Suriye de başlatılan savaştan bu yana Türk devletinin çok sık bir biçimde gündeme getirdiği bir “mülteciler sorunu” olduğu bilinmektedir. Bu sorunu sadece Türk devleti gündeme getirmemektedir. Suriyeli “mülteciler sorunu”, aynı zamanda, günlük-toplumsal hayatın bir sorunu olduğu gibi, Avrupa devletlerinin de önemli sorunlarından biri haline gelmiştir. 

 Esasında Türk devlet yetkilileri bu sorunu gündeme getirerek özel bir algı oluşturmaya, mültecilerle insani amaçlarla ilgilendiklerini göstermeye çalışmaktadırlar. Sondan söyleyeceğimizi baştan söyleyelim, gerçek bunun tam tersidir, Türk devleti, mültecileri yararlanması gereken önemli bir “ganimet” olarak görmekte ve öyle değerlendirmektedir.   

Bu politikanın tarihsel bir geçmişi, öncesi bulunmaktadır. Osmanlı devleti son iki yüz yılında bu politikayı uygulamıştır. Türk devleti de Osmanlı'dan devraldığı bu politikaya uygun olarak, başından bugüne mültecileri, sosyolojik, ekonomik ve politik amaçlarının bir malzemesi olarak görmüş ve mültecilerden yararlanmaya çalışan faydacı bir yaklaşım içinde olmuştur.  

 Türk devleti ile Osmanlı devletinin bu konudaki politikalarının benzerliğini ve bu politikaların kirli özelliklerini anlamak için söz konusu döneme kısaca göz atmak yeterli olacaktır. Ancak burada asıl anlamaya çalışacağımız konu, Türk devletinin Suriyeli mülteciler konusunda söylediklerinin doğru olup olmadığını, bu tarihsel arka plana bakarak test etmektir.

 Osmanlı imparatorluğu, 1700’lü yıllardan başlamak üzere, yenilgiler yaşıyor, toprak kaybediyordu. Bunun sonucunda, kaybedilen topraklarda ve ayrıca çevre/komşu coğrafyalarda, farklı etnik kökende Müslüman topluluklar, İslam’ın halifesinin olduğu Osmanlı topraklarına kitlesel bir biçimde göç ediyorlardı.  

Osmanlı devletine ilk önemli kitlesel göç akını, 1768-1774 Rus savaşından sonra yaşanmıştır. Rusya, 1783 yılında Kırım’ı işgal etmiş, bunun üzerine Anadolu’ya Kırım’lı Müslüman Tatarların kitlesel göçü başlamış ve bu göç, 1828- 1853 Kırım savaşına kadar devam etmiştir. Bu dönemde Rus imparatorluğunun denetiminde bulunan Kafkas coğrafyasında yaşayan Çerkes, Abaza ve Laz halkları da belirtildiği gibi Müslümanlık motivasyonuyla Osmanlı topraklarına akın etmişlerdir. Özellikle 1859 yılında Şeyh Şamil’in yenilmesiyle Kafkas halklarının göçü daha da yoğunlaşmıştır. 

Doğuda gelen bu göç dalgasının yaşandığı yıllarda Balkanlardan da, 1877-1878 Balkan savaşları döneminde ve daha sonra yaşanan 1. Dünya savaşında Anadolu’ya büyük bir muhacir/mülteci akını yaşanmaktaydı. Konuya ilişkin istatistiki bilgilere bakmak daha çok aydınlatıcı olacaktır. 

1.     1783 yılında başlayan bu göçmen hareketliliğinin sonucunda, 1783- 1922 yılları arasında Kırım Tatarlarından 1.8 milyon insan Anadolu topraklarına yerleştirilmiştir. 

2.     1859- 1879 yılları arasında Kafkas halklarından 2 milyon göçmenin 500 bini yollarda katledilmiş veya ölmüş, 1.5 milyon Kafkas halkı Anadolu topraklarına yerleşmiştir.

