Bu ülke, Fransız devrimi benzeri bir süreci yaşamamışta olsa,  burjuva devriminin sonuçlarını, hem Fransa devriminden etkilenerek hem de ülkedeki tarihsel kantonların varlığından yararlanıp, bilince çıkartabilmiştir. Özellikle Napolyon’un işgaliyle ulusçuluk gelişmiş ve başkaldırılarla Kantonların birliği hızlanmıştır. Kantonların ayrı ayrı olan gelenek ve dili, bu birlik sürecinde özerklik ve demokratik kurumların oluşmasında büyük rol oynamıştır. Uluslaşma ve aydınlanma süreci; toprağın geniş ve verimli olmadığı, güçlü feodal üretim ilişkilerinin yaşanmadığı ve böyle bir yapıya karşı gelişen bir burjuva sınıfın da olmadığı bu ülkede, uluslaşma daha çok dış etkileşimle gelişmiştir. Fakat farklı dil ve kültürleri temsil eden Kantonlar sistemi, Aydınlanma sürecinin yaşanmasında olumlu bir işlev görmüştür diyebiliriz: farklı dile, gelenek ve göreneklere hoşgörü ve tahammül kültü, hümanizm temelli evrensellik fikri, 1798 yılında ki Fransız işgaliyle birlikte daha da bir gelişmiştir. Dış güçlere karşı ortak hareket etme refleksi, burjuva kültürün dış etkilerle de olsa yerleşmesini sağlamıştır. Bu merkezi, tek dil ve kültür üzerine yükselmeyen süreç, sonuçta İsviçre’nin kapitalistleşmesinde özel bir yer edinmiştir. Dünya savaşların dışında kalmayı başaran bu ülkenin burada ki sırrı, coğrafi özelliğiyle açıklansa da elbette ki esas olarak vurgulanması gereken Kantonlar sisteminin varlığıdır. Fakat daha da önemli olarak, işini titizlikle yapan burjuva kültürünü içselleştirebilmesini gösterebiliriz. Tarihte Papanın(Papalığın) korunmasında İsviçreli askerlerin seçilmesi tesadüf olmasa gerek. Bu konuda sıralayacağımız örnek çok: İsviçre çakısı, saati, ülkenin korunmasında alınan sıra dışı önlemler, süt ve süt ürünleri, çikolata ve tabi ki hırsızların paralarının korunmasında kapitalistlerin taktir ettiği güvenlik. İsviçre aynı zamanda, acımasız ve gayri insani emek sömürüsü(yoksul ailelerden çocuklarını kopartıp çiftliklerde kötü koşullarda çalıştırma vb) üzerinden ekonomik çıkarlar sağlayan bir ülkedir.  Savaşlara katılmayarak mültecilik, saatçilik ve son 60-70 yıldır, diktatörlerin,  hırsız ve yolsuz para babalarının nakit servetlerinin sadık bekçileri olan bankacılık sistemi ile kapitalist-emperyalizmin en güvenilir ülkesi olmayı hak etmiş bulunsa da sonuçta emperyalist sistemin güvenilir bir parçası olmasına ama kendi içinde faşist bir yönetimin kurulmasına imkân vermeyen bir ülke görünümündedir.

Bugünkü yönetim biçimi 1848 de ki Anayasa ile şekillendi diyebiliriz. Burada bahsetmeden geçemeyeceğimiz çok farklı bir yönetim biçimi mevcut. Moda deyimle ilerde bir başlık altında inceleyeceğimiz Demokratik Ulus Yönetim şekline tipik bir örnek. 23-26 adet kantona sahip İsviçre, aslında federatif bir devlet. Kantonlar burada, devlet yönetimini oluşturan küçük devletçikler diyebiliriz. Kendi parlamentosu, yönetimi olan Kantonlarda Almanca, Fransızca, İtalyanca, Romanca ve diğer diller resmi statü içinde serbestçe konuşulur. 8 den fazla etnik yapı İsviçre halkını oluşturmaktadır. Sonuçta İsviçre aydınlanma sürecini kendine has yol ve yöntemlerle yaşamıştır. 

