Fransa ve Almanya’daki gelişmeler üzerine

Başta Almanya’daki olmak üzere, Avrupa’daki burjuva medyası Fransa’da emekli subayların sert açık mektubunu pek dikkate almadı. Halbuki tam da 21 Nisan 1961’de Fransız generallerinin Charles de Gaulles’ün Cezayir politikasını gerekçe göstererek başlattıkları darbe girişiminin 60’ıncı yıl dönümünde ve aşırı sağcı Philippe de Villiers’in »Bir gün sonrası. Darbe için sinyal« başlıklı kitabının yayımlandığı günlerde sağcı haftalık gazete »Valeurs Actuelles«de yayımlanan açık mektup günümüz Avrupa’sında pek yaygın görülmeyen biçimde bir darbe çağrısını içeriyordu. Doğal olarak Fransa hükümeti ve bazı ilerici kesimlerden eleştiriler geldi, Alman basınında birkaç haber yayınlandı, ama ardından tekrar gündeme dönüldü ve daha fazla konu edilmedi. Hatta Sanayi Bakanı Pannier-Runacher »Emekli birkaç general ayaklarında terliklerle orduyu isyana davet ediyor« diye dalga geçti. Subaylara destek çıkan tek siyasetçi, beklenildiği gibi faşist Marine Le Pen oldu.

Aynı günlerde Almanya’nın Thüringen eyaletindeki Hıristiyan Demokrat Parti (CDU) teşkilatı aşırı sağcı ve Nazi terörünü küçümseyen, ırkçı-faşist AfD partisine sempati besleyen eski gizli servis şefi Hans-Georg Maassen’i Federal Parlamentoya birinci sıradan aday gösterdi. CDU’nun önde gelen isimleri, Maassen’i »demokratik yelpazenin önemsiz figüranı« diye nitelendirerek küçümsediler ve »Maassen partimizin çoğunluğunu temsil etmiyor« dediler. Maassen, Federal Anayasayı Koruma Teşkilatı şefi olduğu dönemde Merkel’in mülteci politikasını bürokratik geleneklere ters düşerek açıkça eleştirmiş, ırkçı-faşist saldırıların yoğunlaştığı günlerde »asıl tehlike aşırı solcuların terörüdür« diyerek AfD’ye ve Nazilere arka çıkmıştı.

Ne diyorlar?

Almanya ve Fransa’daki ırkçı-milliyetçi-faşist yapılanmaların benzerlikleri çok. Aynı zamanda iki ülkenin askeri ve sivil bürokrasisinin iç ve dış politikadaki yaklaşımları da birbirlerine benziyor. O açıdan söylenenlere karşılaştırmalı bir bakış, aydınlatıcı olacaktır.

Fransız subayları açık mektuplarında kısaca, »Zor bir dönemdeyiz, Fransa tehdit altında, sayısız ölümcül tehlike ülkeyi tehdit ediyor. (…) Fransa çözülmek üzere ve bir iç savaş kapıda. (…) İslamistlere ve banliyölerdeki güruha karşı Büyük Milletimizi ve medeni değerlerimizi korumak için aktif arkadaşlarımız hareket geçmeli. (…) Anti-ırkçılık ve sömürgecilik karşıtlığı adı altında topraklarımıza nefret ekiliyor ve kontrolsüz göçü kabullenmemiz dayatılıyor« diyorlar. Açık mektup, ülkedeki islamist terör, öğretmen Samuel Paty cinayeti ve en son Rambouillet’de bir kadın polisin öldürülmesi nedeniyle tedirgin olan Fransız kamuoyunda karşılık buluyor.

Almanya’da da benzer bir söylemin aynı şekilde kamuoyunda karşılık bulduğu söylenebilir. 2015 Mülteci Antlaşmasından bu yana ırkçı-faşist AfD ve ırkçı-milliyetçi söylemi dillerine dolayan muhafazakâr ve liberal siyasetçileri kendilerine toplumsal destek sağlayabiliyorlar. Zaten oldum olası göçmenleri ve mültecileri oluşturdukları tehdit senaryoları için günah keçisi olarak kullanan burjuva basını ve kurumsal ayrımcılığı devlet politikası hâline getiren hükümet partileri, on yıllar boyunca benzer söylemlerle çoğunluk toplumunda »İslam korkusunu« ve ırkçı yaklaşımları kökleştirmişlerdi. Almanya’da da aynı Fransa’da olduğu gibi, anti-ırkçı ve sömürge karşıtı hareketler karalanmakta, hatta antifaşizmin kamu yararlılığı iptal edilmeye çalışılmaktadır.

Neden şimdi?

Avrupa’nı öncü güçleri olan bu iki ülkede de sistemin otoriter restorasyonunun dayatılması tesadüfi bir gelişme değil. Bilhassa Corona-Pandemisi ile ayyuka çıkan yapısal sorunlar ve tılsımını çoktan kaybetmiş olan neoliberal uygulamaların sosyal açıdan feci sonuçları, egemenler için yaşamsal önem taşıyan toplumsal rıza üretiminde aksaklıklara yol açmakta, devlete, basına, siyasetçilere ve elit kesimlere karşı derin güvensizlik oluşturmakta ve çoklu kriz ortamının girdaplarından çıkamayan egemen sınıfları çözümsüz bırakmaktadır. Gerek ülke içindeki gerekse de dünya çapındaki belirsizlikler ve güvencesizlikler, yoksullaşma korkusunu yaşayan çoğunluk toplumlarının travmalarını tetiklemeye devam etmektedir.

