır.

17. yüzyıldan itibaren sorgulanmaya başlandığı belgelenebilen, 19. yüzyılın sonlarında yakıcı hale gelen ve 20. yüzyılın başlarında ise, artık çok daha kapsamlı ele alınabilmesi mümkün olan bir soru ortaya çıkar. “Dilbiliminin diğer bilimler arasındaki yeri, etkisi-etkileyişi neresidir?”. 

Bu sorunun 19. yüzyıl sonlarında ve 20.yüzyılın başlarında yakıcı hale gelmesi tesadüf değildir. Paris Komünü deneyimi yaşanmıştır. Dünya Savaşları deneyimleri yaşanmaktadır. Yani aslında yakıcı hale gelen soru; kapitalizm ve onun gerekliliği olan “uluslaşma” döngüsünün, işgallerin-sömürünün nereye evrileceğidir. “Irk üstünlüğü”, “dil üstünlüğü” gibi kavramların; artık zihinlere adeta bir demire mühür vurulurcasına kazınması gereken bir çağdır o çağ.

Aristo’dan Platon’a-Sokrates’e, Hegel’den Marks’a; felsefeden ekonomi-politiğe bir çok birikimle beslenir dilbilimciler. Üretim ilişkilerinin gerekliliklerine göre “toplumsal bir varlık” olarak tanımlanan insanın, egemenlerin bütün tarihsel birikimleri iyi nakşetmeleri gereken “politik bir sürü”ye dönüştürmesi gereken çağdır o çağ.

Sovyetler Birliği’nden tutalım da, diğer tüm sosyalist bir sistemi inşa etme mücadelesi veren ülkelere dek; sanatla, edebiyatla ilgili alanlardaki tüm çalışmalarda dilbilimi de girer devreye. Böylelikledir ki; Nerudalar, Nazımlar, Sartreler aynı kulvarda koşabilecekleri bir yol yapılandırması içerisinde çaba sarfedebilirler. Böylelikledir ki onlar; sadece “edebiyat yapmak”la değil, dil-insan-toplum arasındaki ilişkilere de sürekli kafa yormayı başarabilirler.

Henüz 68 fırtınası çıkmadan önce; “işçi sınıfının kendi emeğine yabancılaştırılarak, üreten ama bilinçsiz bir makine haline getirilişi” aşamasını en ince hücrelerine kadar inceleyen Marks’ın oluşturduğu basamaktan, hızla başka bir basamağa fırlatılmaktadır insan. Artık sadece işçi sınıfının kendi emeğine yabancılaştırılması değil, doğadaki bir canlı olarak duygularına-düşüncelerine, bizzat kendi söylediklerine yabancılaştırılması süreci irdelenmeye başlar. Sovyetler Birliği’nden Küba’ya, Çin’den Arnavutluk’a, İtalya’dan Şili’ye, İspanya’dan Amerika’ya dek; “Enternasyonal Dayanışma” diyen tüm ülkelere ulaşılmaya çalışılınır. Savaş-devrim yılları öncesinde ve sonrasında yazılmış edebi ürünler toparlanır. Her ülkenin dilbilimcileri, edebiyatçıları; “nice bedellerle ifade ettiğimiz düşüncelerimiz, bunu ifade ederken kullandığımız araç “dil”in, sanayinin gelişimine-üretim ilişkilerinin farklılaşmasına paralel bir oyuncağa çevrilmesini engelleyelim” hedefiyle harıl harıl çalışmaya başlarlar. Şiirlerden romanlara, yapılan çevirilerdeki tehlikeli yol ayrımlarına dek; dilin nasıl bir araç olarak korunması gerektiği çözümlenmeye, bunun mücadelesi verilmeye başlanılır. Oluşturulan alternatif okullardan tutalım da üniversitelere dek; binlerce sayfalık bilimsel analizler oluşturulup gençliğe sunulur.
Ve sonrasında bütün bunlar, egemenlerin akademisyenleri tarafından yalanır-yutulur. Teknolojik ilerlemenin boyutuna paralel olarak 21. yüzyıla, bütün bu birikimlerden öğrenilenlerek ve bilinçli bir şekilde,  başka bir dil dünyasına zıplanarak geçilmiş olur. İçerisinde bulunduğumuz yüzyılda ise bütün bu bilimsel birikimler, çok daha farklı bir kulvarda cirit atar hale getirilir.

