Balyoz ve Ergenekon davalarında hukuksuzluk olduğuna dair çok sayıda şikâyet oldu ve o yönde bir algı oluştu. Hükümet yanlıları ise değerlendirmeyi vesayetçi sistemin savunuculuğuna indirgediler ve ulusalcı siyaseti veri aldığımızda muhtemelen önemli oranda da haklıydılar.

Ama söz konusu davalarda gerçekten de ‘hukuksuzluk’ yaşandı.

Bunlardan biri, kısaca ifade etmek gerekirse adil yargılanma hakkını rencide eden cinstendi. Eklemek gerek ki savunma tarafı da bu hakkın ihlalini zorlamak üzere bir tür aktivizm ortaya koydu. Kısacası hukuk bizzat yargılananlar nezdinde de ‘siyasi’ bir arena olarak algılandı ve kullanılmaya çalışıldı. Böylece yargı makamının da ‘siyasi’ tutum aldığını iddia etmek daha kolay hale geldi. Öte yandan yargıçların zihnine girip bakamayacağımıza göre, aldıkları kararların gerçekten de ideolojik nedenlerle siyasi nitelik arz edip etmediğini bilmiyoruz. Bütün bunlar Balyoz ve Ergenekon’un ‘siyasi’ davalar olarak tanımlanmasıyla sonuçlandı.

Ancak her şey ‘kitabına uygun’ yapılsa, adil yargılanma ilkesine tamamen uyulsa ve kararların tümüyle nesnel bir zeminde alındığı düşünülseydi bile, bu davalar ‘siyasi’ olacaktı… Mesele hukukun siyasallaşması değil, hukukun zaten fazlasıyla siyasi olması ve bu durum tüm zamanlar ve kültürler için geçerli. Mesele bazı davaların yerleşik hukuk sisteminin ürettiği adalet çerçevesinin içine ‘sığmaması’, o nedenle ‘de facto’ bir hukuksal tasarrufu davet etmesidir. Her devrimsel dönem bu gibi durumları ortaya çıkarır. Çünkü herhangi bir hukuk sistemi, o toplumda veya ülkede geçmişte var olan yerleşik rejimin parçasıdır. Ayrıca dönemin ‘evrenselliğine’ ne denli uyum gösterse de her hukuk sistemi, içinde yeşerdiği toplumun kültürel yapısından ve rejimin ideolojisinden etkilenir. Bu etkilenmenin en bariz özelliği ise hukuk sistemlerinin rejimi ve geleneği koruma, kollama ve idame ettirme prensipleri üzerine oturtulmasıdır.

Dolayısıyla bir devrim yaşandığında, yani bir ülkede rejimin niteliklerinde kalıcı bir değişim zorlandığında, yeni rejim kendisini bir açmazla karşı karşıya bulur: Ya değişimi bir ‘kırılma’ olarak tanımlayacak, böylece kendi hukukunu ihsas edecek ve eski rejimi yargılayacaktır; ya da değişimi süreklilik içinde arayacak ve yeni rejimi eski hukuk üzerinden tedrici olarak inşa edecektir. Birinci yol çok daha kolaydır… Örneğin Cumhuriyet’in kuruluşunda rejimi geçmiş Osmanlı mirasından ‘kopuşun’ taşıyıcı aktörü olarak tanımladığınızda, önünüze hukuk adı altında istediğiniz kadar özgür bir alan açılabilir ve herhangi bir uygulamaya ‘hukuk’ işlevi kazandırabilirsiniz. Bu sayede hukukçu bile olmayan insanları yargıç yapabilir, savunma kavramını bile hiçe sayan İstiklal Mahkemeleri kurabilir ve onlarca ‘rejim düşmanını’ salt ideolojik bir ayıklama sonucu asabilirsiniz.

Ancak ikinci yol çetrefillidir… Hem elinizdeki hukuka uymak, hem de yeni rejimi inşa edecek bir kurumsal zemin oluşturmak zorundasınız. Balyoz ve Ergenekon davalarının asıl kritik noktası, Türkiye’de askerin sadece rejimi kollama değil, aynı zamanda onu süreklilik içinde oluşturma gücüne sahip olması ve bunun ‘hukuki’ kılınmasıdır. Bu nedenle Türkiye’de darbe hazırlıkları aslında rejimin tahayyülündeki hukukun sınırlarını aşmaz. Darbe planları yapanlar aslında kendi görevlerini yapmakta, seçilmiş hükümetlerin rejimi değiştirme ihtimalini engellemek üzere tedbir almaktadırlar. Bu durumda söz konusu darbecilerin var olan hukuk sistematiği içinde suçlu bulunma ihtimalleri son derece azdır. Ancak ortada yaşanmakta olan da bir ‘devrim’ vardır…

Vesayet sistemi bitmekte, demokrasinin gereği olarak siyasetin devletten bağımsız hale gelmesini ifade eden ve geriye dönüş yollarını kapatmayı hedefleyen bir süreç yaşanmaktadır. Buna karşılık elinizde yeni bir hukuk yoktur… Eski hukukun içinde kalmakla birlikte onu esneterek, yani bir anlamda eski sistem açısından ‘hukuksuzluk’ alanına geçerek, rejimin kalıntısını atmak ve yeniye zemin hazırlamak durumundasınız. Bu ‘hukuksuzluk’ ideolojik tercihi yansıtır ve bir sonraki dönem hukukunun sembolik açıdan kurucu unsurunu oluşturur.

Kıssadan hisse, hiçbir hukuk sisteminin mutlak olmadığı, daima bir ‘büyük’ siyaset tarafından belirlendiği gerçeğidir. Hangi hukuk sisteminin ‘doğru’ olduğu ise toplumsal zihniyet tarafından belirlenecek, bir zihni tavrın evrenselleşmesi durumunda ise ona uygun hukuk sistematiği ‘nesnel’ ve siyaset üstü olarak görülecektir. Ama asıl gerçeklik bakidir: Her hukuk sistemi ideolojik bir tercihi ima eder, siyasetin ürünüdür ve doğal olarak yanlıdır.'