Yüreği ve bilincini ezilenlerin dünyasından firar ettirmemekte direnen, özellikle şu dönemde Afganistan ve halkıyla, “başka bir dünya mümkün” diyerek “bambaşka dünyalarla” ilgili gelişmeleri takip edip, okuyan-yazan tüm yüreklerin, mahpus duvarları kokan bu zengin arşive de dokunabilmesi umuduyla...

***

“Sineğin kanadından yağ çıkarma işi”

“Bugünkü Afgan Rejimi’nin insanlık dışı, barbar bir rejim olduğu doğrudur. Hiroşima ve Nagazaki’yi yok eden, devletleri işgal eden, darbeler düzenleyen, bölgesel savaşlara dolar ve silah akıtan, Kyoto Anlaşması’na imza atmayarak ozon tabakası deliğinin genişlemesini hızlandıran Amerikan Devleti, Taliban Rejimi’nden daha az mı barbardır? Yeryüzünün en büyük modern barbarlarını görmek isteyenler bakışlarını batıya çevirmelidirler.”

Devlet-polis şiddetinden aile içi şiddete dek şiddetin, buna paralel işgallerin-savaşların da böylesine doğallaştığı ve kanıksandığı, kapitalizmin yasalarının çok doğal bir şekilde bireylerin tüm ilişkilerine, iliklerine dek sirayet ettiği bir tarihsel virajda, 51 yıl önce yazılan bu kitabın, gerçekten “antika” değerinde bir arşivlenişi var.

Açıkça ifade etmekten çekinmeyeceğim. Kendi koşullarım-yaşamım içerisinde yaklaşık bir on yıldır Afganistan’dan gelenleri ve Avrupa’da onların başlarına getirilenleri, bu vesileyle Afganistan’da yıllarca yaşamış olanların yaptığı araştırmaları canlı canlı okuma-takip edebilme, onların arşivlerine dalabilme olanağını bulmuşken, bu kitapta aktarılabilmiş olanların edinebildiğimiz bilgilerin çok ama çok gerisinde kalacağını düşünmüştüm. Yanılmışım!

Muzaffer Oruçoğlu bu kitabı, 1979’un 24 aralığında başlayan yeni bir Afganistan işgali sırasında, Niğde Cezaevi’nde yazmaya başlar. Sovyet işgalinin başlamasıyla birlikte dergi, gazete, radyo, ansiklopedi, ne tür kaynak bulduysa ve kim ne biliyorsa, hepsini notlar alarak tamamlar.

“Sineğin kanadından yağ çıkarma işiydi bu. O zamanki felsefem de zaten, “bir yavru karınca sidiğinin, deryaya faydası var,” felsefesiydi. İnsan, yokluğu varlığa, olanaksızlığı olanağa dönüştürebilirdi.”

Oruçoğlu bu kaynakları böylesine mütevazi bir şekilde aktarsa da, faydalandığı kaynaklar; Almanya’da KPD aktivisti ve sonrasında MLPD kurucu üyelerinden olan Willi Dickhut’un “Sovyetler Birliği’nde Kapitalizmin Restorasyonu” ciltlerinden, 10 yıl Afganistan’da kalan ve İslam uzmanı bir etnolog olan Michael A. Barry’nin araştırmalarına, yerel ve uluslararası basından aktarımlara dek, tarihsel değerini günümüze kadar hâlâ muhafaza eden kaynaklar didik didik edilmiş ve gerçektende hapishane koşullarında, bir “sineğin kanadından yağ çıkarma işi” gerçekleştirilebilmiş.

Bu “yağ çıkarma” işi kitapta, “Afgan Halkını onların atasözleriyle anlama” noktasına dek getirilebilmiş.

Oruçoğlu, böylesine yoğun bir üç aylık didinme sonucunda toparladığı bu çalışmayı, yayınlanmak üzere, kendilerini sürekli ziyarete gelen Süleyman Cihan’a teslim eder. Kitap “Rus Sosyal Emperyalistlerinin Afganistan’ı Sömürgeleştirmesi” adıyla yayınlanır. Ve hemen iki ay sonra memleketin sırtına 12 Eylül Darbesi biner!

Kitabın dağıtımı yeterince gerçekleştirilemez. Ve ancak şimdi elimize ulaşabilen hali, Sancı Yayınları tarafından yayınlanan ikinci baskısıdır.