3.     1877- 1878 Osmanlı Rus savaşının sonunda, yine 1.5 milyon insan göç etmiştir, bu topraklara.

4.     1881- 1914 yıllarında ise 500 bin göçmen daha gelmiştir Anadolu ya.

5.     1893- 1902 yılları arasında 72. 500 kişi Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç etmiştir.

6.     1912-1913 balkan savaşlarında ise 640 bin kişilik bir göçmen daha gelmiştir.

Burada açıkça ortaya çıkmaktadır ki, yüz yıllık bir zaman dilimi içinde bu coğrafyanın, özellikle Anadolu coğrafyasının nüfusu, çok büyük ölçüde değişmiştir. Bu dönemin sadece 30 yıllık bölümünde, 1885 yılında Müslüman nüfus %74 iken 1914 te %85lere çıkmıştır. Aynı şekilde gayri-Müslim halkların oranı, %26’dan %15’e düşmüşlerdir. Osmanlı imparatorluğuna yönelen bu kitlesel göçler, Osmanlının son dönemi ile Türk devletinin oluşum sürecini ve bugününü belirleyen çok önemli bir etki yapmıştır.

Bu göçler, Osmanlı devletini yönetenlerin etnik ve dinsel karakterini değiştirdiği gibi, devletin ihtiyaç duyduğu askeri unsur olarak da değerlendirilmiştir. Tabii sadece bu kadar değil, bu kitlesel göçlerle gelen büyük nüfusa, vergi alınacak üreticiler olarak da işlevsel yüklenmiştir. Ancak bütün bunlardan daha önemlisi, Osmanlı devletinin muhacirleri, Müslüman ve Türk nüfusu artırmak gibi sosyo-politik amaçlarla değerlendirdiği gerçeğidir.

Gerçeğin böyle olduğunu tespit eden akademisyen Fuat Dündar, şunları ifade etmektedir. “Balkanlar’ın yitirilmesi sonrasında Müslüman muhacir ve mültecilerin iskânında öne çıkan kaygı, ekonomik fayda ve boş arazilerin üretime açılmasından daha çok Türk ve Müslüman nüfusu hâkim kılmaya yönelikti. Zira elde kalan son toprak parçasının korunması için nüfusun Müslümanlaştırılıp Türkleştirilerek homojen kılınması gerekiyordu. Bu amaçla da farklı etnik ve dinsel topluluklar özel sevk ve iskâna tabi tutuldular” diye yazıyor.  

Osmanlı devleti, göçmenleri yerleştirirken de fazlasıyla dikkatli ve hesaplıdır. Gelen mülteci ve göçmenler, daha çok gayri Müslüm halklardan boşaltılmış olan alanlara yerleştirilmişler, böylece bu toplulukların, kendilerine yeni bir yaşam sunanlara karşı diyet borcu altına girmeleri sağlanmıştır. Bunun sonucunda ise söz konusu mülteci toplulukları, Türkleştirilerek, daha çok ırkçı, daha çok gerici olmaları sağlanmıştır. En nihayetinde bu mülteci toplulukları dini gericiliğin ve ırkçılığın sosyal tabanı haline gelmişlerdir.    

Yine “Osmanlı Devleti’nde iskân politikasının önemli özelliklerinden biri de göçmenlerin dağınık bir şekilde iskân edilmesiydi…..hiyerarşik yapının güçlü olduğu kabilelerde reisler ve ileri gelenler ayrı tutulup iskân ediliyorlardı. Çerkesler gibi.. savaşçı gelenekleri bulunan grupların yerleştirilmesinde küçük yerleşim birimlerine gönderilmelerine ve liderlerinin ayrı yerlere gönderilmesine dikkat ediliyordu…. Osmanlı’nın iskân politikasının en önemli özelliği, her türlü etnik, dinsel ve hatta politik nüfus yoğunlaşmalarını engellemek ve olabildiğince karıştırmaktı” diye ifade ediyor, konuyla ilgili araştırma yapan akademisyen.

