“Herkesin kendi ışığı vardır

ve onunla parlar.”[1]

V. İ. Lenin’in’in, “Sinema tüm sanatların içinde bizim için en önemli olanıdır”; Luis Buñuel’in, “Sinema, duygular, düşler ve içgüdü dünyalarını anlatmak için en iyi araçtır,” notunu düştüğü hâl ya da Kıvanç Sezer’in ifadesiyle, “Sinema, bir büyü”[2] ise; elbette onun büyücüleri de olmalıdır; vardır da…

Olması gereken açısından Yılmaz Güney sinemasında somutlanan büyü ve büyücüdeki, süreklilik içinde kopuş pratiğiyle “olabilmeye çalışmak”; hâlâ ve her zaman tüm zamanların en güzel ve en devrimci şarkısıdır!

Ancak! Bugünlerde de işlerin biraz değiştiğini görmezden gelemeyiz; gelmemeliyiz de!

Yönetmen Ahmet Haluk Ünal’ın, “Orta sınıfı kuşatan sinizm sinemayı da kuşatmış durumda”[3] ya da yönetmen Onur Ünlü’nün, “Sinema orta sınıfa göbeğinden bağlı bir sanat. Onun doğrularıyla hareket ediyor. Sinema orta sınıf için biçilmiş bir kaftan. Orta sınıf her şeyde çuvalladığı gibi bunda da çuvallıyor.”[4] “Büyük denilen filmler kof!”[5] değerlendirmelerini dillendirdikleri tabloda “orta sınıf” burjuva ahlâkı, değerleri ve estetiğine ilişkin Theodor Adorno, “Burjuvazi hoşgörülüdür oysa; insanları oldukları gibi sever. Çünkü onların olabileceklerinden nefret etmektedir,” derken -sanki yıllar öncesinden- bizleri uyarmıştı…

* * * * *

Hikâye kadim olsa da, kısaca şöyle toparlanabilir…

1894’de Lumiere Kardeşler tarafından hem kaydedici hem de projeksiyon gösterimi yapabilen sinematograf adını verdikleri bir alet üretilirken; evveliyatı fikir olarak İspanya’daki Altamira Mağarası resimlerine kadar uzanır.

İlk film gösterimleri Fransa’da Garden Cafe’de yine yapıldı: ‘Trenin Gara Girişi’, ‘Bahçevanın Kendini Sulayışı’ gibi film parçacıkları ilk ürünlerdi. İlk konulu filmi 1902’de Georges Melis çekti (Jules Verne’in ‘Aya Seyahat’i.)

W. Griffith’in ‘Bir Ulusun Doğuşu’ ilk önemli uzun metraj filmken; konusu, kurgusu, ölçekleriyle ilgi çekicidir. Sinema sanatının bu adımından sonra, Ekim Devrimi ile Sovyet Sineması’nın öncüleri Kuleşov, Z. Vertov, Eisenstein, Pudovkin ve Dovzenko gibi yönetmenler önemli yapıtlara imza attılar.

Önemi ve işlevi itibariyle yerkürenin en büyük gerçeklerini açığa çıkardığı gibi, en büyük yalanlarını da yine sinema söylerken; o, sınıflar mücadelesinde önemli bir sanat dalı olmanın yanı sıra çok tehlikeli manipülasyon aracı oldu.

* * * * *

Mesela artısı, eksisiyle Yeşilçam Sineması gibi…

“Yeşilçam’ı göz ardı etmek Türk(iye) sinemasını yok saymaktır”[6] uyarısını bir an dahi “es” geçmeden; Onun, elbette ağırlıklı olarak ticari, popüler ve popülist bir sinema olması yanında farklılıkları da içerdiği görülmelidir. Çünkü orada “Yeşilçam Anlayışı”nın dışında film üretenler, tartışıp çıkış yolu arayan sinema aydınları da vardır. Tıpkı sonradan satır aralarında keşfedilen ve övgüyle söz edilmeye başlanan Metin Erksan, Lütfi Akad, Halit Refiğ gibi yönetmenler ve filmleri gibi...[7]

Kaldı ki büyük önemi yanında Türk(iye) Sineması, Yeşilçam’ın da ötesindedir.

Sinemanın cumhuriyet sonrası yolculuğunda Nijat Özön, Türk sinemasını “İlk Dönem (1914-1923), Tiyatrocular Dönemi (1923-1939), Geçiş Dönemi (1939-1950), Sinemacılar Dönemi (1950-1970), Genç/ Yeni Sinema Dönemi (1970-1987)” olarak tanımlar.

Tarihlerdeki küçük oynamalar dışında genel kabul görmüş bir tanımlamadır bu. Farklı dönemlendirmeler de olmasına karşın genellikle araştırmacılar Nijat Özön’ün tanımını kabullenir.

Kaldı ki bu periodizasyon da kendi içinde bölümlenebilir. Örneğin Bülent Görücü’nün “Yeni Film” dergisinde önerdiği “1950-1960: Ticari Yeşilçam sinemasının başlangıç ve gelişim yılları”, “1960-1970 Yeşilçam sinemasının doruk yılları/ Yeşilçam-dışı sinema arayışları” biçiminde tanımlanabilir sinemamızın bu dönemi. ‘70’leri, ‘80’leri ve ‘90 sonrası dönemi yeniden yorumlamak/ tanımlamak gerekmektedir.[8]

Ancak popüler filmleri es geçmeyip, “Çok tutan filmlerin arkasında yatan sebepleri önemsemeliyiz” notunu düşen Atillâ Dorsay’ın, şu notlarını da dikkate alarak:

“Türkiye sinemasında ilk yıllar araştırma yıllarıdır. 30’larda ilginç filmler görülür ama bunların hepsi Muhsin Ertuğrul’un filmleridir. 40’larda tiyatrodan gelen yönetmenlerin yaptığı filmler var ki ağır bir tiyatro estetiği altında boğulmuşlar. Bana göre gerçek sinema 50’lerden itibaren başlar. 50’lerden sonra hem üretim artar hem filmlerde çeşitlilik başlar.

60 darbesinin getirdiği göreceli özgürlük dalgasıyla birlikte her türlü sol fikir dillendirilmeye başlanır. Bir sürü usta yönetmen art arda gelir. 70’ler parlak başlar ama sonra bunalım dönemi ve ünlü seks filmleri kuşağına hapsolur.

