Küresel hegemonya mücadelesi Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasıyla yeni bir döneme girdi. Emperyalist-kapitalist dünya düzeni çoklu kriz ortamlarının meydan okumaları karşısındaki baygınlığı içerisinde çoklu savaş ortamlarına giriş yaptı. Artık savaşlar Avrupa’da da emperyalist jeopolitikanın doğrudan devamı olarak yeniden gündemde. Ama önce okura bir itirafta bulunmalıyız: Daha önceleri Rusya’nın gerilimi belirli bir seviyede devam ettirme kararlığından bahsederken, Ukrayna’ya karşı bir askeri saldırıya kalkışmayacağını tahmin ediyorduk. Bu konuda yanıldığımızı itiraf etmeliyiz.

Ancak Rusya’nın, uluslararası hukuku çiğneyen bu adımının da bir sonuç olduğunu söylemeliyiz. Rusya’nın saldırısı, Batılı emperyalist güçlerin son otuz yılda tırmandırdıkları eskalasyon sarmalının bir sonucudur. Sadece Yugoslavya, Libya, Suriye ve Afganistan örnekleri ile NATO’nun Doğu Avrupa’ya genişlemesini anmak bu bağlamda yeterli olacaktır.

O açıdan Ukrayna’da savaş hemen durdurulmalı ve barışçıl çözüm için diyalog başlatılmalıdır talepleri son derece haklı, ama yeterli değildir. Aynı cümlede savunulması gereken talepler “NATO’nun saldırgan politikası durdurulmalı, savaş aygıtı NATO lağvedilmeli, nükleer silahsızlanmanın önü açılmalı, BM Şartı belirleyici olmalı ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı dünya çapında geçerli ilke hâline getirilmelidir” diye sıralanabilir. Bu taleplerin günümüz koşulları altında yerine getirilmeyeceği çok açık. Bu nedenle barış ve sosyalizm güçleri Karl Liebknecht’in “asıl düşman kendi ülkemizdedir” şiarını bayraklaştırarak, dünya barışını tesis etmek ve savaşlara karşı çıkmak için, en başta kendi ülkelerimizde olmak üzere, kapitalizme, emperyalist politikalara ve egemen sınıflara karşı mücadeleyi örmek zorundadırlar.

Kâğıda kolayca yazılabilenleri yaşama geçirmek kolay değil – bilhassa toplumsal ve siyasal solun egemen siyasete eklemlendiği Almanya’da. Gene de savaş çığırtkanlarının çoğaldığı, militarizmin ve silahlanmanın ivme kazandığı, sermaye fraksiyonlarının dünya gücü olma hedefinde fikir birliğinde oldukları Almanya’da – küçük de olsa – böylesi bir mücadelenin örülebileceği alanlar mevcuttur.

Bir kere her şeye rağmen Almanya’daki toplumun ezici çoğunluğu savaş karşıtıdır. İkincisi, aralarındaki çelişkileri aşamayan emperyalist burjuvazi, elindeki tüm üstünlüğe rağmen istediği gibi davranamamaktadır. Üçüncüsü, Almanya gibi ülkeler 2008’de patlak veren ve hâlâ devam eden ekonomik-mali krizin yüklerini aşırı dış ticaret fazlasıyla yoksul ülkelerin sırtına yükleseler de çoklu kriz ortamlarını hâlâ aşamamışlardır. Bununla bağlantılı olarak dördüncüsü, sermayenin, kendisini enflasyonla gösteren ve dünya çapında belirgin olan sosyo-ekolojik krizi ülkeler içindeki çelişkileri derinleştirmektedir. Pandemi koşulları bu gerçeği ayyuka çıkarmıştır. Nihâyetinde beşincisi, ABD’nin hegemon olarak zayıflamasıyla bağlantılı olarak emperyalizmin, krizlerin yurt içinde yarattığı sonuçları dışa yönelik askeri adımlarla hafifletmeye çalışan işbirlikçi rejimler üzerindeki kontrolü zayıflamaktadır.

Diğer yandan emperyalist stratejileri benimsemiş olan Rusya’nın kendi etki alanlarını askeri gücüyle sonuna kadar koruma kararlılığının yolunu bizzat Batı döşemiştir. Bir taraftan vekalet savaşları, etnik ve dini çatışmaların körüklenmesi, işgaller, “renkli devrimler” ve rejim değişiklikleri, diğer taraftan ise yaptırımlar, borçlandırmalar, gümrük duvarları, uluslararası tahkim ve mali kurumlarla oluşturulan baskıyla etki alanlarını genişleten emperyalist güçler, kuşatma stratejisiyle Rusya’yı (ve Çin’i) köşeye sıkıştırmışlardır. Ancak köşeye sıkıştırılan bir “kedi” değil, nükleer cephaneli bir “boz ayı” olunca, gösterdiği reaksiyon da ona göre olmuştur.

Ama bunlar Rusya’yı haklı çıkarmamaktadır. Rusya, emperyalist cephedeki savaşta yeni bir muhabere alanı açmıştır. Kriz süreçlerinin katalizörü olan bu savaş büyük bir nükleer savaş potansiyeli taşımaktadır. Ezilen ve sömürülenlerin bu gelişmeyi tersine çevirmek için ellerinde tek silah bulunmaktadır: Enternasyonalist ruh ile kendi egemenlerini alaşağı etme mücadelesi!