Bu dönemde uygulanan mülteci politikasının dikkat çekici bir başka özelliğini daha tespit ediyoruz. Bugün Türk devletinin Kuzey- Doğu Kürdistan sınırında ısrarla gerçekleştirmek istediği “güvenlik koridoru” politikasının bir benzerinin o yıllardan da pratikleştirilmeye çalışıldığı görülmektedir. Osmanlı devleti göçmen/muhacir kitlelerini, “…çoğunlukla Rumeli’ye yerleştirmeye çalışıyordu. Bununla askeri açıdan… Müslüman halktan meydana gelen bir koridor oluşturulması hedefleniyordu.” Anlaşılıyor ki Erdoğan Türk devletinin politikaları konusunda dersini iyi çalışmış. Hiçbir ayrıntıyı atlamamış çünkü.  

Görüldüğü gibi Osmanlı devletinin, 1700’lerden başlayarak göç eden kitlelere kapı açması, insancıl nedenlerden kaynaklanmamıştır. Tam tersine Osmanlı devleti, Müslüman muhacirleri topraklarında yerleştirmekle diğer inançlara karşı çoğunluk sağlayarak toplumsal dayanak yaratmayı, bu göçmenlerin insan olarak emeğinde, asker olarak gücünden yararlanmayı esas alan bir politikayı, belirlemiş ve uygulamıştır.     

 Osmanlı devletini, son döneminde, İttihat ve Terakki Fırkası (İTF) olarak bilinen siyasal kadronun yönettiği bilinmektedir. İTF’nin merkezi kadroları, bugün Türkiye olarak adlandırılan coğrafyanda sadece Türklerin yaşamadığını iyi biliyorlardı. Ayrıca bu coğrafyada kendilerini Türk olarak tanımlayanların sayısal varlıklarının diğer halklara göre daha az olduğu da ortadaydı.

Bu koşullarda Osmanlının dağıldığını gören İTF ve Osmanlı devlet yöneticileri, Osmanlıyı kurtarmayı, değilse bir Türk devleti kurmayı temel/stratejik politika olarak önlerine koydular. Ancak o günün koşullarında, bu coğrafyada Türk devleti kurmak isteyenlerin dayanacağı bir Türk ulusunun varlığı, hem sayısal olarak yeterli değildi, hem de ve daha önemlisi, Türk olmak, “Türk uluslaşması” henüz tamamlanmadığı için çok revaçta değildi. Zaten Osmanlıda Türklük, tamah edilen değil, istenmeyen bir özellikti. Buna rağmen İTF kadrosunun tek seçeneği, Türk uluslaşmasına dayanmaktı.

Bu durumda dağılan Osmanlı devletinin yerine kurulacak bir devletin dayanacağı bir sosyal zemine, yani bir ulusa ihtiyaç vardı. Bunu tespit eden İTF, ihtiyaç duyulan sosyal tabanı oluşturmak amacıyla, yani “Türk ulusunun inşası” için bir yanda mültecilerden yararlanırken, bir yandan da bu coğrafyada yaşayan öncelikle gayrı Müslüm halklara, soykırım ve asimilasyon politikasını uygulamıştır. Yani “Türkiye coğrafyasında homojen bir nüfustan mürekkep ulus-devlet” yaratma süreci, mültecilerden de yararlanmaya dayanan sosyo- politik bir proje olarak yaşanmıştır.  