80’lerde artık Yeşilçam bitmiştir. 12 Eylül sonrası her şey yasaktır. Toplumla ilgili filmler yapılamaz bu yüzden birey incelemesi içeren, kadın sorununa eğilen çok güzel filmler yapılır. 90’lar yeniden bunalım yıllarıdır. Ardından 2000’ler yine çıkışa geçer. En sevdiğim 10 yılın 60’lar ve 2000’ler olduğunu söyleyebilirim. 2000’lerde hem eski usta isimler çalışmaya devam ediyor hem yepyeni bir sinema anlayışı geliyor.”[9]

“Türkiye sineması 90’ların başında çöküyor. 95-96’dan itibaren hareketlenmeye başlayıp bütün haşmetiyle 2000’lerde karşımıza çıkıyor. 2000’leri önemsememek mümkün değil. Bir sürü yeni sinemacı geliyor. Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Reha Erdem, Yeşim Ustaoğlu gibi yaratıcı yönetmenler kuşağını inkâr etmek mümkün değil. Eskiler de bir şeyler yapıyor. Ayrıca Yavuz Turgul gibi popüler bir sinemacı ve onun takipçisi Çağan Irmak. Sonra komedyenler çağı başlıyor.”[10]

Bunların yanında Kültür ve Turizm Bakanlığı’na 2013-2019 kesitinde 10 bin 214 proje destek için başvurulduğu tabloda Bakanlık yalnızca bin 393 projeye destek verip, 8 bin 821 tanesine destek vermezken; “Yeni Sinema Yönetmeliği”yle birlikte destekler daha da geriledi.[11] Yapımcı Serkan Çakarer’in, “Yeni Sinema Yönetmeliği” uygulamalarıyla sinema endüstrisine finansman girişinin engellendiği ve bağımsız filmlerin önüne taş konduğunu ifade ettiği[12] AKP’li kesitteki baskı, çürüme ve çözülme de ayrıca ele alınmalıdır.

“İyi de bunlar böyleyken, ne yapılmalı” mı?

İlk elden büyü ile büyücülere ilişkin deneyim, yaşanmışlıklar ile gelenekler anımsanmalı…

* * * * *

Mesela “Fotoğraf gerçektir, sinema ise saniyede yirmi dört kere gerçektir”...

“Kitaplar sabah vakti yazdıklarımız, filmler de akşam vakti hayal ettiklerimizdir”...

“Resim hareketsizdir, sinema ise ilginçtir, çünkü yaşamı ve yaşamın olumlu yanını yakalar”...

“Sinema ne sanattır, ne de hayatın kendisi; ikisinin arasında bir şeydir”...

“Bir kamera al, bir deneme yap ve bunu birine göster,” uyarılarıyla ‘68’li Jean-Luc Godard…

O, her daim kapitalizme ve burjuva estetiğine kafa tutsa da, bu isyan ve reddiye 1960’lardan günümüze gelene kadar biçim değiştirip durmuştur…

Kolay mı? Onun için saniyede 24 adet karenin arka arkaya gelmesiyle oluşan bir hareket yanılsamasıdır sinema. Yani gerçeklik değil, “Saniyede 24 kere gerçeklik”tir. Teknik, mekanik, materyal bir şeydir…

Sinemanın rolü O ve Jean-Pierre Gorin’e göre, “Gerçekliğin yansımasını”, kopyalarını, taklitlerini üretmek değil, gerçeklik üzerine anlamlar üretmektir. Film yapmak da film izlemek gibi bir anlamlandırma pratiği olmalıdır.[13] Böylelikle de sinemacı gerçeklik üzerine konuşabilir, kafa yorabilir ama asla onu yansıtamaz.

Devamlılık kurgusuyla yaratılan gerçekçi sinemayı (yani kendi suretini sunup bunun adını da “gerçeğin yansıması” koyan burjuva temsil sinemasını) kökünden reddeden Jean-Luc Godard’ın filmleri de direniş hareketleri üzerine fikirlerle doludur. Her filmi, sadece ve sadece bir anlam üretme, düşünme pratiğidir.

1967’deki bir söyleşisinde, “Fabrikalarda mı yok, sinemayı oraya götürmeli, üniversitelerde mi yok, oraya götürmeli. Genelevlerde mi yok, oraya da gitmeli. Sinema artık şimdiye kadar bulunduğu yerlerden ayrılıp olmadığı yerlere gitmeli,”[14] vurgusuyla, “Sosyalizm için zemin hazırlayacak bir kültürel devrim başlatma” gerekliliğini savunan[15] O birçok kalıbı yerle yeksan etmişti.

Tıpkı kendisini, “1954’te çektiğim ilk filmim, ‘La Pointe Courte/ Paralel Yaşamlar’dan sonra, Yeni Dalga’nın ‘büyükannesi’ dendi bana. O dönem, Truffaut’lar, Godard’lar henüz film çekmemişlerdi. Filmim o kadar radikaldi ki... Sonuç olarak, bana ‘büyükanne’ dediler çünkü herkesten önce başladım. Zaten böyle dediklerinde otuz yaşımdaydım. Şimdi ne olurum, Yeni Dalga’nın dinozoru mu? Kendime ‘Sinemada bir kadın olmak zor mu?’ diye sorduğumda, özellikle radikal bir sinema yapmak zor, diye cevap veriyorum,”[16] diye tanımlayan Fransız Yeni Dalga akımının temsilcilerinden Agnès Varda gibi…

Tıpkı sadece İtalyan sinemasına değil, dünya sinemasına damgasını vuran Federico Fellini gibi…

Kolay mı? O, hayatı ve düşlerini baştan inşa ettiği, hayalle gerçek arasındaki çizgiyi belirsizleştiren görkemli yapıtlarıyla farklı jenerasyonlardan pek çok usta yönetmene ilham kaynağı oldu. Filmlerindeki gerçeküstü, öforik ve stilize sahneler, İtalyan yönetmenin taşkın ve gürültülü sinemasının imzası hâline geldi.

İtalyan Yeni Gerçekçi gelenekten yetişen Fellini’nin ilk filmleri, toplumsal temaları merkezine alan akımın izlerini taşırken; filmin umutlu hikâyesi ve şiirsel unsurları, katı ahlâkçılığı ve trajik anlatılarıyla öne çıkan İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nin sınırlarını esneterek, kendine özgü renkli üslubunun habercisi oldu.[17]

Ve 1941’de Parma’da dünyaya gelen Bernardo Bertolucci… Onun sinemadaki ilk işi ünlü yönetmen Pier Paolo Pasolini’nin ‘Accatone/ Dilenci’ filminde yönetmen asistanlığıydı. Ardından ‘Sıska Vaftiz Anası’nı yazan Bernardo Bertolucci filmlerinde yapmaya çalıştığı şeyi, “Benim için film yapmak, anne babasının yatak odasında nelerin döndüğünü anahtar deliğinden izleyen çocuğun yaşadığı gerilimi verme sanatıdır,” diye tanımlar.[18]

O babası gibi şair olmak istese de ve yazdığı ilk kitabıyla önemli ödüllere layık bulunduysa da geleceği sinemadaydı ve Pasolini’nin bir öyküsünden uyarladığı ilk filmini 1962’de çekecekti: ‘La Commare Secca’...

