AHMET ŞIK: ‘AB ve dolayısıyla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), AKP faşizmi karşısında Türkiyeli muhalifleri yalnız bıraktı’

‘Yan yana haber kovaladığımız ya da vatandaşı olduğumuz ülkedeki meslektaşlarımın sessizliği ile Türkiye dışındaki meslektaşlarımın dayanışması arasındaki uçurumun hesabı çocuklarına bırakacağı miras olacak’

HDP’den milletvekili adayı olan gazeteci Ahmet Şık AB ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin‘faşizm karşısında Türkiyeli muhalifleri yalnız bıraktığını’ söyledi.

Avrupa Postası’nın sorularını yanıtlayan Şık, Almanya Başbakanı Merkel ve Avrupa’nın ‘Suriyeli sığınmacıları sürekli şantaj malzemesi haline getiren bir iktidar ve liderine teslim olduğu’nu belirtti.

Şık, 15 Temmuz darbe girişiminden sonraki süreçten en çok etkilenen partinin HDP olduğunu ve  bu karanlık tabloya rağmen umut ve cesareti büyütmeye çalışan partinin yine HDP olduğunu söyleyerek ‘Bunca baskı ve zulmün odağında yer alan bir partide, HDP’de olmayıp da ne yapacaktım?’ şeklinde görüş bildirdi.

Şık ayrıca cezaevinde olduğu süreçte kendisine Almanya’dan  destek veren meslektaşlarına ve gazeteci örgütlerine teşekkür ederek ‘Yan yana haber kovaladığımız ya da vatandaşı olduğumuz ülkedeki meslektaşlarımın sessizliği ile Türkiye dışındaki meslektaşlarımın dayanışması arasındaki uçurumun hesabı çocuklarına bırakacağı miras olacak’ dedi.

Seni politikada ne çekti? Gazetecilikten siyasete karar vermek kolay oldu mu? Neden HDP?

Şık: Gazetecilikle siyaset esasen birbirinden bağımsız değil. Özünde her ikisi de kamu çıkarını gözetmesi gereken alanlar ancak gazeteciliğin birincil görevi kamu adına üstlendiği denetim görevini yapmak. Ve bunu da başta siyaset/siyasetçiler olmak üzere, kamu adına hareket etmesi görev ve sorumluluğu olan tüm kurum ve kişilere karşı yapması elzem. Ancak Türkiye’de, medya ve siyaset aynı anda ve benzer oranda kirlendiği için medya kamu çıkarını korumak bir yana siyasetin ürettiği kirli ranttan pay kapmaya çalışan bir organ haline dönüştü. Bu söylediklerim elbette ki bir genelleme içeriyor. Bir elin parmakları kadar az sayıda medya organı ve gazeteci ile bir o kadar siyasetçiyi tenzih ettiğimi de belirteyim. Ukalalık sayılmasın ama milletvekili adayı olana dek mesleğimi o bir avuç gazetecinin içinde kalarak yapmaya çalıştım. Siyaseti de, “Görmeyenin gözü, duymayanın kulağı ve konuşamayanın sesi olmak” diye tanımladığım gazeteciliği yaptığım biçimde yerine getirmek iddiasıyla Halkların Demokratik Partisi’nden gelen milletvekilliği adaylığı teklifini kabul ettim. Türkiye’de politikanın içinde bulunduğu kirliliği düşünürsek çok çekici bir yanı yok. Ancak bugüne dek başkalarından, yerine getirmesini beklediğimiz talepleri gerçek kılmak için bizatihi o alanın içinde bulunmak daha doğru geldi. Daha önce başka bazı yerlerde de söylediğim gibi ülkede gazeteciliğin alanı çok daraldı. Sözümüzü görünür kılmanın ve daha geniş kitlelere ulaştırabilmenin yolu olarak politikanın içinde olmak gerektiği de ortada. Hepsinin toplamı beni milletvekili adayı yaptı demek mümkün. Ama şimdi anlattığım kadar kolay bir karar olmadığını da söylemem gerek. Çok zorlandım karar verene dek. Umarım ne ben pişman olurum ne de bana güvenen insanları pişman edecek bir hatanın içine düşmem.

Bir gazeteci neden milletvekili olmalı? Muhalif gazeteciliğinizi HDP’de de sürdürebilecek misin?