***
Unutmayalım ki, teknolojinin halkın kullanımına sunulan kısmı; istihbarat teşkilatlarının ellerindeki teknolojik imkânların fersah fersah gerisindedir. Yani ellerimizdeki cep telefonlarından bilgisayarlara dek kullanabildiğimiz erişim olanağının fersah fersah ötesindeki cihazlar, zaten keşfedilmiş ve askeri amaçlar için kullanılmaktadır.

İnsanın konuşarak ve yaparak kendini dünya üzerinde bir varlık olarak hissetme öğrenmişliğinin yarattığı farklı farklı kirlenmeler; faşizme-kapitalizme karşı savaşıldığı dönemlerde, “politik eğitim, ideolojik mücadele, pratik adım” biçiminde çok kapsamlı araçlarla temizlenmeye çalışılmıştır. Yani “teori ve pratik”in dünyaya gelişi bir tesadüf değildir.

21. yüzyıla gelindiğinde dili kullanma, konuşma, sohbet etme gibi sosyal faaliyetlerimiz adeta darbelenmiştir. “Konuşma” denen insan aktivitesi ve bunun oluşturduğu toplumsal değeryargılar; insanın bu ihtiyacını twitter, facebook gibi mekanizmalar içerisine akıtmıştır. Bu mekanizmalar içerisinde oluşturulan davranışlar, neredeyse günlük yaşamdaki davranışlardan daha gerçekmişçesine konuşulmaya başlanmıştır.

Konuşma, söz! “Söz vermek” kavramı dahi neredeyse tarihin çöplüğüne atılmıştır. İmparatorlukların hükümranlıklarını korumak için oluşturdukları, devletleşme aşamalarında ise “hukuk” çatısı altında cisimleşen yasalar: SÖZ VERME kavramının tekellerini de kurmuştur. Kimin karşısında verilen sözler mutlaka tutulmalıdır: Elbette sadece yasaların! Ve artık yasaları çıkaranların bizzat kendilerinin yasaları çiğnemesi karşısında; onları şikâyet edecek bir merci dahi kalmamıştır. Toplumdaki üst yapı böyle işlerken, alt yapıdaki çatırdamalar insanı; “yaşa-yaşat, işini gör-işin görülsün” biçiminde, birbirini vinç gibi ezebilecek, kullanarak tüketebilecek bir canlı haline getirmiştir .

Sohbetler, seminerler, konferanslar vd. sırasında gerçekleşen “konuşma” eylemi; adeta bir kavga, hem de sadece “kim haklı” seviyesine dönüşecek denli ucuzlaştırılmıştır. Sadece Türkiye’de değil, diğer ülkelerdeki “bilimadamları”nın basına verdiği demeçler, gerçekleştirdikleri açıkoturumlar dahi; “biz de sizin kadar cahiliz, hepimiz halkız. Siz bilgisizseniz biz de sizin gibiyiz”in gösterildiği bir tiyatro sahnesine dönüştürülmüştür. Bu sahnelerin izleyicileri ise, bunları izlemekten keyif alır hale getirilmiştir. Bilgi edinme, bilgiyi içselleştirme, yaşam rehberi haline getirme vb. kavramlar; sadece üretim alanlarının hizmetine sunulmak üzere olan eğitim alanlarında titizlikle gerçekleştirilmektedir.

Ve işte “Korona Zamanları”; ön hazırlıklarının hepsi tamamlanmış olan bir virajın, hem de çok “haklı”, “insan sağlığı” gibi bir gerekçeyle jet hızıyla dönülmesi avantajını da sağlamıştır. Bu viraj dönülürken; dünyanın bir kısmında hâlâ savaşlar sürmektedir, insanlar hâlâ açlıktan ölmektedir. Dünyanın bu kısmına ilişkin önceden anlattıklarımızın hepsi, hâlâ ve daha pervasızca yaşatılmaktadır. Diğer bir kısmı ise; zaten yakalandığı kronik tüketim hastalığı illetinden kurtulacak gibi de görünmemektedir.
***
Ferdinand de Saussere “dilin üstünleştirilmesi-ayrıcalıklılaştırılması gerekmez” derken; bunun toplumların tarihini nasıl etkileyeceğinin kaygısını da duymuştur. O öldükten sonra çıkan “genç gramatikçiler” isyanı; onun yazılarının kitaplaştırılmasını ve dünyaya yayılmasını sağlamıştır. Bu kitabın bir çok ülkede kütüphanelere girmesi dahi, kuru kuruya inceleneceği “ölü bir kitap” haline geldiğinde; 21. yüzyılın başlarında mümkün olmuştur.