Bertolucci’nin adını asıl duyurduğu yapım ise iki yıl sonra tamamladığı ikinci filmi ‘Prima della Rivoluzione/ Devrimden Önce’ oldu. Söz konusu kesitte Fellini, Antonioni ve Pasolini ile birlikte İtalyan yeni dalga akımının önemli figürlerinden biri hâline gelen O, 1970’lerde radikal sol bir dünya görüşünün yoğun biçimde hissedildiği ‘Il Conformista/ Konformist’ ve hemen ardından da ‘Strategia del Ragno/ Örümceğin Stratejisi’ adlı filmlere imza attı.[19]

Bertolucci, İtalyan Yeni Gerçekçiliği’ni Fransız Yeni Dalgası’yla harmanlandığı bir dönemde yedinci sanata dahil olduğundan, bu dönüşümün etkilerini filmlerinde izleyiciye hissettirdi. Bertolucci’nin Fransız Yeni Dalgası’nın kurucu temsilcilerinden Jean-Luc Godard’a hayranlığı ise bir bilinen bir gerçek. İtalyan faşizmi odaklı temalara sahip filmlerinde yaptığı derinlemesine analizlerle bireylerin kendilerine söylemekten kaçındığı, konuşulmayan, tartışılmayan toplumsal sorunları hedef hâline getirir.

Beat Kuşağı’nı anımsatan ve uç noktalarda gezinen alengirli cinsellik tasviri de filmlerinin bir parçası olan yönetmen, bir diğer tabuyu da sisteme, geleneğe ve alışıldık yaşam biçimlerine muhalif kitleleri temsilen çizmiş olduğu karakterleriyle yıkar.

Özetle O, seyircisine sonrasında çektiği her filmde “Acaba şimdi ne yapacak?” sorusunu sorduran yenilikçi bir yönetmendi.[20]

* * * * *

Buradan yerel(imiz)e dönersek; Muhsin Ertuğrul ile başlamak gerekir…

1922’de sinemaya girip, sinemanın “Tiyatrocular Dönemi” olarak adlandırılan evresi başlatan O, 1939’a kadar başından sonuna dek damgasını vurduğu, tek isim olarak anıldığı, tiyatrocuların egemenliğinde geçen/çekilen 27 filmden 23’ünün yönetmenidir. (Dönemin diğer isimleri de -Mümtaz Osman adıyla senaryolar yazan, kendi adıyla filmler yöneten Nâzım Hikmet dışında- İstanbul Şehir Tiyatrosu kadrosundan oluşmuştur.)

Muhsin Ertuğrul, Cumhuriyetin ilk yıllarında ulusal konulara yönelse de (Ateşten Gömlek-1923, Bir Millet Uyanıyor-1932) “1922-1953 yılları arasında yönetmiş olduğu 30 filmin en azından üçte ikisi ya yabancı kaynaklardan alınmıştır ya da Batı sinemasının çeşitli etkilerini taşımaktadır.”[21]

Sinema(mız)daki farklılaşmanın öncülerinden ve “Estetik algısı çok yüksekti”[22] diye tanımlanan Metin Erksan, Yeşilçam’ın star sistemini yıkan sinemacıdır. Batılıların “auteur yönetmen” diye tarif ettikleri yönetmen tarzının Türkiye’deki ilk örneğidir.

Yapımcının ve seyircinin esiri olmadan sinema yapmayı ve film çekmeyi becermiştir. Modern Türk edebiyatından en güçlü ve verimli biçimde faydalanmayı bilmiştir. Senaryoları edebiyattan senaryoya nasıl uyarlama yapılır başlığıyla ders niteliğinde okutulacak metinlerdir. Klasik senaryo anlayışının dışında özgün metinler oluşturmuştur.

Örneğin ‘Susuz Yaz’ filmi yurtdışında “Türkiye’de de sinema yapılıyor” düşüncesini pekiştiren -ve Erksan’ın cümlesiyle,- “Yeşilçam’a haysiyet kazandıran” bir filmdir.[23]

* * * * *

Sonra da Ferit Edgü’nün, “Öyle kişiler vardır ki, onların orada olduğunu bilmek bile, size umut ve erinç verir. Telefonu çevirdiğinizde sesini duymanız, içinizi ısıtır... İşte Onat o insanlardan biridir”;[24] Demir Özlü’nün, “Onunki kadar zengin bir hayat yaşamak, insanın ancak kendi iç zenginliğiyle mümkündür”;[25] Zeynep Oral’ın, “Onat’ı yitirdiğimiz gün 11 Ocak’tı. Ama sanki dünya, dünyamız buz kesti... Ne çok, ne çok üşüdük onsuz,”[26] ifadeleriyle müsemma Onat Kutlar…

Edebiyatın pek çok alanında ürün veren, sinema sanatı ile ilişkisi eleştiriden uygulamaya (senaryo yazarlığı, belgesel yapımcılığı) uzanan O, “Bir sinema eylemcisi, düşünürü ve sanatçısı”ydı.[27]

Vecdi Sayar’ın anılarındaki Onat Kutlar “Bir Rönesans insanıydı, bugün örnekleri pek az olan… Ve gene bugün çok ihtiyaç duyduğumuz bir başka özelliği: sorumlu aydın tavrı… ‘Pinochet ve öteki köpekler!’ diye sesleniyordu Şili’nin faşist generallerine, bir TİP gecesinde…

Unutamadığım anılar arasında, 1980 darbesine ilk toplu karşı çıkış, “Aydınlar Dilekçesi”nin hazırlanışı ve sonrasının özel bir yeri vardır… Belleğim beni yanıltmıyorsa bini aşkın imza ile Köşk’e sunulmuştu dilekçe, ama darbeci generaller imza kampanyasının planlayıcılarına -yaklaşık otuz kişiydik- dava açmayı yeğlemişlerdi… Soğuk bir kış gecesi, İstanbul- Ankara yataklı treninin kompartımanlarından birindeyiz. Sabah duruşmamız var ve biz hâlâ savunmamızı hazırlamamışız. Kalemlerimizi sivriltip, başlıyoruz yazmaya… 1 Kasım 1985 günü mahkemede art arda okuyoruz savunmalarımızı…”[28]

Evet, sadece bir sinemacı değil; militan bir cesarettir sözünü ettiğimiz… Kolay mı? “Değerli sinema eleştirmenlerinden biriydi O. Hem derin bir sinema birikimi vardı, hem de edebiyatçı, şair, filozof kimliğini de kattığı eleştiri yazıları bilgi ve lezzet yüklüydü.”[29]

Çünkü 1975’te Sinematek Derneği’nde asistanı olan Hülya Uçansu’nun, “Benzersiz bir cömertlik ve duyarlılık. Çok özel bir zekâ ve ihata yeteneği... Edebiyattan sinemaya, klasik müzikten fotoğrafa, sanatın çeşitli alanlarında derin bir bilgi birikimi ve yetenek... En zor zamanlarda dahi yaşamın sevinçlerini çoğaltmak için hiç vazgeçmediği güzel olanı paylaşma tutkusu... Aydınlık bir gelecek için inançla mücadele ve bütün bu anlattığım kişilik özelliklerinin yanı sıra inanılmaz bir alçakgönüllü tavır”[30] betimlemesindeki O şunları haykıran bir duruştu:

