Kızılderililer diyor ki,

Bindiğin atın ölü olduğunu farkettiğin an o attan inmelisin.“

At kızılderililer için hedefe götüren bir araçtır. Ama bizim bildiğimiz araba gibi falan değil. Çünkü bir kızılderili hayat biçiminden dolayı bindiği atı sadece ulaşımda kullanmaz. O atı besler, büyütür, eğitir, anlar, sever… Onunla arasında hiç kopmayacakmış gibi görünen bir bağ vardır. Hatta görsel düşünecek olursak, kızılderili sürekli at üzerinde olduğundan, onunla hem-i hal olur. Atı olmayan bir kızılderili, ya da üzerinde kızılderili olmayan bir at o coğrafyada düşünülemez bile. Şuraya dikkat: Hal böyleyken yine de diyor ki kızılderililer; „Bindiğin atın ölü olduğunu farkettiğin an o attan inmelisin.“

Düşündürücü değil mi?... Peki bi düşünelim; niye diyorlar bunu? Yani kızılderililer neden bu atasözünde kendileri için son derece kutsal ve elzem olan atı metafar olarak kullanmışlar? Bana göre iki cevabı var.

1. - Çünkü kızılderili kızılderiliyken yani atıyla özdeşleşmişken, yine de atı öldü diye kendisi de kalkıp ölmez. (Buna bir canlının hayata devam etme güdüsü diyelim)

2. - Çünkü kızılderili aslolanın atın kendisi değil, varmak istediği hedef olduğunu bilir ve kendine başka at arar. (Buna da insanın çözüme odaklanma bilinci diyelim)

Yukardaki cevaplardan „güdü ve bilinç“ yani „sezgi ve akıl“ son derece belirleyici olan iki kelime. Bu arada şunun altını çizmek gerek; kızılderilinin bu yaptığı ne iyi ne de kötü bir şeydir. Sadece mevcut durumun bir sonucu, tabiatın kurallarına karşı gelişen çok doğal bir reaksiyondur.

Ancak bizim gibi beton yığınları arasında sıkışıp kalmış „modern insan“ -tabiata yabancılaştığı için mi nedir…?!- bu kadar basit olan bir gerceği göremiyor. Ya da görmezden geliyor. Örneğin kapitalist-emperyalist ya da faşist sistem(ler)e karşı mücadele ederken bile, yine o sistemden aldığımız ve kontra(?!) sandığımız değerler sistemiyle hareket ediyoruz. Nedir bu „kontra“ sandığımız halde sistem(ler)e birebir uyan „pro“ değerler; şeref, onur, namus, gurur, töre, para, kutsal kitap, ideoloji, vatan, millet, bayrak, devrim, mücadele, allah, peygamber, direniş, özgürlük, adaletb eşitlik...vs. Bir süre sonra, yani yeterince fanatikleştiğimizde, kendi yarattığımız o değerler sistemi içinde en doğal olan insani ihtiyaçlarımızdan vazgeçip, en doğal insani reaksiyonlarımızı redderek tabiatimıza aykırı davranıyoruz. Tabiatımıza aykırı davrandığımız için de hedefimize varamıyoruz. Boş yere mücadele etmiş, boşa kürek çekmiş oluyoruz. Yani işin Türkçesi; bazan bindiğimiz atın, başka bir deyişle, bildiğimiz mücadele yönteminin ölü olduğunu inatla reddetmek yerine, metanetle kabullenmekte fayda var.

Niye yazıyorum bunca şeyi? Çünkü Nuriye ve Semih´in üzerine bindikleri atın da ölü olduğunun farkındayım. Benim gibi bunun farkında olan, onları seven ve yaşamı savunan binlerce duyarlı insan var. Ancak bir çoğu bunu açıkça dile getirmeye çekiniyor. Çünkü açlık grevine karşı doğrudan kararlı bir tavır sergilemek, haksız olan devletin yanında olmakla eş değerde görülecek gibi. Oysa bu sadece yüzeysel bir yanılsamadan ibaret. Hayatı savunmakla hiç kimse haksızlığa boyun eğmez.

Ben şahsen devletin KHK uygulamalarına karşıyım. Elbette mücadele etmekten yanayım. Ancak şu politik şartlarda açlık grevinin hedefe götürecek bir eylem biçimi olmadığına da yüzdeyüz eminim. Daha başka mücadele biçimleri denenmeli, ha eğer yoksa, yeni mücadele biçimleri yaratılmalı diye düşünüyorum.

