Bu bölümde, Osmanlının ekonomik yapısına seyahat ederek onun belirlediği siyasi, ideolojik-kültürel, örgütsel ve hukuksal yapısını, özetle profilini ele alacağım. Tabi bu görünüm, Türkiye'nin profilini de oluşturan temel çıkış noktasını oluşturuyor. Çünkü bu gerçeğin içinde sadece Jön Türkler, onun ‘sol’ kolu İttihatçılar yok, aynı zamanda M. Kemal ve arkadaşları ve sosyalistlerin bir kesimi de bulunuyor.

Avrupa ülkelerindeki ekonomik feodal yapı, dönemin Osmanlı yapısıyla dogmatiklik, skolastik anlayış, biat kültürü ve dinsel çalışma tarzı açısından aynıdır. Her iki taraftaki egemenler, tekçiliği kendine rehber etmiş ve zorbalığın gücüne inanmış elit cahillerden oluşmaktadır. Farklı olan ise, ekonomik yapıdaki sınıflar mevzilenmesidir. Avrupa’da ki feodalizm, öz itibariyle sınıfların gelişmesine imkân veren alt ve üst yapı ilişkilerini barındırır. Örneğin toprağın mülkiyet biçimi, Osmanlıdan tamamen farklıdır. Avrupa’da toprak mülkiyeti, soylular, Kral ve Kilise arasında paylaşılmıştır. Bir bakıma özel mülkiyet biçimi vardır. Fakat feodal dönemin esas üretici gücü olan toprak, Osmanlı da devlete aittir yani kamusaldır. Özel mülkiyet yoktur. Dolayısıyla toprağı yönetenler Padişahın memuru Derebeyilerdir. Toprağı kiralama sistemiyle işletenler de köylülerdir. Osmanlı ekonomik yapısı, öz olarak Asya Tipi Üretim Tarzının bir biçimidir. Avrupa’da toprak mülkiyeti, üst sınıflar arasında olsa da, alınır-satılır statü içindedir. Burjuvazinin gelişmesine yol açan ve feodal sınıfın onlar tarafından tasfiye edilmesini sağlayan mülkiyet ilişkisi de budur. Üretim ilişkisinin bu farklılığı, ister istemez uluslaşma-aydınlanma sürecini de etkilemiştir. Dört ülke yani Almanya, İtalya, İspanya ve Portekiz’de, üretim ilişkileri diğer ülkelerle aynı olmasına rağmen, feodalizmin tümden tasfiye edilememesinin nedeni: Bu ülkelerde, burjuvazinin gelişmesine imkân tanıyacak sanayileşme adımlarını, feodal muktedirler(merkezi veya federal soylular) birçok nedenle atamamışlardır. Kendi sınıfsal çıkarları açısından, burjuvazi ve temsilcilerini (Protestanları) yok etmek için sermayelerini carcur ederek merkezi feodal sistemlerini (İspanya ve Portekiz de) takviyede ve lüx harcamalarda kullanmışlardır. Federal bir yapıyı barındıran Almanya ve İtalya’da ise, (Şehir devletlerinde) zıt düşünce ve ilişkileri barındıran soylular arası savaşlar, korumacılık ilişkileri veya merkezi siyasi bir yapının olmaması, burjuvazinin ulusal düzeyde gelişmesini engellemiştir. Fakat ülkenin bazı bölgelerinde sanayileşmenin üst düzeyde geliştiğine şahit oluyoruz. Dolayısıyla Almanya ve İtalya’ya, Kapitalizmin ve feodalizmin karması iki ülke diyebiliriz.  

Sonuçta Batı Avrupa ülkeleri üretim tarzı olarak aynı ilişkiyi barındırırken, dört ülkenin aydınlanma sürecini yakalayamaması tamamen kendi özel durumlarıyla ilgilidir. Ama bir bütün olarak Avrupa’nın ekonomik üretim tarzı ve mülkiyet ilişkisi, Osmanlı'dan tümüyle farklıdır ve bu temel farklılık Osmanlı toplumunun neden sanayileşemediğinin, neden aydınlanmayı yaşayamadığının cevaplarını verir bize. Sınıfların gelişmesine imkân vermeyen bu ekonomik tarz, ister istemez bağımsız, aydınlanmış, kitlelerin sorunlarına cevap arayan kültürlü aydınların çıkmasını da imkân tanımamıştır. Çünkü gerçek aydınlar kitlelerin yani çatışan sınıfların ürünü olarak ortaya çıkarlar.