“Para, ün ve iktidar hırsının gözleri bürüdüğü, ortaçağ karanlığının her gün biraz daha koyulaştığı, köylerin, kasabaların, kentlerin etnik boğuşmalarla kan gölüne döndürüldüğü, gerçeğin mafya liderlerinden sorulduğu, hapishanede yazarların, bilim adamlarının çürütüldüğü, devletin ve halkın iliklerine kadar soyulduğu, soygunun soyana kâr kaldığı, goygoycuların minareye kılıf hazırladığı, eğitimin ve yönetimin şeriatçılara teslim edildiği, politikacıların çoğunun iktidar labirentlerinde kaybolduğu ya da çıkar peşine düştüğü, erdemin, dürüstlüğün, onurun unutulduğu, kültürün, kültürfizikle karıştırıldığı bu şiddet, bu soygun ve ikiyüzlülük toplumunda (...), acaba ün ve çıkar hırsı ile gözleri kararmış olanlar yeterince farkında mı? Böyle bir toplumda kültürün yeri ne?”[31]

“Bu gördüklerimiz, görmekte olduklarımız mı düş, yoksa geçmiş yıllarda yaşadıklarımız mı? Biri doğruysa öbürü nasıl doğru olabilir? Nasıl bir alacakaranlık… Geceyle gündüzün arasına sıkışmış uzun bir kör saat. Geçmişle geleceğin, doğuyla batının, ölümle yaşamın arasına sıkışmış. Alacakaranlık görünmez bir çevrintiyle yutup götürüyor her şeyi. Bu noktada onurla alçaklığın sınırı birbirine karışır.”[32]

Evet yine, yeniden kendi dizeleriyle, “Kıyımlar acılar kanlar içinde/ Savrulurken yaşadığımız günler/ Bu soruyu mutlaka soracaksın:/ Ne kaldı,... ne kaldı bizden geriye?” diyen Onat Kutlar yol gösteriyor hâlâ...

Bir de “Tutku Emekçisi,”[33] “Filmlerin İflah Olmayan Tutkunu”[34] diye anılan Atillâ Dorsay; hani “Emek (Sineması) yoksa ben de yokum” diyerek aktif gazeteciliği bıraktıktan sonra sinemaya dair ‘100 Yılın 100 Türk Filmi’ni[35] yayınlayan…

Ve işçi sınıfı ile emekçilere seslenen önemli filmlere imza atan, 77 yaşında kaybettiğimiz senarist, yönetmen Yavuz Özkan…

Onun önemli bir yönetmen olduğunu vurgulayan Atillâ Dorsay, “1970 sonrasındaki o müthiş siyasal sinema hızlanmasındaki dönemde o da politik sinemaya atıldı. Üst üste yaptığı ‘Maden’ ve ‘Demiryolu’ filmleriyle bu türün Türkiye’de yapılmış en iyi örneklerini verdi. 1980 sonrasında askeri yönetimin hışmına uğrayarak 7-8 yıl Paris’te geçirdi. Döndü ve yine iyi filmler yaptı,”[36] derken; “Bol ödüllü filmlerin yönetmeni” olarak bilinirdi;[37] 1978 ve 1979’da Türkiye işçi sınıfının mücadelesini beyaz perdeye taşıyıp, toplam 44 filme imza atan Yavuz Özkan…

* * * * *

Nihayet “Yıldız değil, sinema emekçisiyim.”[38] “Sinema politiktir. Halka filmlerle toplumsal gerçekler anlatılır. Bu filmler düşünmeye davet eder,”[39] diyen “Sinemanın Sultan”ı Türkan Şoray…

O, “Starlık tanımlamasını kabul etmiyorum. Hayatımın hiçbir döneminde starlık cüppesini üzerime giymedim. Ben sinemaya gönül vermiş, sinemaya âşık, bunun için bu işe yıllarca emek vermiş, bir emekçi olarak görüyorum kendimi,”[40] derken; “Sinema Benim Aşkım” vurgusuyla eklerdi:

“Elimizdekiyle yetinmeyecek hâle geldik de o yüzden. Hep daha ilerisi, daha fazlası isteniyor. Yıllar önce mütevazı bir yaşam önemliyken, şimdi daha pahalı arabalar, evler, elbiseler peşinde insanlar. Hızlı bir yaşam akıyor. Rekabet ve tüketim de körüklüyor bunu. İnsanlar artık mutluluğu daha az buluyor.

Her insanın egosu vardır. Önemli olan onu bastırabilmek ve yönlendirebilmek. İyi ki böyle bir duruma düşmedim. Bunu da yıllar öncesinden olgunlaşmaya başlamama bağlıyorum. Hayat şartları, çok küçük yaşlarda yaşanılan aile mutsuzluğu insanı hayata karşı hazırlıyor, gard aldırıyor. Sinemadaki mücadelem de çok genç yaşlarda başladı. Bu süreç birdenbire olmadığı için çok şeyi hazmedebildim. Bunlar hep doğal ve normaldi. Şöhret duygusuna hiçbir zaman kapılmadım. Hayatımda en önemli şey sinema ve seyirciydi benim için. Hayata bağlayan sevgiydi onlar. Hâlâ da seyircimle karşılaştığımda gözlerim dolar.”[41]

Evet Fatih Özgüven’in, “1950’lerden itibaren hangi yılda doğmuş olursanız olun, Türkan Şoray insanın hayatını kaplar”; Selim İleri’nin, “Sinemamızın Dostoyevski’si Türkân Şoray’dır”; Cemal Süreya’nın, “Sinemanın, oyunculuğun ötesinde de bir konum kazanmıştır Türkan Şoray. Halk özlemiyle oluşmuş bir mitostur”; Server Tanilli’nin, “Türkan Şoray ‘halkın bağrından’ doğdu. Mesleği ve mesleği dışında sosyal dayanışmanın hep içinde olmasının; ayrıca insanlarımızın ‘daha güzel, daha aydın bir Türkiye’ adına yaptıkları kavgada, sanatçımızı da yanı başlarında bulmalarının anlattığı bir şey var,”[42] diye tanımladıklarıydı O…

Özetle yaklaşık 200 filmde rol alan Türkan Şoray’ın dokunmadığı hayat yokken; “O sinemamızın en büyük yıldızı. Bu topraklarda yaşayıp da onun gözlerini tanımayan, o gözlerde sonsuz aşk rüyaları görmeyen var mıdır? Sinemamızın ondan daha çok sevilen, daha çok özlenen bir yıldızı oldu mu?”[43]