Ölüm bizim için değil...“ ve Ufuk Bektaş Karakaya

Açlık grevi 100 günü aştı. Nuriye ve Semih tercih ettikleri bu eylem tarzından vazgeçemeyecek, yani ölü attan inemeyecek kadar kötü durumdalar. Çok zayıfladılar. Sanal alemde nasıl zayıfladıklarıyla ilgili resimler ve haberler paylaşıldıkça, onları destekleyenler de çoğaldı. Kimi açlık grevi yapıyor, kimi şiir yazıyor, kimi eylem alanına gidip hatıra fotoğrafı çekiyor ya da çektiriyor. O insanların çoğu için bu durum bir tür sosyal faliyetken, buna politik dilde „kamuoyu yaratma“ ya da „ses getiren eylemler yapma“ deniyor. Peki kamuoyu yaratıldığında ya da ses getiren eylemler yapıldığında, meselenin esas muhattabı olan devlet kurumları geri adım atıyor mu? - Hayır.

Bu haliyle okuduğum ve dinlediğim hamaset laflarını ölüme alkış tutmak gibi görüyorum ve ürperiyorum. Bi kere Nuriye ve Semih´in hayatlarını kaybetmeleri ya da hayatta kalsalar bile telafisi mümkün olmayan sağlık sorunları yaşamaları canlı olarak tabiatımıza ters bir şey. Sebebi, gerekçesi, adı ne olursa olsun, kutsanmış hiçbir değer insanın yaşama güdüsünün önüne konulmamalı. Tıpkı yukarda bahsettiğim kızılderili atasözünde olduğu gibi. At önemlidir ama hedefe varma ve hele ki hayatı idame ettirme çok çok daha önemli.

Ben bugüne kadar ölümle karşılaşmadım. Ya da hani derler ya, „ölümden döndüm...“ diye, öyle bir şey de yaşamadım. Ama ölümle karşılaşan, ölümden dönen insanları tanıdım. Onlarla sohpet ettim, söyleşiler yapıp yazdım. Onların yazdıklarını okudum. Bunlardan biri Ufuk Bektaş Karakaya. Onun tarihsel belge niteliğindeki otobiyografik kitaplarını okurken, anlattığı anılarından, „devrimci değerler“ adına ölümün nasıl kutsandığına bir kez daha tanık oldum. Hayat hikayesi tamamıyla devrimci mücadele ve direnişlerden oluşan Ufuk defalarca ölümle karşılaşmış, ölümden dönmüş. Bunlardan en önemlisi 1984´te yaşadığı ölüm orucu... Kendisiyle birlikte ölüm orucuna katılan bazı arkadaşlarını orada kaybetmiş. Şu anda bu arkadaşlarından biri olan Mehmet Fatih Öktülmüş´ün biyografisi üzerine çalışıyor.

Ufuk´un şimdiye kadar edindiği hayat tecrübesinden çıkardığı sonuç aynı zamanda kendi yazdığı bir şiirin başlığı ve ilk kitabının adı; Ölüm bizim için değil. Aslında sadece bu cümle bile onun hayat hikayesiyle birleştiğinde herşeyi anlatıyor. Buna rağmen ben yine de sevgili Ufuk´un dün facebook hesabından yaptığı bir paylaşımı bu yazının finali olarak( ve elbette onun iznini alarak) yeniden paylaşmak istiyorum. Nuriye ve Semih´e hitaben şunları söylüyor Ufuk;

"İnsanın içgüdüsü yaşamaktır. Ölmemektir. Oysa siz yaşama içgüdüsünü altettiniz.Bunu yapışınızdaki erdem aklın gücünü aştı. Ama egemenler kör sağır ve dilsiz. Hakkınızda yazılan kahramanlık öykülerine, direniş şiirlerine bakmayın, yığınlar örgütlenmediyse güruhlaşıyor. Yakıcı sorunları, hatta ölümünüzü de dışsallaştırıyor. Ölmeyin , yaşayın! ölümcül direnişleri değil, amansız , bin bir türlü direniş biçimlerini tercih edin! Direniş de bir sanattır, başka enstrümanları deneyin!"

Ufuk´un yukardaki alıntıda yazdığı her kelimeye yüzde yüz katılıyorum. Son olarak eklemek istediğim: Açlık grevinin henüz ölümler gerçekleşmeden usulüne uygun bir şekilde sonlandırılması gerektiği. Bunun muhattabı da devlet kurumlarıyla görüşme halinde olan aracılardır.

Köln, 24.06.2017