Roman Jakobson, Sovyetler Birliği pratiği içerisinde Ferdinand de Saussere’in fikirleriyle tanışanlardandır. Buna paralel dünya deneyimlerini ortak bir yola akıtma hedefinde olanlardandır.

Claude Lévi-Strauss; Marksizm’in bir dogma olmadığını haykıranlardandır. Saussere ve Jakobson’un toplumlar tarihini incelemede dilbiliminin nasıl bir işlevi olması gerektiği analizleri üzerine; çok detaylı bir şekilde çalışıp, dilbilimcilere öneriler sunandır. Ve yaşı ilerledikçe edindiği dünya deneyimlerinin toplamı olarak; “İnsan, kendi gerçek dünyasını yaratandır. Yarattığı bu dünyayı da kendi elleriyle yıkacaktır” diyendir.

Manfred Bierwisch tüm bu enternasyonal çalışmalar içerisinde aktif olarak yeralmış; “Dili tutulmuş aydınlar” başlığıyla, üç bölümden oluşan, hepsi birleştirildiğinde oldukça kalın bir kitap oluşturabilecek muazzam bir araştırma-inceleme dizisi hazırlamış, çağının aydınlarına karşı çekincesiz bir mücadele etmiştir.

Ve nihayetinde içinde bulunduğumuz asırda, dünya üzerinde yaşayan tüm insanlık için olmasa da insanlığın önemli bir kısmı için, Hannah Arendt’in mümkün gördüğü şey; “bir işaret dilinin konuşmanın yerini alması pekâlâ mümkündür”, neredeyse gerçekleştirilmiş bir vaziyettedir. Ekranlarda sesli ya da yazarak gerçekleştirilen bütün konuşmalar ve bu konuşmaların algılanışı; insanın kendinden uzak-kendine yabancı olan, neredeyse düşünme yetisinin yitirtildiği bir işaret dili haline getirilmiştir.

Ve tarihler boyunca “söz”; bildiğimiz-bilmediğimiz çeşitlilikler içerisinde hükmünü yitirip durmuştur. İletişim yöntemlerinin-hızının insanlık tarihinin ilerki aşamalarında nasıl hızlı bir değişim yaratacağını henüz kestirmemiz dahi mümkün değil. Bu aşaması ise, sanırım sadece geçen birkaç on yılı süzebileceğimiz bir ayna. Bu aynaya bakmayı başarabilecek miyiz? Buna kesin bir cevap vermek de sanırım henüz mümkün değil! Ancak en azından şunları gerçekleştirebilmeyi mümkün hale getirebiliriz: Çöplüğe dönüştürülen “dil” dediğimiz kelimeler sistemini olabildiğince temiz tutmayı, “konuşma” denen insanın kendini gerçekleştirme eyleminin “iddialaşma-iddiayı kazanma-haklı çıkma” gibi bir acizliğe dönüştürülmesine karşı çıkmayı! 

Çağ; bunları başarmanın dahi azımsanmayacak bir mücadele gerektirdiği bir çağ!

*Güney Kültür-Sanat-Edebiyat Dergisi’nin Temmuz-Ağustos-Eylül tarihli 93’üncü sayısında; Claude Lévi-Strauss’un Dil ve Toplum, Ferdinand de Saussere’nin Dilbiliminin Konuları, Roman Jakobson ve Jurij Tynjanow’un Edebiyat ve Filolojinin Sorunları, Manfred Bierwisch’in Yapısalcılık, Tarih, Sorunlar ve Yöntemler başlıklı yazılarından çevirilerle birlikte bir dosya olarak yayınlanmıştır.