Bir de “Yeşilçam filmleri bugün hâlâ ilgiyle tekrar tekrar izleniyor. Bence bugünün Türk filmleriyle Yeşilçam’ı ayıran bu. Genelleme yaptığınızda hiçbir Türk filmi defalarca izlenmiyor. Nedir bu Yeşilçam’ın sırrı, büyüsü?” vurgusuyla, “Ben Yeşilçam döneminin artık bittiğini görerek kendim film teklifi kabul etmeyeceğimi ve oynamayacağımı ilan ettim,”[44] diyen tutarlığıyla Filiz Akın…

Sonra Rutkay Aziz’in, “Duruşundan ödün vermedi”[45] betimlemesiyle “Tarık Akan, yansımasıdır tohuma durmuş kan çiçeklerinin,”[46] diye tanımlanan O: “Yakışıklıydı, bebek yüzlüydü, gözleri pek çok şey ifade ederdi; hani bazen o gözlerle âşık olur, acı çeker, neşelenir hatta o gözlerle öfkelenirdi... Yani gözleriyle oynardı daha çok. Film bu ya, kötülük barınamazdı o gözlerde. Omuzlarını düşürerek, hatta boyunu gizlemeye çalışarak yürüse de o hepimizden uzundu...”[47] “Bebek yüzlü bir yakışıklıdan sinema için en güzel işleri yapma sorumluluğu almış bir kahramandır benim için.”[48]

1970’lerin ikinci yarısından başlayarak, Şerif Gören, Atıf Yılmaz, Yavuz Özkan, Zeki Ökten gibi yönetmenlerin, toplumsal sorunların ağırlıkta olduğu nitelikli filmlerinde oynadı…

Bunlar arasında ‘Maden’ (1978), ‘Pehlivan’ (1984), ‘Sürü’ (1978), ‘Adak’ (1979), ‘Yol’ (1982), ‘Çözülmeler’ (1993), ‘Yolcu’ (1993), ‘Eylül Fırtınası’ (1999), ‘Hayal Kurma Dersleri’ (1999), ‘Gülüm’ (2003) sayılabilirken; Salon filmlerinin yakışıklı ve parlak çocuğu Tarık Akan’ın romantik komedi ve melodramlardan kopup politik filmlerde oynayarak nasıl bir dönüşüm yaşadığı ve devrimci bir sinemacı olduğunun hikâyesi, 1970’lerin ortalarında Vasıf Öngören ile tanışmasıyla başlar.

Tiyatro yazarı ve yönetmeni, tiyatro kuramcısı Vasıf Öngören, Tarık Akan’ın hayatına yön veren hocası ve arkadaşıdır. Yıllarca ona oyunculuk dersi vermiş, kitaplar önermiş, Akan’ın hayatında ve kariyerinde kırılma noktaları yaratacak konuşmalar yapmıştır. Kartpostal yakışıklısı bir jönden muhalif bir sanatçı yaratmıştır Öngören. Ona kartpostal çocuğu Tarık Akan isminin 40’lı yaşlarına geldiğinde, genç kızlar büyüdüğünde biteceğini söylemiştir. Anlatsın O:

“Hayatımda ufkumu açan hocaların en önemlisidir Vasıf Öngören... O, hayatıma girmeseydi ben belki aysbergleri kırmakta zorlanabilirdim. Oyunculuğun ‘o’sunu bilmeden, fizik farkıyla sinemaya girmiştim. Halk beni bir yere getirmişti. Tramplenden atlar gibi atlamıştım sinemanın ortasına... Ama bir süre sonra eksiklerimi fark etmeye başlamıştım. İşte o aşamada teslim ettim kendimi Vasıf Hoca’ya... O, bana kitap okumanın disiplinini öğretti önce. Oradakileri tartıştı benimle...”

Akan’ın ilk dönemlerinde oynadığı filmlerden artık memnun olmadığı da bir gerçektir, oynadığı rollerden rahatsızdır. “Gerçek hayat” bu değildir. Her şey güllük gülistan değildir ki… Sorgulamaya başlar, düşünmeye, kitaplar okumaya. İşte böyle bir dönemde tanışır Öngören’le. Ustası ve dostu Öngören’in oyunculuğuna katkısını da şöyle anlatır Akan:

“Bana oyunculuğu anlattı. Mesela Beyoğlu’na çıkardık, yolda yürüyen bir kişinin hâli, tavrı, kıyafeti, mimiklerinden yöresini, sosyal sınıfını, mesleğini tahmin etmeye çalışırdık. Senaryoda bir karakteri tahlil etmeyi, Brechtyen oyunculuğu böyle öğrendim.”

Yeşilçam’a başkaldırması da bu dönemde olur Tarık Akan’ın. Filmleri para basan, neredeyse ayda bir salon filmi çeken Akan, Ertem Eğilmez’in karşısına çıkar ve “Beni bırak” der. Bırakmaz Ertem Eğilmez, tehdit eder, “Seni mahvederim, aç bırakırım seni” der ona. Dediğini de yapar, 2 yıl hiçbir filmde oynayamaz Akan. Çünkü diğer film şirketlerinden de ambargo yemiştir, aralarında anlaşmış ve Akan’a kapıları kapatmışlardır. Maden filmine kadar böyle gider.

Cüneyt Arkın ile oynadıkları ve ikisinin de beş kuruş para almadıkları Maden, o dönemde ilk sendikal haklarını elde etmiş işçilerin hak savaşını konu edinen bir filmdir. Yeşilçam’ın “cici çocuğu” olarak bilinen Tarık Akan’ın yerinde artık çok daha farklı bir Tarık Akan vardır izleyicinin karşısında.

Maden filmiyle Yılmaz Güney’in de dikkatini çeker. Tanışırlar, dost olurlar. Maden filminden sonra gelen ve Güney’in hapishaneden direktiflerle yürüttüğü bir filmdir Sürü. Filmde Akan’ın babasını Tuncel Kurtiz oynar. Güney, Akan ve Kurtiz...

Tarık Akan’ın Yılmaz Güney ile tanışması, artık toplumsal içerikli filmlerde oynamaya başlamasının da önünü açar. Sürü’den sonra Adak, Yol, Pehlivan, Ses ve daha nicesi... Onlarca politik filmde oynamış ve birçok ödül almıştır Akan. 12 Eylül darbesinde 12 yıl hapis cezası ile yargılanır, iki buçuk ay hücre hapsinde kalır, işkenceler görür... Tarık Akan’ın geçirdiği dönüşüm, hem hayata ve sanata bakışı ve durduğu yeri daha da netleştirmiş hem de oyunculuğunu üst seviyelere taşımıştır.[49]

Ve de geçenlerde yitirdiğimiz Süleyman Turan…

Gazeteci Barış Yarkadaş’ın politik kimliğine ilişkin olarak, “Yılmaz Güney’in yakın dostu, sinema sanatçısı Süleyman Turan, ATV’de hazırlayıp sunduğu Kayıp Aranıyor programında, gözaltında kaybedilen Ali-Ayhan Efeoğlu kardeşlerin öyküsüne de yer vermiş, bu yüzden programı kaldırılmıştı,”[50] notunu düştüğü O, “Çizgi benim ilk göz ağrımdır, bu yüzden yeri hep ayrı olmuştur. Çizgi roman bir yandan sinemaya benzer. Aslında kâğıt üzerinde film çekersin,” diyen bir karikatüristti de…

