Avrupalı Transatlantikçiler son günlerde, özellikle AB, NATO ve G7 zirvelerinin hemen öncesinde ve sonrasında dillerine yeni bir hikâye doladılar: “Batı hiç olmadığı kadar ABD öncülüğünde bütünleşti”. Hikâyenin temel dayanağı da “Putin Batıyı birleştirdi” söylemi. Bilhassa reformist solun egemen siyasete eklemlendiği ve tarihsel bağlantılar ile düşünme yoksunu kafalar karışık olduğundan, hikâye büyümesi için verimli topraklar bulabiliyor. Böylelikle de insanlığın iki karşı bloktan birinin, yani ya “demokrasi ve insan hakları savunucusu” Batı blokunun ya da “otokratik ve yayılmacı” Rusya-Çin blokunun yanında yer almaya “karar vermek zorunda kaldığı” efsanesi yayılıyor.

Sahiden öyle mi? Son zirveleri dikkate alan yüzeysel bir bakışla Rusya’nın Batıyı birleştirdiği söylenebilir. Avrupalı Transatlantikçilerin kazandıkları mevziler, Rusya’ya karşı alınan ortak yaptırım kararları, silahlanma bütçelerinde devasa artışların sağlanması, Doğu Avrupa’ya konuşlandırılan NATO birliklerinin sayısının artırılması, Ukrayna’ya silah yardımları yapılması vs. bu iddiayı destekler görünüyor. Ancak detaylı bir bakış “birleşme/bütünleşmenin” sadece bir görüngü olduğunu ve arka planda çetrefilli çelişkilerin giderek daha da karmaşıklaştığını görebilir.

Devam etmeden önce, bilhassa hikâyeyi olduğu gibi kabullenerek emperyalizmin ekonomik kökeni ve özünü göz ardı eden reformist sol için bir noktayı anımsatalım: Emperyalizm son aşaması olduğu kapitalizmin sürekli aşırı birikim ve sınırsız genişleme eğiliminden doğar. Bu eğilimler de çıkarlarını önünde sonunda askeri araçlarla korumaya kararlı olan kapitalist devletler ve bunların oluşturdukları ittifaklar arasındaki rekabet ve çıkar çelişkilerine yol açar. Anımsatmayı Lenin’i yeniden okumanın gerekliliğine dikkat çekerek noktalayalım.

Bilindiği gibi, ABD emperyalizmi ekonomik, stratejik ve bölgesel çıkarlarını kıtalararası lojistik ve etkinlik alanlarını genişletmek zorunda kalan Çin Halk Cumhuriyeti’ni sistemsel rakibi olarak tanımlamış ve Soğuk Savaş dönemindeki ittifaklarını reaktive etmişti. ABD hâlihazırda Çin ve Rusya’yı NATO üyesi veya dostu ülkelerle kuşatma stratejisini izlemektedir. Burada “neden Rusya?” sorusu önemlidir. Rusya, belki nükleer cephanesi nedeniyle ciddi bir askeri rakip olabilir, ama ekonomik açıdan önemli bir meydan okuma değildir ABD için. “Neden Rusya?” sorusunun bir yanıtını Putin’in 2001 yılında Federal Parlamento’da yaptığı ve AB’nin de katılacağı bir “Avrasya Ekonomik Birliği” teklifinden bahsettiği konuşmasında bulabiliriz.

Böylesi bir konstellasyon gerçekleşseydi, küresel hegemonyası zaten zayıflamakta olan ABD emperyalizminin karşısına, Çin’in yanı sıra ikinci sistemsel rakibini çıkartmış olacaktı. O nedenle ABD başından itibaren bunu engellemeye çalışmış, AB içerisindeki “Truva atlarıyla” Transatlantikçileri güçlendirmiş ve önce Gürcistan sonra da Ukrayna’daki “renkli devrimlerle” Rusya’yı hedef hâline getirmişti. Nitekim, başta Almanya olmak üzere AB ülkelerinde Transatlantikçilerin kazandıkları mevziler ABD stratejilerinin başarılı olduğunu gösteriyor.

Ancak bu “başarının” kalıcı olacağı pek söylenemez. Çünkü kenetlenmiş gibi görünen Batı blokunun çelişkileri derin ve ittifakı fazlasıyla kırılgan. AB Dış İşleri ve Savunma Bakanlarının pazartesi günü karar altına aldıkları “Stratejik Pusula”, Scholz hükümetinin 170 milyar Euro’luk devasa silahlanma bütçesi ve yeni “Ulusal Güvenlik Stratejisi”, ABD’nin Avrupalı müttefiklerinin kendi çıkarlarına öncelik verdiklerini ve dünyanın yeniden paylaşımında çıkarlarına uygun özgün bir rol oynamak istediklerini gösteriyor. Bunun ise ABD’nin stratejik hedefleriyle uyuştuğu pek söylenemez.

Öyle ya da böyle; güncel durum 1914’ün arife günleriyle benzerlikler taşıyor – özellikle tehlikeleri açısından. Şüphesiz, nükleer tehdit her zaman var olmuştu. Ancak bu sefer dünyanın nükleer mezarlığa dönüşme tehlikesi her zamankinden daha da yüksek. İşin kötüsü, sistemin mezar kazıcıları bunun farkında değiller…