İsviçre’de yaşananlar, diğer ülkelerdeki tarihsel gelişmelerle benzerlik gösterdiği gibi birçok konuda da kendine has bir yol izlemiştir. Örneğin Protestan Katolik savaşları, çatışmaları burada da olmuş ve genellikle Katolikler üstün gelmişlerdir. Ama farklı olan, bu iki inanç grubu, çoğu yerde de aynı kiliseyi kullanmışlardır. Sanayileşmeye bağlı bir aydınlanma süreci yaşamayan İsviçre de Kantonların(şehir yönetimlerinin) varlığı, Fransız işgaline kadar Federalizmi ön planda tutarken, işgal sonrası merkezi anlayış da siyasi hedefler arasına girmiştir. İşte 1848 anayasasının ortaya çıkması da bunun bir ifadesidir. Katolikler genellikle Yerel Yönetim biçimini, Protestanlar ise merkezi yönetim anlayışını savunsalar da İsviçre’de ki siyasi sistem bu ikisinin uyumuyla oluşmuştur. Her ne kadar doğrudan demokrasi adıyla şehirlerdeki halkın doğrudan karar süreçlerine katılması için referandum yolu seçilmiş de olsa, İsviçre halkının aydınlanma sürecini anti-feodalizm üzerinden burjuvazinin devrimci öncülüğünde ne devrim ne de evrim yoluyla yaşamadığı için bu demokrasi anlayışı Antik Yunan’daki Kent demokrasilerine benzetilmek istenmiştir. Yani tarımda ve sanayide köle ilişkileri varlığını 1980’lere kadar korumuştur. Öyle ki kendine aydın, ilerici diyen İsviçreliler bile bu tür ilişkileri yadırgamamışlar ve değişmesi için bir mücadele başlatmamışlardır. İsviçre’yle ilgili geniş bir araştırma yazısı tasarlamıyorum. Fakat onların zalim birer feodal-kapitalistler olduğunu gösteren tek bir örnekle yetinmek istiyorum.

Gençliğimde Alplerin yardımsever ve melek görünümlü Heidi çizgi filmini izlediğimde bu küçük kızın neden yalınayak olduğunu görüp şöyle düşünmüştüm: ‘ yazar herhalde ilgi çekmek için böyle bir yöntem düşünmüş olmalı.’ Ne büyük aymazlık! Benim bu tespitim tek kelimeyle inceleme, araştırma yapmadan tespitler yapan daha doğru deyimle işkembeyi kübradan atmayı marifet sayan Türkiyeli bir insanın ön yargısıydı. Zamanla gördüm ki Heidi, İsviçreli mülk sahibi sınıfların ve iktidarın sömürdüğü küçük çocuk emeğinin sömürülmesinin bir simgesiydi. Zalimler her türlü işte kullandıkları bu çocukların diğerlerinden ayırt edilebilmesi için onların ayakkabı giymelerini yasaklamıştı. Yazar işte bize bunu göstermek istiyordu.

Orta çağda istismarcı Papalığın(dini BABALIĞIN) korunmasında İsveçli askerler en önemli görevleri görürlerdi. Sanırım yenilmez olarak düşünülüyorlardı. Çağımızda da İsviçre, dünyada ki tüm soyguncu BABALARIN paralarını korumada benzer bir üne sahip olup şimdi benzer bir görevi üstlenmiş durumda. Benzeri ülkelerin acılarla, mücadeleyle, bedeller ödeyerek, canıyla, kanıyla yaşadığı aydınlanma sürecini, yeterince içselleştirmeden yaşaması İsviçre’nin temel sorununu oluşturur. Bu da, bu tür ülkelerin gardiyanlık yapmalarına veya emperyalistlerin sadık dostları olmalarına neden olmaktadır. Bunlardan biri İsviçre’yse diğeri de Belçika’dır.

 Haftaya Belçika'ya göz atalım.