"Hiçbir çocuk düşman olarak doğmaz, sonradan düşman yapılır " lafını çoğumuz duymuştur. Ben, buna benzer bir cümleyi ilk kez 15 yaşında iken duymuştum. 1975 yılının yaz tatilinde İzmir’e çalışmak için geldiğimde, iki yıl önce İzmir’e taşınmış halamlara da uğramıştım. Sabri eniştem, Köy Enstitüsü mezunu insan güzeli aydın bir öğretmendi. 

Tayinini Tokat’tan İzmir’e çıkartmış, oraya yerleşmişlerdi. Üç oğlundan en küçüğü Orhan, benden sadece üç yaş büyüktü. Tokat da iken birlikte çok güzel çocukluk anılarımız olmuştu. Hem akraba hem kafa denk iki arkadaştık. Her konuyu tartışırdık. Tabi siyaset de bunun içindeydi.

O yıllar, Ecevit'in "umut" olduğu yıllardı. Büyük şehirlerde "Karaoğlan" rüzgârı esiyordu. Bunda, 1974 'Kıbrıs Barış Harekât‘ın daki oynadığı rolün büyük payı vardı. Tokat da iken duyduğum, "Komünist Ecevit'in" vatan haini olma söylentilerinin aksine Ecevit, Kıbrıslı Türkleri EOKA’cı Yunanlı faşistlerden kurtaran bir " fatih " olmuştu. Bu olay, MHP’lilerin, Adalet Partililerin, Tokat da baskın görüş hale getirdikleri "Komünist Ecevit" profiline uymuyordu. Onları yalanlayan bir gelişmeydi. Bu benim için aynı zaman da sağ partilerin yalan ve iftiralarına ilk tanık oluşumdu. Bu yüzden ben de Ecevitçi olmuştum. Ama bu, o yaşıma kadar Tokat da bilinçaltına yerleştirilmiş veya bundan etkilenmiş Türkçü- milliyetçi duygularla olmuştu.

Yunan ve Rus düşmanlığı hâlâ güçlüydü. Alevi-kızılbaş düşmanlığını daha yeni geride bırakmıştım. Bunda, ortaokul aşkımın bir Alevi kız oluşu büyük rol oynamıştı. Allah'ın ve dinin, insanların sevgisine karışmasına itiraz etmem de böylece başlamış oldu. Dindar tutucu çevremden ne duymuşsam tersini keşfetmeye başlamıştım. Ama Yunan ve Rus düşmanlığı henüz yok olmamıştı. İzmir de halaoğlu ile bu yüzden tartışmıştık. Onun bana, " Yunan halkı bizim düşmanımız değil, kardeşimiz." demesi beni şoke etmişti.

Benim ilk tepkim, "İzmir’e gelmekle Yunanlılara yakınlaşmış, Türklükten uzaklaşmışsın" biçimindeydi.

Halaoğlu bendeki sabitleşmiş düşünceyi yıkmak için bir süre zorlandı. Sonra basit bir örnek verdi. "Dayıoğlu, Türk ve Yunan aileler den yeni doğmuş iki bebek alalım. Ve bu iki bebeği uzak bir ormanda ne Türklükten ne de Yunanlılıktan bahseden bir ailede büyütelim. Bu iki bebek büyüdüklerin de birbirlerine kardeş mi olur, düşman mı olur?" sorusunu yöneltmişti.

Ben hâlâ inatla düşman olur desem de, aklım kardeş olur demeye başladı. Tabi bunu belli etmiyordum. Orhan'ın verdiği örnek gerçekten güzeldi. Ama haklı olduğunu söyleyemedim ilk anda. Çünkü Türklük den önce insan olma gerçeğine dönüş hiç de öyle kolay değildi. Bunun için daha çok okumam, daha çok insanları ve olayları gözlemlemem gerekiyordu. Bu da aslında fazla sürmedi sayılır. Çünkü çocukluktan gelen bir okuma alışkanlığı vardı. Elime ne geçerse okuyordum.

16 yaşında Felsefenin Temel İlkeleri'ni okuduktan sonra beynimde şimşekler çakmıştı. Emek-sermaye çelişkisin den yoksulluğun ve zenginliğin nedenlerini öğrenmiştim. Daha önce okuduğum tüm dini kitapların uyduruk hikâyeler olduğunu anlamıştım artık. Beynime vurulmuş günahlı kelepçelerden hızla kurtulup özgür düşünmeye ve sorgulama sürecine böylece adım atmış oldum.

 İÇİMİZDEKİ IRKÇILIK

44 yıllık Solcu- devrimci geçmiş de kuşkusuz çok şey, gördüm, yaşadım ve öğrendim. En son Amerika da başlayan ırkçılık karşıtı gösteriler ile tekrar insanlığın gündemine giren ırkçılık-milliyetçilik sorunu, ister istemez herkesi ilgilendirdi. Bende bunun dışında değilim tabi. Bu konuda dikkatimi çeken şey, herkes ırkçılığa karşı. Ama herkes ırkçılığın ne olduğunu bilmiyor.

Irkçı olduğunun farkında olmayanların bile ırkçılığa karşı gösteriler de yer alması aslında incelenmeli. Irkçılık sadece sağcı faşist hareketlere özgü değil. Sol içerisinde de kendine yer açmış bir ırkçılık var. Mezhep ve ırk üzerinden ulusalcılık öğretisini çocuklarına ve taraftarlarına aktaran bir dizi " Solcu " akımlar var. Hâlâ olmayan " ırk " terimini kullanarak ayrı özelliklere sahip olduklarına inananlar var.

Günlük ilişkilerde farklı dil, din ve kültürden gelen insanlar, birbirleri ile olan diyaloglarda ve sorunlarda herhangi bir olayı anlatırken, söz konusu olayın asıl aktörüne ait olan, Ali, Helmut, Dimitri, Lara, Baran adları ile yorumlama yerine, bizim Almanlar, bizim Türkler, bizim Kürtler, bizim Çerkezler gibi genelleme yoluna başvuruyorlar. Ait olduğu dil ve kültür grubunu toptan Ali'nin, Veli'nin kişisel eylemine ortak eden bilinçaltı bir alışkanlık var. Ölümler de, felaketlerde veya sevinçlerde genel olarak insan arama yerine herkes kendi halk grubuna ait insanı arıyor.

Çoğunluk, insan olduğuna bakmadan, kendisine sonradan ailesi ve çevresi tarafından aktarılan öğretilere göre Türk, Kürt, Ermeni, Alman, İtalyan vb ayrımlara giriyor. Ne diyor: "Ben Türk olarak doğdum, Ben Kürt olarak doğdum, Ben Alevi olarak doğdum, ben Hristiyan olarak doğdum." gibi iddialarda bulunuyor. Oysa tümü yanlış. Doğru olan, herkes insan olarak doğdu, herkes sonrada Türk, Kürt, Alman, İtalyan, Müslüman, Hristiyan yapıldı. Herkes bunu bilmeli, öğrenmeli...