Bekir Coşkun: Hani bir deyim vardır Anadolu’dan; Sarı ineği vermeyecektiniz diye. Ondan ben bir yazı yazdım. Sarı ineği vermeyin diye.  Doğa ile ilgili bir hikâyedir. Aslanlar ineklere, öküzlere gidip diyorlar ki, "Sizi yiyeceğiz. Şu sarı ineği ver vazgeçelim" diyorlar. Sarı ineği veriyorlar. Derken aslanlar her acıkmada geliyorlar bir sarı ineği yiyorlar. Sonunda iki tane öküz kalıyor. O öküzlerden birisi diyor ki "Sarı ineği vermeyecektik." Biz o zaman bunu çok bekledik. Sarı ineği vermeyin, dedik. O sarı ineklerden birisi de benim. İneği verdiler.
Aydın Doğan
, Gezi Parkı olayları başladığı sırada Doğan grubu yayınlarından CNNTürk'te penguenlerle ilgili belgesel gösterilmesi konusunda ilk kez konuştu. Doğan, "O tamamen bir şapşallık. Yani bir kasıt falan değil" dedi. Doğan, protestolara neden olan belgesel yayını konusunda Doğan Holding Yönetim Kurulu Başkanı olan kızı Begümhan Doğan Faralyalı'nın "Ne yapıyorsunuz siz? Belgesel yayınlıyorsunuz" diyerek kendisini uyardığını söyledi.



T24
'ten Sinan Babul'un haberine göre Aydın Doğan bu açıklamayı, görüşleri nedeniyle işsiz bırakılan gazetecileri ve bu bağlamda medyaya yapılan baskıları ele alan  "Persona Non Grata" adlı belgeselde dile getirdi. Belgeselde, görüş, haber ve yazıları nedeniyle işsiz bırakılan gazetecilerin hikâyeleri, kendi anlatımlarıyla dile getiriliyor.

Bağımsız Gazetecilik Platformu P24'ün desteğiyle hazırlanan, Tuluhan Tekelioğlu'nun çektiği, müziğini Erhan Güleryüz'ün yaptığı, Fazıl Say'ın da eserlerini kullanma izni verdiği belgeselin ilk gösterimi, 3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü etkinlikleri kapsamında sponsorluk desteği veren İsveç İstanbul Başkonsolosluğu'nda gerçekleştirildi.  Hasan Cemal'in Yönetim Kurulu Başkanlığı'nı yaptığı P24'ün hayata geçirdiği projede sırasıyla şu isimlerin anlatımlarına yer verildi:



Can Dündar
, Fatih Yağmur, Uluç Özcü, Sibel Oral, Ahmet Şık, Murat Aksoy, Hasan Cemal, Derya Sazak, Fatih Altaylı, Bekir Coşkun, Ayşenur Arslan, Gürkan Hacır, Sevim Özay, Rıdvan Akar, Aydın Doğan, Doğan Ertuğrul, Yekta Kılıç, Tuğçe Tatari, Mustafa Kuleli.

İşsiz bırakılan gazetecilerin belgeselde yaptıkları açıklamaların tam metni, belgeseldeki sırasıyla, şöyle:

'Ömrümüzün yarısı mahkemelerde geçiyor'

Can Dündar / Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni: Bugün 26 Şubat. Cumhurbaşkanımızın yaş günü. Kendine özgü bir yaş kutlaması yapıyor. Kendisine hakaret ettiğini idia ettiği gazetecilerin yargılaması var bugün. İki dizi yaptım. Birisi 17 Aralık’ta ne yaşandığını anlatan bir diziydi. Onun savcısıyla konuştum. Onunla ilgili soruşturma başlattılar. Savcıyla konuştuğum için. Orada ifade vereceğim.

Öbürü de 25 Aralık yolsuzluk operasyonuyla ilgili polis fezlekelerini yayınlamıştım. Orada da hakaret ve gizliliği ihlalden dolayı dava açıldı. 9 yıla kadar hapsim istemiyor. Orada da bugün mahkemenin ilk duruşması. Zorla getirilme kararı var hakkımda. Dolayısıyla yarım saate kadar yetişemezsek tutukklanma ihtimali var. Onun için köprü trafiğini aşmaya çalışıyoruz.

Bir dava daha var bugün yargılamasına başlanacak. O da fezlekelerin açıklanması üzerine yasak konmuştu, sansür vardı ve o yasağın karşısına çıktım, o fezlekeleri bilmek halkın hakkı diye bir köşe yazısı yazmıştım. Onda da hakaret suçu bulmuşlar. Orada da dava açıldı. İkisinde de başbakan ve oğlunun karşısında bugün sanık olarak bugün mahkemeye çıkacağım. Artık mesleğin bir parçası gözüyle bakıyoruz. Yargılanmayanlarda bir mahçubiyet hissi oluyor. Biz işin tadını çıkarıyoruz.

Dünkü duruşmayı manşete çektik bugün. Aslında sadece benimle ilgili değil. Son üç ayda 80 kişi Erdoğan’ a hakaretten suçlanmış, davalar açılmış. Tüm listeleri de gördük. Ciddi bir, her eleştiriyi hakaret sayan bir cumhurbaşkanımız var. Dolayısıyla bizim ömrümüzün yarısı mahkemelerde geçmeye başladı.

'İşten atıldım, haberlerim silindi, sitemiz kapatıldı'

Fatih Yağmur / Adliye muhabiri: 14 Ağustos günü gazeteye işten atılmam için uyarı geldiğini öğrendim. Yönetim tarafından bana anlatılana göre MİT Müsteşarı Hakan Fidan Erdoğan'a, başbakanlığı döneminde şahsımla ilgili brifing verdiği, benim polis ve savcılarla irtibatımın olduğu, telefon görüşmelerimin olduğu, bu polislerden bilgi belge aldığımı ve bu polislere hizmet ettiğimi söylemiş. Bu şekilde bir belge geldiği ifade edildi MİT'ten. Bu konuda ben de gazete yönetimine sordum kiminle görüşebilirim. Ben bir adliye muhabiriyim. Bir manavdan ya da çaycıdan haber alacak değilim.