 Bu nedenle 1913 yılında bir darbe ile iktidarı ele alan ve kendileri de mülteci olan İTF’nin merkezi kadroları, Osmanlının bu politikalarını kendilerinin ihtiyacına uygun olarak pratikleştirmeye başlamışlardır. Bunun için İTF, bölgede yaşanan savaşların yarattığı insan sirkülasyonunu, yani göçle topraklarında ayrılmak zorunda kalan muhacirleri, bir avantaja dönüştürmeye çalışmıştır. İlk olarak, Osmanlı devletini yöneten İTF yöneticileri, başka topraklardan gelen mültecileri Türkleştirmeye, bu topraklarda yaşayan ve Türkleştiremeyecekleri farklı hakları da etnik ve dinsel arındırmaya tabii tutarak yok etmeye yönelmişlerdir.        

 Bu gerçek ilgili dokümanda, “1912 ile 1922 yılları arasında cereyan eden savaşlar, nüfusun homojenleşmesini önemli derecede etkilemiştir” diyerek ifade edilmektedir. Bunu anlatımı, “İttihatçıların Rumlara yönelik baskıları ile 1914’te kıyı bölgelerindeki Rumların… sevki ve son olarak 1915’te Ermenilerin tehciri birbirini izlemiştir” şeklinde yapılan açıklama tamamlamaktadır.

 27. Mayıs. 1915’te çıkartılan meşhur tehcir kanunu ile Ermeniler ve diğer gayri Müslimler, tarihin en kanlı soykırımına uğratılmışlardır. Böylece Osmanlı devletini yöneten İTF çetesi, “Türk ulusu yaratmanın” en acı ve en kanlı operasyonunu gerçekleştirmiştir.

Aynı şekilde şu ifade de mültecilik üzerinde ulus yaratmanın nasıl mümkün olduğuna dair konuya açıklık getirmektedir. “Balkan Savaşları ile Birinci Dünya Savaşı arasındaki bir yıllık dönemde, Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan yaklaşık 150.000 ile 200.000 kişilik Rum nüfus Yunanistan’a, Makedonya’dan da binlerce Rumeli muhaciri Türkiye’ye göç etmiştir.”

 Mültecilerin akını, farklı halkların topraklarında zorla sökülüp atılması, ara vermeden devam etmiş, İTF çetesinin yönettiği Osmanlı devleti de bunu sonuna kadar teşvik etmiş, desteklemiş ve yararlanmıştır.

Konuyla ilgili bir diğer araştırmacı, “1913-1918 yılları arasında gerçekleşen sevk ve iskân hareketleri sonucunda, 17.5 milyon olan ülke nüfusunun yaklaşık olarak üçte birinin yer değiştirdiği… Söz konusu sevk ve iskânlar, Anadolu’nun günümüz etnik ve dinsel dağılımının ana belirleyicilerindendi” diye ifade etmektedir. 

Savaşlarla yer değiştiren kitleler, Osmanlının yöneticileri tarafında Türkleştirmenin aracı yapıldıkları gibi, devlet zoruyla yapılan mübadeleler yoluyla da nüfus homojenleştirilmek istenmiştir. “Örneğin, 1913 yılında Bulgaristan ile Osmanlı’nın imzaladığı mübadele anlaşması gereğince sınırdan itibaren 15 km’yi kapsayan bölgede doksan bin civarında Bulgar ve Müslüman gönüllülük esasıyla karşılıklı olarak yer değiştirmiştir”   

Burada geçen “gönüllülük” sözüne sakin inanmayın. Kim, “gönüllü” olarak kendi doğduğu, büyüdüğü toprakları terk edebilir ki? Bu sözcük devlet tarafında zorla yapılan yer değiştirmenin masum gösterilmesi amacıyla kullanılmıştır.