Her ne kadar Almanya ve Fransa’daki kapitalist gelişme süreçleri önemli farklılıklar taşıyor olsalar da iki ülkede de benzer sorunlar yaşanmaktadır. Çoğunluk toplumlarının yöneticilere karşı duydukları derin güvencesizlik, karar verici mekanizmaların oluşturulmasını güçleştirmektedir. Örneğin Almanya’da bu yıl Federal Parlamento Seçimleri yapılacaktır. Yeni Federal Hükümetin şimdiye kadar olduğundan farklı renklerden oluşması, büyük olasılık olarak görülmektedir. Fransa’da ise yaklaşık bir yıl sonra Başkanlık Seçimi yapılacaktır. Emmanuel Macron’un toplumsal desteğinin azaldığı güncel anketlerde görülmektedir.

İki ülkeye de bakıldığında, benzer tasarruf politikalarıyla yaşamın her alanının özel sermaye birikimine açıldığı, özellikle Pandeminin pik yaptığı günümüzde sağlık sisteminin sınırlarına ulaştığı, özelleştirmeler sonucunda halk sağlığının tehlikeye düşürüldüğü, özel yaşamın temel hak ve hürriyetler olabildiğince rafa kaldırılarak kısıtlandığı, ama sermaye birikiminin devamı için salgın koşullarında üretimin sürdürüldüğü, ilaç tekellerinin milyarlarca Euro ile desteklenmesine rağmen, halkın aşılanmasının yetersiz kaldığı ve özellikle yoksulların bulaş riskinin azalmadığı görülmektedir. Her iki ülkede de siyasetçilerin karıştığı skandallar gün yüzüne çıkmakta, örneğin sokağa çıkma yasakları sürer ve halk alışverişe dahi gidemezken, siyasetçiler ve bürokratların zenginlerle birlikte Paris’in lüks lokantalarında gizli ziyafetler verdikleri ortaya çıkmaktadır. Almanya’da ise Federal Sağlık Bakanı Spahn’ın milyonluk gayri menkul ticaretinin haberleri yasaklanmaya çalışılır, CDU’lu politikacıların maske satan şirketlerden rüşvet aldıkları ortaya çıkarken, esnaf ve küçük işletmeler iflasla karşı karşıya kalmakta, yoksulluk yaygınlaşmaktadır.

Böylesine bir ortamda iki ülkede de toplumsal hoşnutluk oranı önemli ölçüde düşmekte ve toplumsal direnç yatkınlığı artmaktadır. Ancak bu toplumsal direnç, iki ülkedeki toplumsal ve siyasal solun basiretsizliği, reformist duyarsızlığı ve parlamentarizme olan kör inancı nedeniyle sisteme yönelmemekte, aksine aşırı sağ ve ırkçı-faşist yapılanmaların etkisine bırakılmaktadır. Son aylarda, özellikle 1 Mayıs’ta Avrupa çapında sokaklara dökülen radikal sol kesimlerin bu gidişatı tersine döndürme potansiyeli olduğu görülmüştür. Bu nedenle, aşırı sağcı ve aşı karşıtı yapıların, Nazilerle birlikte gerçekleştirdiği kitlesel yürüyüşlere »anlayışlı« tavırla karşılık veren polis teşkilatları, 1 Mayıs eylemlerine olağanüstü polis şiddetiyle saldırmıştır. Toplumsal bölünme stratejisinin egemenlik aracı olarak yetersiz kaldığı ve toplumsal rıza üretiminin zorlaştığı böylesi dönemlerde egemen sınıflar askeri ve sivil bürokrasiyi göreve çağırmışlardır. Fransa’daki emekli subayların açık mektubu ve Maassen gibi sivil bürokratların parlamentolara aday gösterilmeleri ancak bu şekilde okunabilir.

Sonuç yerine

Almanya ve Fransa’da bir askeri darbenin ve açık faşist diktatörlüğün oluşturulması için koşullar hâlihazırda uygun değildir, ayrıca gerek de görülmemektedir. Çünkü henüz toplumsal direnç mekanizmaları sistem için tehlikeli olmayan hareketlere kanalize edilebilmektedirler. Henüz toplumsal rıza üretimi sürdürülebilmektedir. Ancak bunun sürdürülebilirliği için çoğunluk toplumlarındaki ırkçı-milliyetçi ve göçmen-mülteci düşmanı yaklaşımlar devamla körüklenmek zorundadır. Egemen sınıflar kâh sosyal politika alanlarında kırıntılarla taviz vererek, kâh Biden yönetiminin yaptığı gibi, devasa alt yapı yatırımları ile konjonktürel adımlar atarak, kâh reformist burjuva partilerini hükümetlere ortak ederek sınıfsal tahakkümlerini sürdürmeyi becerebilmektedirler – şimdilik.

Almanya’da Eylül ayında yapılacak olan Federal Parlamento seçimlerinde iktidar partilerinde büyük olasılıkla bir değişim olacaktır. Burjuvazinin yeni temsilcileri olan Yeşiller şimdiden sermaye temsilciliğini üstlenmeyi kabullenmişler ve programlarını bu temsilciliğe uygun dönüştürmüşlerdir. Fransa’da ise sol güçler yeniden trajik bir durumla karşı karşıya kalabilirler. Macron aday olsun olmasın, büyük bir olasılıkla faşist Marine Le Pen ile bir burjuva siyasetçisi arasında seçim yapmak zorunda kalacakları şimdiden söylenebilir. Öyle ya da böyle; Almanya ve Fransa’daki gelişmeler Avrupa’da saldırgan ve yayılmacı emperyalizmin güç kazanacağını, toplumsal çoğunluğun sağa kayacağını ve ırkçı-faşist hareketlerin taraftar toplamaya devam edeceklerini göstermektedir – eğer kapitalizmin asıl sorun olduğunu ve aşılmasının, işçi sınıfı iktidarının tek çözüm olduğunu savunan güçler basiretsiz kalmaya devam ederlerse.