İlk sorunun neden HDP kısmını da burada yanıtlayayım ki çok bilinmedik şeyler değil. Önceki seçimlerde AKP iktadarının, özelde de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi planlarının önüne set çeken parti HDP oldu. Hapishanede 2’inci yılını doldurmaya doğru giden Selahattin Demirtaş ve diğer eski Eş Genel Başkan Figen Yüksekdağ ile 9 milletvekili daha tutuklu. Bazılarının milletvekillikleri düşürüldü. Seçilmiş belediye başkanları, belediye meclis üyeleri ve birkaç bin seçmen AKP’nin 7 Haziran seçimlerinde yaşadığı hezimetin ardından hedef alındı ve hapsedildi.  Gülen Cemaati mensuplarının da içinde yer aldığı 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ortaya çıkan kaotik ortamı “Allah’ın lütfu” olarak gören iktidar eline geçen fırsatı muhaliflerini yok etmek için kullandı ve kullanıyor. Ve bu süreçten en çok etkilenen yapı, bu karanlık tabloya rağmen umut ve cesareti büyütmeye çalışan HDP oldu. Vekil aday adayı olduğumu duyurduğum açıklamada, umudu ve dayanışmayı büyütmek gerektiğine vurgu yapmıştım. Bunca baskı ve zulmün odağında yer alan bir partide, HDP’de olmayıp da ne yapacaktım?

Gazeteciler milletvekili olmalı mı?

Gazeteciler milletvekili olmalı mı?  sorusuna milletvekili adayı olmuş bir “eski” gazeteci olarak ne yanıt vermem gerekiyor emin değilim. Bana sorarsanız herkes en iyi bildiği işi yapmalı. Meslek geçmişim boyunca gazeteciliği iyi yapmaya çalıştım. Hakikati görünür kılmak ve o hakikatin ardındaki çarpıklıkların ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak birincil hedefim oldu her zaman. Şimdi aynısını politikada yapmaya çalışacağım. Çünkü bu ülkenin geleceğine ilişkin düşlerim var. Ve Che Guevara’nın dediği gibi; peşinden gidecek cesaretin varsa, bütün hayaller gerçek olabilir.

Muhalif gazeteciliğim muhalif milletvekili olarak sürecek elbet. Yanlış yapan her türlü iktidar odağına karşı çıkmak gibi huyu olan bir gazeteci ve birey olarak, eğer benzer yanlışlar içine düşerse bu tutumumu vekil adayı olduğum HDP’de de sürdüreceğim. Zaten partideki arkadaşlara bunu öncesinde de söyledim ve kendileri de beni ben olduğum için istediklerini söylediler. Öne sürdüğüm şartı başka bir partinin kabul edeceğini de düşünmüyorum zaten.

Eğer seçilirsen çalışma alanın ne olacak?

Gazetecilik geçmişim hak odaklı habercilikti. Temel hak ve özgürlüklerin ayaklar altına alındığı, yargının iktidarın tetikçiliğini üstlenerek bir dolu hak ihlalinin müsebbibi olduğu bir yerde elbette aynı alanda çalışmaya devam edeceğim. Ve elbette genel anlamda düşünce ve ifade hürriyeti özel olarak da basın özgürlüğü mücadelesinin parçası olmaya devam edeceğim. Her türlü egemenlik ilişkisini ve dolayısıyla ezen/ezilen ilişkisini reddeden ve karşısında durmaya çalışan biri olarak ezilenlerin, haksızlığa uğrayanların sesi olmaya çalışacağım.

Yurtdışından gelecek oylar belirleyici bir nitelik taşıyor. Yurtdışında yaşayan seçmenlere mesajın nedir?

Yurtdışındaki seçmenlere de Türkiye’dekilere iletmeye çalıştığım mesajı yineliyorum: 24 Haziran’da oylanacak olan çocuklarımızın geleceği. Çocuklarımıza nasıl bir ülke bırakacağmızla ilgili bir seçim. Demagoji yapmıyorum. Gerçekten çok fazla seçenek yok. Aydınlık ya da karanlık, demokrasi ya da demokrasiyi boğmaya çalışanlar, çoğulculuk ya da tekçilik, istibdat ya da hürriyet arasında bir seçim bu. Dolayısıyla ülkenin içindekiler de dışındakiler de aklını ve vicdanını harmanlayarak parlamento seçiminde doğru seçeneğe, HDP’nin amblemi olan meşe ağacına mührü vuracaktır. İkinci tura kalacak olan Cumhurbaşkanlığı seçiminde de seçmenler hangi partiye aidiyetleri olursa olsun yine aynı şekilde aklını ve vicdanını dinleyerek bu faşizm döneminin simgeleştiği adaya oy vermeyecekler.

Cezaevindeyken Alman gazeteci örgütleri seni yalnız bırakmadı. Onlara ne gibi mesajın var?