 Yukarıda belirtildiği gibi, Osmanlının dağılmasından önce, Müslümanlık ve halifelik çevrede yaşayan Müslüman toplumlar için bir can simidi gibi algılanıyor ve Müslümanların kitlesel olarak Osmanlı topraklarına göç etmelerine yol açıyordu. Osmanlı devleti de bu gelişmeden yararlanıyor, mültecileri, Müslüman nüfusun artışı için, üretici ve askeri güç olarak değerlendiriyordu. Ancak Osmanlının yenilgi üstüne yenilgi alarak dağılmasıyla, Osmanlının bu cazibesi kayboldu. Bunu gören ve Osmanlı devletini yöneten İTF kadrosu, Osmanlının kullandığı Müslümanlık kartını elinde tutarak, ama daha çok Türkçülüğe sarılarak kendisinin ve Osmanlının geleceğini kurtarmaya yöneldi. Bu gelişmeden sonra mülteciler, Türkçülüğün, “Türk uluslaşmasının” sosyal dayanağı olarak değerlendirilmeye başlandı.  

Düşünsel ve politik olarak yaşanan bu değişimin öncülerinin ve Türk devletini kuran ve bugüne kadar yöneten kadroların önemli kesiminin mültecilerden oluşması, bu realitenin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Nitekim Türk milliyetçiliğinin doğuşunda önemli etkileri olan Yusuf Akçura, Hüseyinzade Ali Turan, Ahmet Ağaoğlu, Mehmet Emin Yurdakul, Tekin Alp gibi isimlerin yanı sıra Enver Paşa, Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü, Celal Bayar gibi siyasal hayata etkileri olmuş pek çok kişi de, ya göçmendirler ya da göçmen ailelerdendirler.

Özetle Osmanlının kaybettiği topraklarda veya diğer komşu ülkelerde muhacir olarak gelen “..göçmen etnik topluluklar, Osmanlı halklarıyla bütünleşip… halkı yeni bir siyasal kimlik benimsemeye hazırlayarak 1923’e gelindiğinde ulusal Türk devletinin kurulması”nın sosyal zemini olmuşlardır.   

 Görüldüğü gibi, Osmanlıdan miras alınan göç ve mülteci politikaları “…devletin inşası ve güçlendirilmesinde önemli bir araç olmuştur.” “Türkiye Cumhuriyeti’nin iskân siyaseti, tarihsel olarak devraldığı mirasla aynı zamandan da güvenlik endişeleriyle ve güvenlik kavramının özünde yer alan risk ve tehdit algılamasıyla şekillenmiştir”.

Bu amaçla “nüfusun niteliksel olarak artırılması, niceliksel olarak da benzeştirilmesi ilkelerine dayanan nüfus politikaları iskân siyasetini” belirlemiştir. Burada anlatılan “güvenlik endişesi” daha çok ırkçılığın siyasal literatüründe kullanılan bir kavramdır. Başkalarını yok ederek kendini var etmiş olanlar, sürekli olarak yok ettiklerinden gelecek bir tehlikenin korkusuyla yaşar ve bu korkuya tutunarak varlıklarını korumaya çalışırlar. “Güvenlik endişesi” olarak ifade edilen gerçek, üretilmiş bu korkunun anlatımıdır. 

Bunu belirttikten sonra yukarıdaki alıntılarda ifade edilen gerçeğin özüne bakabiliriz; Türk devleti ve milliyetçiliği göçmenler üzerinde şekillenmiş bir devlet ve milliyetçiliktir. Bu projenin ilk toplum mühendisliği epey eskilere dayanmaktadır ama en sistematik programı ve uygulamayı İTF kadroları başlatmıştır. Osmanlının savaşta yenilmesi ve İTF’nin dağılmasından sonra inisiyatifi ele geçiren Kemalistler, bu politikayla başlatılan süreci ilerleterek Türkleştirme politikalarına devam etmişlerdir. Bu dönemde Türk devletinin bu politikalarına uygun olarak çıkartılan bir yasa, gerçeği bütün çıplaklığıyla ortaya koymaktadır.

  “Güvenlik ve dış tehdit” gibi kavramlar üzerinde kendi varlığını oluşturmaya çalışan Türk devleti, ta o yıllarda, bu politikasına uygun olarak söz konusu yasal düzenlemeyi yapmıştır. 1934 tarihli 2510 sayılı İskân Kanunu, “…tehdit algılamalarına karşı ulusal gücü artırmaya yönelik politikaların gereği…” diyerek bu yasanın maddeleri şekillendirilmiştir.