Onun için Anıl Yurdakul, “Gizli kahramanlar hiçbir zaman hak ettikleri yeri alamaz. Gizlilikleri mütevazi olmaktan gelir ve bu asla ellerinde olan bir şey değildir. Karşımıza baş kahramana yardımcı veya pek de bilinmeyen süper kahraman olarak çıkarlar: Sancho Panza, Robin, Gambit, Spawn, The Green Hornet... Ya da Süleyman Turan’ın oynadığı filmlerde karşımıza çıkan İsmail, Komiser Süleyman, Rıza gibi karakterlerdir. Turan çok yönlü bir sanatçıydı ama biz onu sinemacı olarak biliyoruz. Peki ya çizgi romancılığı?”[51] derken; Salih Bolat da şunları ekliyordu:

Bir filmde işler çıkmaza girmişse, çatışma bir düğümle kilitlenmişse, Süleyman Turan yardıma koşar, çözerdi onu. O bizim için bir çözüm, yazlık sinemalardaki çocukluğumuzun güven veren karakteriydi. Esas oğlan karamsarlık ve umutsuzluk içinde kıvranırken, biz de tahta sandalyelerimizde aynı duyguları yaşarken, Süleyman Turan bizi de esas oğlanla birlikte yüreklendirir, ertesi sabah yaşama sevinciyle uyanmamızı sağlardı.”[52]

Bir de Köy öğretmenliğinden oyunculuğa, figüranlıktan zirveye büyülü bir yolculuk. Yeşilçam’ın unutulmaz oyuncularından Ali Şen’in oğlu Şener Şen. Sinema tarihinin 50 yılına damgasını vuran bir oyunculuk.

Hababam Sınıfı’nın Badi Ekrem’i, Süt Kardeşler’in Kumandan Hüsamettin’i, Tosun Paşa’nın Tellioğlu Lütfü’sü, Gülen Gözler’in Vecihi’si, Kibar Feyzo’nun Maho Ağa’sı, Çiçek Abbas’ın Şakir Serengil’i, Şekerpare’nin Ziver’i, Namuslu’nun Mutemet Ali Rıza’sı, Züğürt Ağa’nın Ağası, Çıplak Vatandaş’ın İbrahim’i, Değirmen’in Kaymakam Hilmi’si, Milyarder’in Mesudiyeli Mesut’u, Selamsız Bandosu’nun Latif Şahin’i, Arabesk’in Şener’i, Zengin Mutfağı’nın Lütfü Usta’sı. Gölge Oyunu’nun Abidin’i, Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni’nin Haşmet Asilkan’ı, Amerikalı’nın Şeref’i, Eşkıya’nın Baran’ı, Gönül Yarası’nın Nazım’ı, Kabadayı’nın Ali Osman’ı, Av Mevsimi’nin Ferman’ı, avcısı…

Yani can verdiği, canlandırdığı unutulmaz karakterleriyle sinemanın önemli ve değerli usta oyuncusu Şener Şen.[53]

Kabul edilmelidir ki sinemamızın tartışmasız en önemli oyuncularından biri o. Canlandırdığı karakterlerle unutulmazlar arasına adını yazdıran, milyonların ezbere bildiği repliklere ses veren ve toplumsal bilinçaltımıza sanki yakın bir akrabamızmış gibi tanıdık gelen simasını nakşeden özel bir figürdür... Şener Şen bu ülkenin ortak değerleri arasında akla ilk gelenlerdendir.[54]

* * * * *

‘Yedinci Sanatın Şövalyesi’ Rekin Teksoy’un ardından bir şeyler söylemek lâzımdı, çok zor da olsa... Onun söyleyeceklerinin sınırı yoktu, oysa bizimkilerin kifayetsiz kaldığı, kalacağı aşikârdı...[55]

Ahmet Cemal’in, “Rekin Teksoy, Dante’yi, Boccaccio’yu ve onların ektiği Rönesans tohumlarını insanın ayağına getirmiş olan düşünürün ve sanatçının adıdır. Onun için bu nitelikleri kasten vurgulayarak kullanıyorum ve böyle birine yalnızca ‘çevirmen’ deyip geçmekten bilinçli olarak kaçınıyorum, zira böyle eserleri dilimize taşıyanların edimleri, çoğu kez sadece teknik yanıyla değerlendirilen bir çeviri yapmakla sınırlı değildir; onlar, Türkçede dilsel düzlemdeki yeni sanat eserlerinin yaratıcılarıdırlar,”[56] diye betimlediği O, sadece sinema kitaplarıyla, incelemeleriyle, araştırmalarıyla değil, sinema kültürünün yerleşmesi, tanınması için de çalıştı. Sinema üzerine yazdıkları, yönettiği ansiklopediler bugün de saygın başvuru kaynakları arasında yer alıyor. Yarın da alacakları gibi...[57]

Rekin Teksoy, kararlı ve çalışkan yolculuğunu sürdürmekten bir an bile vazgeçmeyen bir ustaydı.[58] Ve en önemlisi O bir sosyalistti, İtalyanca yazılmamış olsa da, iyi bildiği Fransızca ve İtalyancadan karşılaştırmalı olarak “Komünist Manifesto”yu çevirdi. Adının anılmasını istediği kitaplardan birisiydi.[59]

Ayrıca unutulmazlardan, “Dünyanın En Güzel Gülen Kahramanı”[60] tanımını hak edip, yaşamı boyunca 82 filmde rol alan tiyatro ve sinema oyuncusu Kemal Sunal…

O filmlerini hangi yönetmenin çektiği, hangi senaristin yazdığı üzerinden değerlendirmekte fayda var. Bazıları ona “eşşoğlueşşek” dedirtip ona sakarlık yaptırmıştı, bazıları onun âlâmeti farikası olan gülüşü ve saf bir kimliğe bürünebilen yüzünü toplumsal ve sınıfsal çatışmaların tam ortasına koymuştu, bazıları ise yaş aldıkça sertleşen ve değişen yüz hatlarını güçlü bir dramatik yapıyla birlikte değerlendirmeyi uygun görmüştü. Bazıları ise bunların hepsini birden farklı filmlerde yaptırmıştı ona…

Ama unutmamak gerekir ki, filmlerinde 1 Mayıs Marşı da duymak mümkündü; feodalizm, devlet eleştirisi görmek de…

İş cinayetleri de beyazperdeye taşınabilirdi onun filmlerinde, reklam sektörü üzerinden liberal ekonominin çarpıklıkları da…

Nihayetinde çok basit, tanıdık hikâyeler ve sakarlıklar sürüp gitse de filmlerinin bir bölümünde bürokrasinin yarattığı sorunlar, yoksulluk, zamlar, grevler görülürdü. Tabii çoğu filminde göstermekle yetinilirdi, filmlerinde bir mücadele çağrısı çok enderdi.