Osmanlı toplumsal yapısı, üretim biçiminin gereği, yukardan aşağı yürütülen reformlar, darbeler biçimindedir. Çünkü kitleler ve onların temsilcisi aydınlar, çatışan sınıflar olarak değil, devletin memurları yani kulları olarak vardırlar. Bu sınırlar içerisinde muhalefet yaparlar. Padişahı değil sadrazamı, yani rejimi değil hükümeti değiştirme düşüncesinin ötesine geçemezler. Veya bir padişahı indirip bir başkasını çıkartan efendisinin isyancılarıdır.   

Avrupa’da ki dört geri ülkenin aydınları, ülkelerinde sanayileşmenin olduğu bölgelerde daha gelişmiş olarak ortaya çıkarken, bu Osmanlı’da hiç olmamıştır. Fakat Osmanlı denen toplumsal yapının içinde, özellikle Anadolu ve Mezopotamya denen bölgelerde aydınlanma süreçlerini binlerce yıldır sürdüren Aleviliği bu değerlendirmenin dışında tutmamız gerekiyor. Çünkü bu kültürün yarattığı aydınlar, Şeyh Bedreddin, Pir Sultan, Karacaoğlan, Yunus Emre, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Aziz Nesin, Yaşar Kemal ve yüzlercesi ezilenlerin temsilcisidir. Bunlar, sanayileşmenin yarattığı değil, tarihsel olarak sürdürülüp gelen bir aydınlanmanın ürünü aydınlardır. Avrupa’da aydınlar ise, sınıflar çatışmasının ürünü olarak ortaya çıkmışlardır. Bu çatışan sınıfların yarattığı derin acılar ve felaketlerden ve zenginliklerden etkilenerek ezen ve ezilenler adına gelişmiş tezler, kuramlar ve buluşları ortaya çıkarabilmişlerdir. Ama Osmanlı aydınlarının en ileri kesimi olan Jön Türkler, başlangıçta (muhalefetteyken) bilimden ve aydınlanma ilkelerinden sıkça bahsedip ona göre pratik ilişkiler kurarken, iktidar olduktan sonra anti bilimsel ve aydınlanma karşıtı haline gelebilmişlerdir. Benzer şekilde M. Kemal de, başlangıçta Komünizmi bile savunmuş fakat giderek onların yeminli düşmanı olmuştur. İşte ülkemizdeki bu yarı aydın olma hali, Osmanlının ekonomik yapısıyla doğrudan ilgilidir. Çünkü Osmanlıda ki bu ilerici devrimci düşünceler, çatışan sınıfların yaşamdaki acıları ve çözüm isteyen sorunlarının bir sonucu olarak uzlaşılar ve isyanlarla pişirilip damıtılmamış, geliştirilmemiş, aksine dışardan taklit edilerek, ezberlenerek benimsenmişlerdir. Onun içindir ki bu devrimcilik ve ilericilik eğreti ve çıkarlara bağlı olarak vardır.

Ülkemizdeki laikliğin de laiklik olmadığını, aksine şeriatı başımıza musallat eden Osmanlı tipi bir kültürün ürünü olduğunu yol yakınken kavramamız gerekiyor. Dolayısıyla bu fikirlerin önemini ve ne anlama geldiğini bile bilmeyen Osmanlı aydın tipi, bu düşünceleri işine geldiğinde savunmuş işine gelmediğinde terk etmiştir. Bunları yaratan neden tekrarlamam gerekirse; çatışan sınıfların ilerletici ve dönüştürücü devrimci gücünü barındırmayan Osmanlı Üretim Tarzının mülkiyet biçiminin şekillendirdiği feodal dini kültürün toplumsal etkisi Osmanlı Profilini yaratmıştır: Sistemin dışına çıkamayan(biatçı), hükümet değiştirmeyi devrimcilik sanan, sınıfsal bakıştan bi haber, Feodal kültür üzerine burjuva kültürü yamayan yarı aydınlar. Son yıllardaki ‘yetmez ama evet 'çiler’ de, sadece son 50-60 yıl içinde ortaya çıkan sınıflar ve egemenler arası güç savaşlarının arka planını okuyamayan ve de Osmanlı aydın geleneğini taklit ederek, yani ya devlete(CHP’ye) karşı çıkan, dolaysıyla onun karşısında demokrat olduğunu düşündükleri sağcı iktidarlara akıl vermeye çalışan yarı aydınlardır.

Ülkemizde kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak, yeni tipte aydın profili oluşmuştur. Bunlar hem tarihsel aydınlanmanın etkisiyle, hem de çatışan sınıfların yarattığı sorunların çözümü için ortaya çıkan ve rejim dışı alternatif sunan, bu nedenle de geleneksel Osmanlı profilini tarihe gömen devrimci aydınlardır. 68 kuşağı bunların öncüsüdür. İşte ezilenlerin profilini tüm teorik yetersizliklerine rağmen bunlar oluşturur.