Oruçoğlu’nun hapishaneden çıktığı yıl, 1989, işgalin sona erdiği yıldır. Ve tüm bu işgal dönemine ilişkin şunları yazar:

“Bir milyonun üzerinde kayıp, yüz binlerce dul ve yetim, İran’a ve Pakistan’a sığınan beş milyon mülteci. Yaralı ve sakatlarla akli dengesini yitirenlerin ise sayısını kimse bilmiyor. Harabeleşen köylerin, ölen, yaralanan ve de mültecileşen hayvanların, yanan ormanların, terk edilen tarlaların, bağların hazin hikâyesini kimse ağzına alıp anlatmak bile istemiyor.”

Tıpkı içerisinden geçtiğimiz bu dönem gibi!

“Geniş bölgeleri kontrol etmek ve ele geçirmek için kilit noktaları tutmak, hareket üsleri, sıçrama tahtaları ayarlamak tüm emperyalistlerin besmelesidir”

“Bu bir dünya savaşı mı?” denilen kaç dönem geçirildi. Onlar artık, kendi aralarında farklı yöntemlerle gerçekleştirdikleri savaşları “kurtarma harekâtı” olarak nitelendirmeye başladı. Devam edilen, hâlâ bu besmelenin çekilmesi değil de nedir?

“Küçük Afganistan yüzyıllar boyu kuzeyden Orta Asya'yı pençesi altına almak isteyen Rus Çarları’nın, güneyden ise (güneydeki sömürgelerini, özellikle Hindistan'ı sağlama almak için kuzeye doğru ilerleyen ve giderek Afganistan'ı da sömürgeleştiren) İngiliz sömürgecilerinin ve uşaklarının tasallutundan kurtulmanın yollarını arayıp durdu.”

Denilirek, Afganistan’da verilmiş olan bağımsızlık mücadelelerinin tarihi, bu mücadeleler dönemindeki uluslararası dalaşların sayısız strateji-taktiği ile birlikte ve gerçektende akıl sınırlarını zorlayan bir halk direnişi çeşitliliğiyle ayrıntılı bir şekilde aktarılır.

“Afgan Halkı, üçüncü kez, Ekim Devrimi’nden sonra, 1919’da, bu devrimden de aldığı cesaretle, feodallerin ve ticaret burjuvazisinin önderliğinde silaha sarıldı ve “bağımsızlığını” kazandı... Taraki’nin halkı aldatmak için kendisini takipçisi olarak gösterdiği Emanullah Han, İngilizlerin bozgunundan sonra, Lenin ve Stalin’in Sovyetleri’ne karşı dostluk politikası izledi. Sovyetler Birliği, tüm ezilen milletlere olduğu gibi Afganistan’a da sömürgeciliğe karşı mücadelesinde yardımcı oldu...”

Birincisinin enkazları altından bağımsızlık mücadeleleriyle çıkan, belirginleşen, sosyalizme umut bağlayan ülkeciklerin ardından, artık İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı da geride kalmıştır. Hindistan ve Pakistan belirir. İşte Afganistan da bu çeperdedir.

“Stalin'in ölümünden sonra Kruşçev ve şürekâsının proletarya diktatörlüğünü yıkarak yerine bürokrat-burjuva diktatörlüğünü kurmasıyla birlikte “Sovyetler Birliği” ile diğer ülkeler özellikle Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkeleri arasındaki ilişkilerin niteliği de değişti.”

Başta, bu ilişkilerin niteliği ulusların “kendi kaderlerini tayin etme hakları”na riayettir. Ancak Sovyetler Birliği olarak tanımladığımız bu geniş coğrafya ve yönetenlerinin güç-sermaye ilişkileri, o güne dek yaratılan tüm değerleri kapitalist restorasyon yönüne doğru akıtır. (Bu “geriye dönüş” diye tanımlanıyor. Ancak Rusya’da ve tüm dünyada, kapitalizmin gelişiminin hangi aşamasında ütopik sosyalizmden bilimsel sosyalizm fikrine ve uygulamasına varıldığına bakılırsa, sanırım “kapitalist restorasyon”u kullanmak daha doğru olur)

“Rus Sosyal-Emperyalistleri’nin Afganistan'a sızması 1965'lerden, özellikle 1968'lerden sonra iyice yoğunluk kazandı.”

Kitabın yazıldığı dönem, yani hemen 80 öncesi, sadece Türkiye topraklarında değil, tüm dünyada sosyalizmin sorunlarının, SSCB deneyiminin tartışılmaya başlandığı bir dönemdir. Çatırdamaların sarsıntıları her yerde hissedilir. Sosyalist cephedeki tüm ülkelerin “Polemik” olarak arşivlediği tartışma belgeleri toparlanma aşamasındadır. Hapishane gibi, tüm siyasetlerden insanların bulunduğu bir mekân da bu tartışmalar içerisindedir. Böyle bir dönemde, Afganistan işgaline nasıl bakıldığı farklı bir önem kazanır.