Filmlerini izlediğinizde kendi döneminin ekonomik şartlarını, halkın yoksulluğunu, umutsuzluğunu ya da her şeye rağmen neşesini görmek mümkündü. “Hangi Kemal Sunal?” ve “Kimle Kemal Sunal?” sorularını sormadan onu ve filmlerini değerlendirmek pek mümkün görünmüyor. Ama her durumda toplumsal bir değer ürettiği, filmlerinin birçoğu ilerici sayılmasa bile mevcut koşullar göz önüne alındığında artık ileride kaldığı bir gerçek. En az gülüşü kadar etkileyici bir gerçek hem de…[61]

Genco Erkal’ın, “Onu gören insan kucaklaşmak isterdi. Gözleri pırıl pırıl her zaman çok doğaldı. Oyunculuğun er meydanı tiyatrodur. Onu Güdük Necmi olarak tanıyanlar o tarafını bilmeyecekler. Tiyatromuzun temel direklerinden biriydi. Asıl onun oyunculuk gücünün orda görüldüğüne şahit oldum. Sadece güldürüde değil, her türde çok başarılıydı. Çok ciddi politik oyunlarda oynadık. Çok bilinçli, çok açıktı. Her zaman onun mesleğine olan tutkusunu, disiplinine hayran olmuşumdur. Hiçbir gün provaya geç kalmadı, işini hep güzel yaptı,”[62] diye tanımladığı bir unutulmazdı O

Kime sorsanız “Halit Akçatepe kimdir?” diye kesinlikle aynı yanıtı alırdınız: Hababam Sınıfı’nın Güdük Necmi’sidir! Bu sevimli ve içten tanımlama doğru ama eksik bir Akçatepe’yi anlatır.[63]

* * * * *

Toparlarsak!

“Asıl hapishane insanın kafasında yarattığı hapishanedir. Hayatı sınırlayan hapishane odur ki, ilk fırsatta yıkılmalıdır. Dünyayı daha iyi kavrayabilmek için…”

“Bizim kimseye; eğecek başımız yok! Umudumuzun bittiği yerde, inadımız başlar...”

“Gerçek bildiğin yolda tek başına kalsan da. Mücadeleye devam etmelisin…”

“Zulme dayalı tüm saltanatlar yıkılacaktır,” uyarılarıyla müsemma ve “Devrimci sinema yol gösteren değil düşünmeye sevk eden filmlerdir,” diyen Yılmaz Güney’in özeti belki de Mahmut Tali Öngören’in, “Ben onu yalnız bir sanatçı olarak görmüyorum. Sinema yoluyla ve sinemanın da ötesinde geniş kitleleri, ezilmiş insanları, sorunları olan insanları etkileyen bir sinemacı” ya da Yusuf Çetin’in, “Yılmaz’ı Yılmaz yapan emekten yana olan tavrıdır,” tanımlamalarındaki vurgudur.

O hâlde Henri Barbusse’ün, “İnsanlık ölüyor ve bu can çekişmenin tanığı da, çağdaş zaman,” tasvirindeki koordinatlarda anımsanması gereken (“büyücü”) Yılmaz Güney’in “büyüsü” ile Ingeborg Bachmann’ın umudunu çoğaltmaktır:

“Bir gün gelecek, insanların siyah ama altın gibi parlayan gözleri olacak; onlar, güzelliği görecekler, pisliklerden arınmış ve tüm yüklerden kurtulmuş olacaklar, havalara yükselecekler, suların dibine inecekler, sıkıntılarını ve ellerinin nasır bağlamış olduğunu unutacaklar. Bir gün gelecek, insanlar özgür olacaklar, bütün insanlar özgür kalacaklar, kendi özgürlük kavramları karşısında da özgür olacaklar. Bu, daha büyük bir özgürlük olacak, ölçüsüz olacak, bütün bir yaşam boyunca sürecek…”

3 Eylül 2020 14:23:03, Çeşme Köyü.

N O T L A R

[*] İnsancıl, Yıl:30, No:363, Ekim 2020; İnsancıl, Yıl:31, No:364, Kasım 2020…

[1] Eduardo Galeano.

[2] Orhun Atmış, “Kıvanç Sezer: Sinema, Bir Büyü, Bir Meydan Okumadır”, Cumhuriyet, 30 Kasım 2019, s.16.

[3] “Kimliğini Bulamamış Bir Sinema”, Yeni Yaşam, 22 Eylül 2018, s.11.

[4] Derya Aydoğan, “Onur Ünlü: Temel Sorunumuz Orta Sınıf Konformizmi”, Birgün, 25 Kasım 2018, s.15.

[5] Emrah Kolukısa, “Onur Ünlü: Büyük Denilen Filmler Kof!”, Cumhuriyet, 24 Kasım 2018, s.22.

[6] “Yeşilçam’ı Göz Ardı Etmek Türk Sinemasını Yok Saymaktır”, Evrensel, 28 Ekim 2019, s.11.

[7] Mesut Kara, “Yeşilçam ve Sinema”, Evrensel, 25 Mart 2018, s.8.

[8] Mesut Kara, “Cinematographe ve Sinemamız”, Evrensel, 4 Mart 2018, s.10.

[9] Ece Çelik, “Popüler Filmlerden Öğrenilecek Çok Şey Var”, Karşı, 6 Nisan 2014, s.17.

[10] Erkan Aktuğ, “Türk Sineması Aşk Konusunda Sınıfta Kaldı”, Radikal, 12 Nisan 2014, s.6-7.

[11] Burak Abatay, “Sinema, Bakanlığın İnsafında”, Birgün, 27 Kasım 2019, s.15.

[12] Burak Abatay, “Bağımsız Sinema İçin Tehlike Çanları Çalıyor”, Birgün, 26 Kasım 2019, s.15.

[13] James Roy MacBean, Sinema ve Devrim, çev: Ertan Yılmaz, Kabalcı Yay., 2006, s.14-15.

[14] Jean-Luc Godard, Godard Godard’ı Anlatıyor, çev: Aykut Derman, Metis Yay., 2008, s.143.

[15] Colin MacCabe, Sanatçının 70 Yaşında Bir Portresi, çev: Ertan Yılmaz, Dipnot Yay., 2010, s.228.

[16] Şilan Bingöl, “Güzel Bir Ağacın Düşüşünü Görmek İstemeyiz”, Yeni Yaşam, 9 Şubat 2020, s.11.

[17] Ekin Asar, “Düşlerin Yönetmeni Fellini 100 Yaşında”, Cumhuriyet, 27 Temmuz 2020, s.13.

[18] “… ‘Paris’te Son Tango’ya Veda Vakti”, Yeni Yaşam, 27 Kasım 2018, s.11.