Türkiye basını ve mensupları, tarihinin en karanlık dönemini yaşadığı bir dönemden geçiyor. Ama bilindik ezberini derinleştirerek sürdürdü ve halen de öyle. Yani sessiz. Yaşanan onca hukuksuzluğu görmezden geliyor, meslektaşlarına yönelik saldırıları duymazdan geliyor. Haliyle ağızları da kapalı. Ve tam da böyle bir dönemde uluslararası gazetecilik meslek örgütleri ve meslektaşlarımız kısılmak  istenen sesimizin daha da duyulmasını sağladılar. Kendilerine çok teşekkür ediyorum. Yan yana haber kovaladığımız ya da vatandaşı olduğumuz ülkedeki meslektaşlarımın sessizliği ile Türkiye dışındaki meslektaşlarımın dayanışması arasındaki uçurumun hesabı çocuklarına bırakacağı miras olacak. “Dünyanın neresinde olursa olsun, haksız yere birisinin suratına atılan tokadı kendi suratında hissetmeyen kişinin insanlığından şüphe ederim” şiarıyla gasp edilen özgürlüğümüzü elde etmek için yanımızda duran, mücadelemize güç katan Almanya ve başka ülkelerdeki tüm meslektaşlarıma da tekrar teşekkür ederim.

Almanya Başbakanı Merkel Türkiye’deki seçimlerde Ankara’ya gelerek bizzat Erdoğan’a destek verdi. Muhalefet partilerinin  hiçbirisiyle görüşmedi. Bu anlamda Almanya-Erdoğan ilişkisini nasıl değerlendiriyorsun?

Merkel de tıpkı Erdoğan gibi pragmatik ve gündelik kazançlardan uzun vadeli karlar elde etmeye çalışıyor. Erdoğan’a verdiği desteğin Almanya’daki seçimlere etkisi olacak Suriyeli sığınmacılar konusunda kendisine faydası olacağını hesaplıyordu. Beklentilerini ne kadar karşıladı bilmiyorum ama Türkiye demokrasisini zora soktuğu kesin. Aslında Merkel-Erdoğan diye özetlediğin ilişkiyi daha geniş perspektiften ele alıp Avrupa Birliği-Türkiye diye değerlendirmek gerekiyor. Şurası kesin ki AB ve dolayısıyla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), AKP faşizmi karşısında Türkiyeli muhalifleri yalnız bıraktı. AB, Suriyeli sığınmacıları sürekli şantaj malzemesi haline getiren  bir iktidar ve liderine teslim oldu. Temel hak ve özgürlükler, yargının evrensel hukuk normlarına göre karar vermesini düzenleyen hükümler içeren kendi demokratik perspektiflerini yansıtan sözleşmenin sistematik olarak ihlal edilmesine gözlerini ve kulaklarını kapattılar. Bu iddiamın kanıtı da yargısal denetimle ilgili AİHM’ın verdiği ve hala vermemiş olduğu kararların kendisidir. AİHM kararlarında hukuki normlar bulunuyor olması şu haliyle itibarının Türkiye ile aynı seviyede olduğu gerçeğini gizlemiyor.

Erdoğan ve yandaş medya tarafından cemaat mensuplarının Almanya’da yoğunlaştığı dile getirilmekte hatta çok sayıda orduda üst subay generallerin buraya iltica ettiği dile getirilmektedir. Almanya’da  cemaat örgütlenmesini nasıl görüyorsun?

Cemaat’in Almanya’daki örgütlenmesine dair çok fazla bilgim yok. Ancak 15 Temmuz darbe girişiminin faillerinden birisi olduğuna dair ortaya çıkan çok sayıda kanıttan sonra Cemaate mensup çok sayıda kişinin Almanya başta olmak üzere Avrupa ve okyanus ötesi ülkelere gittiğini basından takip ediyoruz. Kaçanlar arasında darbe girişiminde rol oynadığı iddia edilen ya da geçmişte, Cemaat’in Türkiye güvenlik bürokrasisi ve yargıdaki örgütlü çete faaliyetleri yürüttüğü bilinen mensupları da var. Bunların bazılarının da Almanya’da olduğu iddia ediliyor. Kendilerine iltica hakkı verilmesi iktidar ve medyası tarafından sıklıla eleştiri konusu ediliyor. Ama Almanya ya da diğer Avrupa ülkelerinin başka türlü br tutum takınması mümkün değil. İşkence vakaları, kötü hapishane koşulları, idam ve tek tip elbise tartışmalarının yanı sıra kimsenin hukuki güvencesinin olmadığı bir ülkenin şüpheli ya da sanık ilan ettiği kişilerin iade edilmemesi tartışma konusu bile edilemez. Gülen Cemaati’nin ne olduğunun en kolay anlatılabileceği kanlı bir darbe girişimine rağmen AKP iktidarının süreci bilerek ya da bilmeyerek kötü yönetmesi, insan haklarını ayaklar altına alan uygulamalarının bu sonucu doğurması normal. Ama zaten bile bile  isteyerek  bu sonucu yarattıklarını düşünüyorum. Çünkü, geçmişte iktidarına ortak ettikeri ve birlikte suç işledikleri bu yapının kilit önemdeki mensuplarını kaçmasına göz yummak, iade edilmelerini engellemek kendilerinin geçmişteki suçlarının tartışma konusu olmasını da engelliyor.

Süheyla Kaplan / Avrupa Postası