 Söz konusu yasanın gerekçesinde Osmanlı Devleti’nin iskân politikası “Türkleştirmeyi-Türkçe konuşulmasını topluma yeterince dayatmamış olması”ndan dolayı eleştirilerek, İskan kanununun maddelerini Türk ırkçılığını esas alarak yazılmıştır.

 Bu yasaya göre “göçmen olarak kabul edileceklerde aranan temel özellik, “Türk ırkından olanlar veya Türk kültürüne bağlı olup da Türkçe konuşup, Türkçeden başka dil bilmeyenler…” olarak belirlenmiş ve bunların hangi biçimde gelmiş olurlarsa olsunlar, “hızla vatandaşlığa kabul işlemlerinin yapılması” kararlaştırılmıştır. “şüphe edilen… Pomaklar, Boşnaklar, Tatarlar, Karapapahlar hakkından da” tahkikatın sürdürülmesine, “..Başka bir devletin tabiiyetindeki Kürtler, Araplar ve Arnavutlar gibi Türkçeden başka dil konuşan diğer Müslümanlara ve.. ecnebi Hristiyanlara ve Yahudilere” ayrıca “Türk harsına dahil olmayanlarla... anarşistler, casuslar, Çingeneler ve memleket haricine çıkarılmış olanların” mülteci olarak alınmaması bu yasanın temel prensibi olarak belirlenmiştir. Açıkça görüldüğü gibi, henüz Hitler iktidarda değilken, Türk devleti, Hitler’in zihniyetini iktidar gücü olarak yasalaştırmış ve uygulamıştır. 

Böylece 1934 yılında, 2510 sayılı İskân Kanun’uyla Türk devleti, Türkiye coğrafyasının dışında gelenlere “yasa” zoruyla Türk olmayı dayatmış, göç ve mülteciler üzerinde bir “ulus inşa etmeyi” yasaya bağlamıştır. Bu yasayı tamamlayan “şark ıslahat planı” yasasıyla da Türk olmayan Kürt, Alevi, Laz, Çerkes ve diğer halkların Türkleştirilmesi amaçlanmıştır. Bugüne kadar yaşanan soykırım, katliam ve asimilasyon uygulamalarının pratikleştirilmesi, bu Türkleştirme projesinin sonuç vermesini sağlanmak içindir.     

Cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak ve çeşitli biçimlerde sunulan “güvenlik kaygıları” bu politikanın üstünü örtmek amacıyla kullanılan bir kılıf olmuştur. Kürt halkının hak taleplerine karşı kanla sürdürülen savaşçılık, başka ülkelerden gelen göçmenleri Türkleştirmek amacıyla sürdürülen bu politikayla at başı giden ve birbirini tamamlayan sistematik politikanın farklı biçimleri olarak yaşanmıştır. 

Savaşlarla azalan nüfusta bir “Türk ulusu yaratma” çalışmasının, bu coğrafyada yaşayan diğer halkların nüfusunun çok olmasından dolayı kolay olmayacağı ortadadır. Bu nedenle, Ocak 1923’te İzmit’te Mustafa Kemal: “… nüfusumuzu tezyid etmek lazımdır … Eğer Rusya’dan da getirmek mümkün olursa oradan da getireceğiz. Fakat bence Garbi Trakya’dan kâmilen Türkleri nakletmek lazımdır…” diye belirtmektedir. (A. İnan, Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 Eskişehir-İzmit Konuşmalar›, Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara 1982, s. 54.) 