“Hint Okyanusu SB ile ABD arasında çok önemli bir rekabet alanıdır. Burası (özellikle Kızıl Deniz ve Basra Körfezi üzerinden) Ortadoğu’ya, Afrika'nın batısına ve Güney Asya'ya hâkim olmak için elde tutulması zorunlu bir hayat sahasıdır. Hint Okyanusu’nda hâkimiyeti ele geçiren emperyalistin, güçlü bir donanmayla Ortadoğu ve bu denize kıyısı olan ülkeler üzerindeki baskısı ve kontrol imkânı artacaktır.”; gerçekliğinden yola çıkarak, 1960’lardan itibaren SSCB’nin Afganistan’daki ithalat-ihracat dökümünü ürünler ve oranlarıyla birlikte çıkarır Oruçoğlu: “1965'de SB'nin Afgan ihracatındaki payı % 25, ithalatındaki payı ise % 54 idi.”

Ve ardından Pakistan, Hindistan, Japonya ve Federal Almanya’nın da payını döküme eder. Nihayetinde; “SB'nin 1975'de Afgan ihracatındaki payı % 39, ithalatındaki ise % 24'dü. 1973'te dış borç tutarı bir milyar dolar olan Afganistan'da “yardım”ların % 60 kadarının Rus Sosyal-Emperyalistleri’ne ait olduğu tahmin edilmektedir.”

“Dünyanın şu anda güvenlik içinde olduğunu söyleyemeyiz. Dünya tehdit altındadır. Emperyalizm, mülk sisteminin gezegendeki yaşamı yıkma noktasına gelişinin adıdır zaten. Onun en iyi anladığı tehdit de, devrim tehdididir. Bu yaratıcı ve yıkıcı tehdit olmadığı müddetçe emperyalizm yeryüzündeki yaşamı tehdit edecektir.”

O dönemlerde yapılan tartışmalar, bugün tüm dünyada, muhalif ancak bilinç öğesinin yeterince yön veremediği akımların çoğaldığı bir gerçeklikte, maalesef hâlâ ve hâlâ şablonlar sürmektedir.

Tartışmaların nüksedişi, adeta bilgilenmeye karşı bir direnç göstermeye dönüşmüştür. Bilgilenmeye karşı direnç göstermekse, bilinç öğesine-değişime karşı direnmektir, çürümedir.

Bu sadece Türkiye’ye, Türkiyeliler’e özgü bir durum olmasa gerek. Oruçoğlu’nun kaynak olarak değerlendirdiği Willi Dickhut’un eserleri ve bu kaynaklardan yaptığı çıkarımlar, Dickhut’un kendi memleketinde de hâlâ bir tartışma konusudur. Ne zaman Rusya’yla ilgili bir gündem gelişse, Almanya’daki ilerici-devrimci hareketler de, bizdeki tartışmaların fotokopisi gibi bir tartışmaya giriverirler. Keza şimdi Afganistan’da olanlar ve dünyaya etkisinin ne olacağına ilişkin belirtilen düşünceler de böyledir. Tarihsel zincir bir yerde yanlış dizilmeye başlanılmakta ve özünde “ilerici” olan yanlarımız dahi fiili olarak tarihin çöplüğüne atılmaktadır.

“1979'un ortalarında Afganistan'daki durum Rusya için endişe vericiydi. Afganistan'ın % 80'nine, nüfusun ise yarıdan fazlasına direnişçiler hakimdi.”

Nüfusun yarıdan fazlasının direnişçilerden oluştuğunu belirten Oruçoğlu, bu direnişçileri, yani Afgan Halkını temsil eden örgütleri programlarıyla, bileşimleriyle ve basına yansıyan açıklamalarıyla birlikte ayrıntılı olarak aktarırken, kapitalist-emperyalistlerle işbirliği içerisinde olan örgütleri ve önderliği kesin olarak tespit edilemeyen örgütleri de aynı şekilde aktarmaya çalışır. O dönem var olan bu 14 örgütün isimleri şöyledir: Hezb-i İslami Afgani (Afganistan İslam Partisi), Hazaralar, Sitam-ı Milli, Gulohi İnkılâbı, Afganistan Komünist Partisi / Marksist-Leninist (İnşa Örgütü), Cephe-i Necatı Milli (Milli Kurtuluş Cephesi), İslamcı Milli Devrim Cephesi, Cemaati İslam, Hareketi İnkılâbı İslam, İslam Partisi, İnkılâbı İslami (İslam Devrimi), Necat-i Vatan, Nassre-ül İslam (İslam Fatihleri), Şule-i Cavit.

