Rosa Luxemburg’un ünlü bir tespitidir: »Başarı sağlayacak yegâne güç, siyasi eğitimdir«. Rosa bu bağlamda sınıf basınının – bugün genellikle özgür basın deniliyor – önemine ve görevlerine atıfta bulunur. Bilhassa ezilen ve sömürülen sınıfların ve öncelikle bu sınıfları temsil eden örgütlerin siyasetleri, direnişleri, durum değerlendirmeleri, bilinçlenmeleri ve gelecek tasavvurları için siyasi eğitim vazgeçilmez bir silahtır.

Bu nedenle sınıf basınına, özgür basına ve bu alanda faal olan insanlara önemli görevler düşmektedir. Görüngülere ve söylemlere aldanmadan, her gelişmenin arka planını, tarihsel bağlantılarını, maddi şartlarını, çıkar ve hegemonya ilişkilerini dikkate alan bir haberciliği ve yorumlamayı yaşama geçirmek, halk kitlelerinin aydınlanması için uğraş vermek ve eleştiri-özeleştiri mekanizması temelinde esasa yönelik açık tartışmayı olanaklı kılmak zorundadırlar.

Bunu neden vurguluyoruz? Bugüne kadar köşe yazılarımıza ve bazı eleştirilerimize gelen tepkiler, kimi zaman aydınlatma görevini yeterince ciddiye almadığımızı gösteriyor. Aynı zamanda da burjuva ideologlarının ve küçük burjuva liberallerin demagojik söyleminin etkin gücüne işaret ediyor. Bu nedenle bundan sonraki yazılarımızda – elbette üç bin vuruşluk köşe yazısının izin verdiği ölçüde – bilgi paylaşımına ağırlık verecek ve aydınlatıcı olmaya çalışacağız. Ve tabii ki bir komünist olarak her daim »neyin ne olduğunu söylemeye« devam ederek.

Türkiye ve Kürdistan’ın merkezinde bulunduğu coğrafyadaki gelişmeleri gerçeğe yakın ve ezilen, sömürülen sınıfların çıkarlarının perspektifinden değerlendirebilmek için, salt tek bir ülkenin siyaset gündemine ve egemenlerinin söylemlerine bakmak yeterli değildir. Örneğin Erdoğan’ın iyi veya kötü bir insan olması değil, hangi toplumsal sınıfların çıkarlarını temsil ettiği belirleyicidir. O nedenle Türkiye ve Kürdistan’daki gelişmeleri doğru değerlendirebilmek için, egemen sınıfların çıkar ilişkileri ve çelişkileri, sermaye birikim süreci, sömürü biçimleri, iktisadi ve mali durum, insanların reel çalışma ve yaşam koşulları, ihtilafların asıl nedenleri vs., yani kısacası Türkiye tekelci kapitalizminin gelişme süreci dikkate alınmalıdır.

Diğer yandan kapitalist/emperyalist dünya düzeni, emperyalist güçler arasındaki çıkar örtüşmeleri ve çelişkileri, uluslararası sermaye ve kurumların konumlanışları, orta ve uzun vadeli stratejileri, güç ilişkileri, egemenlik ve etkinlik alanları ve bunların Türkiye ve bölge üzerindeki etkileri de dikkate alınmak zorundadır.

İşte bu nedenle bundan sonraki yazılarımıza savaşın diyalektiğini irdeleyerek başlayacağız. Elbette savaştan kastımız, henüz merkez Avrupa’ya bombalar düşmediği için »dünya savaşı« olarak deklare edilmeyen, ancak fiilen sürmekte olan Üçüncü Dünya Savaşıdır. Haftaya, güncel Suriye ihtilafında aktif bir rol oynamaya başlayan Rusya’ya değinecek ve BRICS ülkelerinin öncü gücü, gaz vanası politikalarının başarılı oyuncusu Rusya’nın, kapitalist bir ülke olmasına rağmen, dış politikasının nesnel açıdan neden emperyalizm karşıtı bir politika olarak değerlendirilmesi gerektiğini açıklamaya çalışacağız.

19 Eylül 2015