Konuyla ilgili yapılan bir başka değerlendirmeden de şunlar belirtilmektedir. “Ulus devletin inşa sürecinde göç politikaları, yeni ve türdeş bir toplumsal yapı oluşturmada etkin bir araç olarak kullanılmıştır. Özellikle de Erken Cumhuriyet Dönemi göç politikalarında din ölçütü yanında, Anadolu Türk kültürüne uyum sağlama ve toplumsal yapıyla bütünleşme gibi ölçütlerin de belirleyiciliğinde ülke nüfusunun artırılması amacı ile dışarıdan, özellikle de Balkan topraklarından, Türk kökenli göçmen getirilmesi sistemli bir politika olarak uygulanmış, 1923- 1938 yıllarında Bulgaristan, Romanya ve Yugoslavya gibi Balkan ülkelerinden Türkiye’ye 410 bin dolayında Türk göçmeni gelmiştir”

 Bu göçmenlere bakıldığında, Türk devletinin nüfusunun çok büyük bir kısmının göçmenlerde oluştuğu açıktır. Osmanlı devletine 18. ve 20. yüzyılda Balkanlar’da, Kırım’da ve Kafkaslar’da yapılan göçlerle gelenler, bugün bu coğrafyada yaşayan ve kendilerini Türk olarak kabul edenlerin atalarıdırlar. Ya da başka bir ifadeyle, bugün kendisini Türk olarak tanımlayanların çok büyük bir oranı, bundan yüz yıl önce başka coğrafyalarda gelip bu topraklara yerleşmiş veya yerleştirilmiş olan mültecilerin veya göçmenlerin, dönemin ifadesiyle “muhacirlerin,” torunlarıdırlar.

 Bütün bunlar göstermektedir ki, Türk devleti, mültecilere, başından beri hiçbir insani sorumluluk ve hassasiyet üzerinde yaklaşmaktadır. Türk devletinin izlediği bu mülteci ve göçmen politikası, Osmanlının 1700’lü yıllarında başlayan ve devam eden bir politikanın güncellenmiş versiyonudur.   

 Mültecilerden ulus yaratmak, askeri ve üretici güç olarak yararlanmak ve bu yolla doğan nüfus fazlalığını avantaj olarak kullanmak gibi temel prensiplere dayalı tarihsel arka planı olan bir politikanın uygulayıcısı olan Türk devletinin Suriyeli mülteciler konusunda nasıl davranacağını bu somut yaşanmışlıklara bakarak anlamak mümkündür.

 Bu çerçevede bakıldığında, tarihsel varlığın da mülteciler in çok büyük payı bulunan ve bu konuda büyük bir birikime sahip olan Türk devletinin, üç- dört milyon Suriyeliyi başka ülkelere gönderme iddiası tas tamam sahtekarca bir yalandır. Türk devleti, Suriyeli mültecileri, hiçbir yere göndermeyecek ve onları hiç bir biçimde gözden çıkartmayacaktır. Türk devletinin Suriyeli mülteciler konusunda bugüne kadar izlediği politika, uluslararası destek ve rüşvet almak için şantaj yapmaktan ibarettir olmuştur. Belki inandırıcı olmak için gerektiğinde bir kısım mülteciyi gönderebilir, ancak bu durum Türk devletinin yaptığı kirli/kanlı şantajı ortadan kaldırmayacaktır.

Yukarıda anlatılan tarihsel geçmişle ortaya çıkan gerçek şu ki Türk devleti ve Erdoğan, büyük bir sermaye olarak düşündüğü Suriyeli mültecileri, kendi kirli ve kanlı amaçları için kullanmaya devam edecektir. Türk devleti, 1960’larda “çok çocuk yapılmasını” bir devlet politikası olarak belirlemişti. Erdoğan’ın bu “çok çocuk yapılması” proğramını her fırsatta ve ısrarla tekrarlaması da bu kapsamda değerlendirilmelidir. Böyle bakıldığında, Erdoğan, yetişmesi zaman alacak olan “çok çocukları” beklerken, bu hazır yetişkin nüfusu, para verseler bile, hiçbir yere göndermeyecektir. Avrupa devletlerinin mülteci akınında korktuğunu gören Erdoğan, bu korkuyu ranta çevirerek, mültecileri, politik/ekonomik rüşvet almak için Demokles’in kılıcı gibi kullanmaktadır.  