Yoğun polemiklerin yaşandığı bir tarihte yazdığı bu kitapta Oruçoğlu, bilinebilen örgütleri değerlendirirken dikkat edilmesi gereken noktalardan birini de şöye ifade eder. Dikkat edilmesi gereken bu nokta, sadece Afganistan değil birçok ülke açısından ve farklı özgünlükleriyle birlikte, tarihteki yerini hâlâ muhafaza etmektedir:

“Afganistan hareketinin önderliği konusunda dikkat etmemiz gereken diğer bir nokta da, belirli bir gücü olan direniş örgütlerinin tümünün “İslam” yaftasını taşıyor olmasıdır. Bu, hem Afganistan’da feodalizmin gücünün; hem de çeşitli emperyalistlerin, ezilen halkların devrimci mücadelelerini kendi hegemonya dalaşlarına alet edebilmek için dinciliği pompalamalarının sonucudur.”

Milliyet gazetesi muhabiri Afganistan’da gördüklerini anlatıyor

Günümüzün gazete-savaş muhabirlerinin aktardığı-aktarabildiği bilgiler, geçmişe göre bambaşkalaştı. (Evet geçmişte “sosyal medya” gibi bir ağ yoktu. Ancak diğer taraftan, en geniş kesimleri jet hızıyla manipüle edebilme yetisine sahip bir “sosyal medya” da yoktu) Gördüklerinin ve yaşadıklarının tamamını isteseler de anlatamıyorlar. İnsan Hakları faaliyetleri sınırları içerisinde, gönüllü olarak bir süreliğine Afganistan’da kalan aktivistlerin raporları dahi önemli oranda sansürden geçmek zorunda. Aktarabildikleri şeyler ağırlıklı olarak, halkın zorda olduğu ve onlara hangi yardımların yapılabildiği.

Ancak bakın o dönem bir Milliyet gazetesi muhabiri, Afganistan’da gördüklerini nasıl anlatıyor:

“Muhabir kamptaki yaşayışı ve iş bölümünü ise şöyle anlatıyor:

Afgan yurtseverler kampında savaşçılar yalnız değillerdi. Yüzlerini bile göremediğimiz kadınlar, başlarını bile çıkarmadıkları çadırlarda, savaşçılar için yemekler yapıyorlardı...

Burada gördüğünüz ve göremediğiniz her Afganlının bir görevi vardır dedi, yüzbaşı Hanif. Çocuklar şu kayaların altındaki bir mağarada silah onarımında çalışıyorlar...”

Ve barınma yerlerinin durumundan yaşlı insanların günlük yaşamda istihdam edilişlerine dek, sayısız sahneyi aktarmayı deniyor gazete muhabiri.

“Modernlikte haklılık yoksa, modernlik de yoktur”

“İki dev sömürgeci devletin çıkarlarının kesiştiği yerde bulunan ve bir “emniyet kemeri” durumunda olan bu mazlum halk, İngiliz sömürgecilerine karşı üç kez silaha sarıldı.”

Böyle üç kez silaha sarılan bu mazlum halk, Davut Han döneminde monarşinin “yıkılışı”nda ve cumhuriyetin “kuruluşu”nda, Davut Han’ın devrilip Amin’in başa geçirilişinde, Amin’in öldürülüp... ve şimdiye dek, daha nice nice dönemlerde sürekli silaha sarılmak zorunda bırakılır.

Tüm bu tarihler içerisinde Afgan Halkına reva görülen, sürekli bir Ortaçağ Karanlığı’dır. Oruçoğlu, bu karanlığı yaratanların daima “aydınlatıcı” rolünü oynama manevralarını detaylı bir biçimde belgeler ve bunu şöyle süzer: “Modernlikte haklılık yoksa, modernlik de yoktur.”

Ve işte o diyarlarda, bir “Afgan Halkı Andı” dahi oluşur:

“Ne özgürlük sevdasıdır

Be hey Brejnev

Ne de Enternasyonalizm

Yağma pazarları

Petrol kokusudur

Ve köprü başları

Hint okyanusudur

Seni çeken...”

Yüreği ve bilincini ezilenlerin dünyasından firar ettirmemekte direnen, özellikle şu dönemde Afganistan ve halkıyla, “başka bir dünya mümkün” diyerek “bambaşka dünyalarla” ilgili gelişmeleri takip edip, okuyan-yazan tüm yüreklerin, mahpus duvarları kokan bu zengin arşive de dokunabilmesi umuduyla...