[19] Emrah Kolukısa, “İki Büyük Ustaya Veda”, Cumhuriyet, 27 Kasım 2018, s.15.

[20] “… ‘Paris’te Son Tango’ya Veda Vakti”, Yeni Yaşam, 27 Kasım 2018, s.11.

[21] Mesut Kara, “Muhsin Ertuğrul ve Sinemamız”, Evrensel, 11 Mart 2018, s.7.

[22] Ercan Kesal, Kendi Işığında Yanan Adam: Tanıdığım Metin Erksan, İletişim Yay., 2. baskı, 2018.

[23] Öykü Özfırat, “Ercan Kesal: Erksan, Star Sistemini Yıkan Bir Sinemacıdır”, Birgün Pazar, Yıl:15, No:611, 25 Kasım 2018, s.11.

[24] Zeynep Oral, “Onat Kutlar’a Mektup”, Cumhuriyet, 9 Ekim 2016, s.15.

[25] Reyyan Bayar, “Hülya Uçansu: Coşkulu ve Cömert Biriydi”, Cumhuriyet Kitap, No:1392, 20 Ekim 2016, s.12.

[26] Zeynep Oral, “Kar… Onat… Terör…”, Cumhuriyet, 12 Ocak 2017, s.15.

[27] Aydın Engin, “Önce Bir İtiraf”, Cumhuriyet Kitap, No:1392, 20 Ekim 2016, s.11.

[28] Vecdi Sayar, “Onat’ı Özlüyorum…”, Birgün, 11 Ocak 2020, s.15.

[29] Ayşe Emel Mesci, “Sanırım Dönmeyeceğim...”, Cumhuriyet, 11 Ocak 2019, s.14.

[30] Ezgi Atabilen, “Işık Hep Lazım”, Cumhuriyet, 11 Ocak 2017, s.15.

[31] Onat Kutlar, aktaran: Zeynep Oral, “Canım Arkadaşım Onat Kutlar...”, Cumhuriyet, 12 Ocak 2020, s.13.

[32] Onat Kutlar, aktaran: Ahmet Cemal, “Onat Kutlar’ı Düşündürdükleri”, Cumhuriyet, 6 Şubat 2017, s.13.

[33] Zeynep Oral, “Tutku Emekçisi Atillâ Dorsay”, Cumhuriyet, 14 Mart 2014, s.19.

[34] Korkut Akın, “Eski Filmlerin İflah Olmayan Tutkunu Atillâ Dorsay”, Cumhuriyet Kitap, No:1551, 7 Kasım 2019, s.22.

[35] Atillâ Dorsay, 100 Yılın 100 Türk Filmi, Remzi Kitabevi, 2014.

[36] “İşçi Filmlerinin Yönetmeni Yavuz Özkan’a Veda Günü”, Birgün, 24 Mayıs 2019, s.15.

[37] “Yönetmen ve Senarist Yavuz Özkan Yaşamını Yitirdi”, Cumhuriyet, 24 Mayıs 2019, s.13.

[38] Türkan Şoray, “Yıldız Değil, Sinema Emekçisiyim”, Evrensel Kültür, No:180, Aralık 2006, s.33-36.

[39] Öznur Oğraş Çolak, “Türkan Şoray: Sinemada Oyun Oynamadım Yaşadım”, Cumhuriyet, 29 Mayıs 2020, s.11.

[40] Olkan Özyurt, “Türkan Şoray: Star Değilim”, Radikal, 25 Kasım 2006, s.22.

[41] Zuhal Aytolun, “Gönlüm Hep Müzikte...”, Cumhuriyet Pazar, No:1248, 21 Şubat 2010, s.7.

[42] Türkan Şoray, Sinemam ve Ben, İş Bankası Kültür Yay., 2017.

[43] Emrah Kolukısa, “Türkan Şoray: Sinemaya Kırgınım”, Cumhuriyet, 25 Mart 2017, s.16.

[44] Öznur Oğraş Çolak, “Ağır İşçi Gibi Çalıştık”, Cumhuriyet, 1 Ağustos 2020, s.13.

[45] “Tarık Akan Unutulmayacak...”, Cumhuriyet, 16 Eylül 2017, s.16.

[46] “Milyonlarca Kalpte Yaşıyor”, Cumhuriyet, 17 Eylül 2017, s.17.

[47] Ayça Han, “Yakışıklı Dosta Özlem”, Cumhuriyet, 18 Eylül 2019, s.14.

[48] “Tarık Akan’ı Yitireli 2 Yıl Oldu: Farksızdı Yanardağdan”, Cumhuriyet, 16 Eylül 2018, s.12.

[49] Olcay Bağır, “Türkiye’nin En Yakışıklı Devrimcisi: Tarık Akan”, Cumhuriyet, 16 Eylül 2019, s.2.

[50] “Süleyman Turan: Yeşilçam’dan Bir Yıldız Daha Kaydı”, Birgün, 11 Eylül 2019, s.15.

[51] Anıl Yurdakul, “Süleyman Turan ile Bir Gün”, Evrensel, 16 Eylül 2019, s.12.

[52] Salih Bolat, “Sinemanın İhtiyarlamayan Delikanlısı: Süleyman Turan”… https://www.gazeteduvar.com.tr/sinema/2019/09/22/sinemanin-ihtiyarlamayan-delikanlisi-suleyman-turan/

[53] Mesut Kara, “Şener Şen: Köy Öğretmenliğinden Oyunculuğa, Figüranlıktan Zirveye”, Evrensel Pazar, 2 Ekim 2016, s.16-17.

[54] Emrah Kolukısa, “Şener Şen: Her Dönemi Yaşadım”, Cumhuriyet Pazar, 31 Mart 2019, s.5.

[55] Murat Özer, “… ‘Son Romantik’i Uğurlarken...”, Radikal Kitap, Yıl:11, No:586, 8 Haziran 2012, s.23.

[56] Ahmet Cemal, “Rekin Teksoy”, Cumhuriyet, 8 Haziran 2012, s.17.

[57] Doğan Hızlan, “Bir Şövalyenin Ardından”, Hürriyet, 4 Haziran 2012, s.20.

[58] Çağdaş Günerbüyük, “Aldırma Denilenlere”, Evrensel, 5 Haziran 2012, s.10.

[59] Zahit Atam, “Rekin Teksoy Anısına”, Birgün, 3 Haziran 2012, s.9.

[60] “Dünyanın En Güzel Gülen Kahramanı”, Cumhuriyet, 4 Temmuz 2017, s.16.

[61] Hakan Güngör, “8 Maddede Kemal Sunal: Her Şey ‘Oğlum Sen de Gül’ ile Başladı”, Evrensel, 3 Temmuz 2018, s.12.

[62] “Halit Akçatepe’ye Veda”, Cumhuriyet, 3 Nisan 2017, s.15.

[63] Nazım Alpman, “Halit Akçatepe Türkiye’nin Kalbine Gömüldü”, Birgün, 3 Nisan 2017, s.7.