Türk devleti bundan önce yaptığı gibi, mültecileri hem sosyal taban olarak değerlendirecek hem de mültecilerin gençlerinde, illegal paramiliter unsurlar olarak yararlanacaktır. Erdoğan’ın SADAT aracılığıyla oluşturduğu 100 bin kişilik paramiliter katiller ordusunun, bu mültecilerden oluşturulduğundan kuşkulanmak için hiçbir makul gerekçe yoktur. Ya da DAİŞ’le birlikte, Erdoğan’ın emrinde, Kürtlere karşı savaşan unsurların bu mültecilerden devşirilmiş katiller sürüsü olduğunu söylemek yanlış bilgi olmayacaktır. 

 Son dönemlerde Türk devletinin, “güvenli bölge” adı altında oluşturmak istediği kontra düzenlemeye bu mültecileri yerleştirmeyi tasarlaması da, mültecileri, nasıl “kendi mal varlığı” gibi düşündüğünün ve bu şekilde değerlendirmek istediğinin en açık kanıtıdır.

 Mültecilere ilişkin hesaplar bundan ibaret değildir. Bilindiği gibi “Güvenli bölge” planı sanıldığı gibi mültecilere yer aramaktan ibaret değildir, daha fazlası amaçlanmaktadır bu planla. Erdoğan’ın yönettiği Türk devleti, kendi vatandaşı yaptığı bu mültecileri Kürdistan topraklarına yerleştirerek, Kürdistan’ı kendi toprağı ilan etmenin koşullarını oluşturmaya çalışmaktadır. Böylece yüz yıllık mülteci politikasıyla “vatan sahibi” olmanın toprak işgal etmenin hesabı yapılmaktadır.

Erdoğan’ın ve Türk devletinin bütün bu karanlık ve kanlı hesapları tutar mı? Bu hesaplar tutmayacak, “yanlış hesap Bağdat’ta dönecektir”. Çünkü “evdeki hesap çarşıya uymamaktadır.” Bundan önce, Ermenileri katlettiler, her yerde mülteci getirerek Türkleştirdiler, Kürtlere ve Alevilere karşı sayısız katliam yaptılar, evet, bütün bunlar doğru. Ancak şimdi bunların hiç birisi mümkün değildir. Ne Kürtler ve Aleviler, her şeye boyun eğecek kadar örgütsüz, ne de Suriyeliler kendi topraklarında vazgeçecek kadar onursuzdur. Erdoğan çevresine topladığı bir avuç DAİŞ’li ile her istediğini yapabileceğini sanıyor, ancak, halklar da diyor ki “geçti Bor’un pazarı, sür eşeği Niğde’ye”

 YARARLANILAN KAYNAKLAR

1.     GÖÇ ARAŞTIRMALARI DERGİSİ-SAYI- 3.OCAK- HAZİRAN 2016 İÇİŞLERİ BAKANLIĞI GÖÇ İDARESİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ

2.     SOSYAL POLİTİKA ÇALIŞMALARI DERGİSİ- EKİM 2018 “OSMANLI DÖNEMİ’NDE GERÇEKLEŞEN GÖÇLERİN KURUMSALLAŞMA VE GÖÇ POLİTİKALARI ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ” Ilgın BARUT1

3.     İTTİHAT VE TERAKKİ'NİN MÜSLÜMANLARI İSKÂN POLİTİKASI (1913-1918). FUAT DÜNDAR.

4.     ATATÜRK DÖNEMİNDE BALKAN GÖÇMENLERİNİN İSKAN ÇALIŞMALARI- 1923- 1938