Radikal’de yayımlanan haberlerim yine mahkeme kararıyla geçmişe dönük siteden sildirildi. Açtığımız site kapatıldı. Sonrasında attığım tweetler mahkeme kararıyla karartıldı. Ve halkın haber alma özgürlüğü, bilgiyi aktarmak için ne yapılabilir diye düşündüğümde, gazeteciliği yapabileceğimiz bir mecra kalmadı.

'Ölmeye yatıyordum, tuvalet, yeme, yatma alışkanlığım bile değişti'

Uluç Özcü / Foto muhabiri: Balmumcu’da Sabah gazetesi ve dergi grubunun önüne 16-17 kişilik bir kadın grubu geldi. Ellerinde dövizler vardı. Ben de o sırada binanın önünde sigara içiyordum arkadaşlarla. Makara kukara yapıyorduk. O 16 kadın içerisinden bir tanesi benim arkadaşım çıktı. Modern dansçı bir arkadaşım. Uzun zamandan beri görüşmüyorduk. Öpüştük, sarıldık, nasılsın iyi misin, dedik birbirimize ve ona aynen size söylediğimi söyledim. Sen protesto etmeye geldin. Ben protesto ettiğin taraftayım. Her neyse sen nasılsın iyi misin hayat nasıl gidiyor, diye konuştuk. Bu kadar. Bu konuşmadan birkaç saat sonra insan kaynaklarından çağırdılar ve iş akdime son verdiler.

Ölmeye yatıyordum, açık söylemek gerekirse. Uyanmayayım diye yatıyordum. Çünkü benim tuvalet alışkanlığım bile değişti. Bütün o saatler değişti. Yeme düzenim değişti. Yatma zamanım değişti, kalkma zamanım değişti ve o süreden sonra ben birçok telefon aldım. Gerek sendikadan diger gazetelerden yurt dışı gazetecilerden hepsinden kaçtım.Facebook’tan çıktım, Twitter'dan çıktım. Böyle olunca baktım olacak gibi değil, hakikaten olayı kotaramayacağım. Bir psikiyatriste gittim. ‘Seni bir hastaneye yatıralım’ dedi. 

'Attığım tweetler nedeniyle işime son verdiler'

Sibel Oral / Kültür sanat editörü: Bir cumartesi günüydü. Çalıştığım Akşam Gazetesi Yayın Koordinatörü yanıma geldi ve beni yanına çağırdı. Birazcık konuşalım dedi. Tedirgindi. Ben gittim. Ve bana attığım tweetler nedeniyle gazete yönetiminin rahatsız olduğunu ve işime son verdiklerini söyledi. Buna İnanamadım.

'Sadece işten değil, sektörden attılar'

Ahmet Şık / İşinden atıldı, 375 gün tutuklu kaldı: Haberlerimizin giderek daha fazla sansürlenmesine itiraz ettiğim için, birebir sansürle boğuşmak zorunda kaldığım için ve bu sendikal faaliyetlerde bulunmak nedeniyle beni sadece işten değil,  sektörden attılar.

Bu sadece iktidarlar eliyle olmadı. Her iktidar bunu ister. En demokratik görüneni bile. Burada mesele insanların kendi mesleğine, kendi özgürlüğüne ve meslek ahlakına sahip çıkmamasıyla ilgili bir sorun var. Ve eskiden şey diye rasyonalize edebiliyordum. ‘insanların ekmek parası. Çoluğu çocuğu var.’ Ama artık bu rasyonelleştirme amacını aşan çok korkunç bir dönem yaşıyoruz. 

Çünkü risk almak istemiyorlar. Hayatlarındaki birtakım var olan iyi ya da kötü olanaklarından vazgeçemiyorlar. Kartvizitlerinde gazeteci yazması çok önemli. Egoları tatmin oluyor. Bunların hepsini mesleğin ciddi bir hastalığı olarak görüyorum ben. Bir kere bunlardan kurtulmak lazım.

'Kızımla birbirimize sarılıp ağladık'

Murat Aksoy / Köşe yazarı, editör: Kızım o zaman 7 yaşındaydı. Atıldığım gün, öncesi ya da bir iki gün sonra, annesi biraz tabii konuşmuşlar ve ben uyutuyordum. Yatağa girdik. ‘Baba seni işten mi attılar’ dedi.  Ben de ‘Nereden biliyorsun?’ dedim, ‘Annemle biraz konuştuk’ dedi. ‘Doğruları yazdıysan sorun yok’ dedi. Ve birbirimize sarılıp ağladık. Kız yedi yaşındaydı ben de 45 yaşında bir adamım yani.

Ben AK Parti’ye 2011 seçimlerinde oy verdim. Neden oy verdiğimi de yazdım. Referandumda da yine "evet" dedim. Ve neden evet dediğimizi de yazdım. Çünkü bu insanların değiştiğini ve hep birlikte yeni bir Türkiye kurabileceğimizi düşündüm. Ama gerçekte 2012’den sonraki özellikle Arap Baharı’nın yaşattığı travma ya da orada gördükleri imkânı demokratikleşme için değil, tam tersine biz hepimizi Müslümanlaştırma, farklı olanı yok etme üzerine bunlar kullandılar ve ben o andan itibaren zaten asla geçmişte yaptıklarım için pişman değilim. Ama şu anda somut duruma baktığım zaman şu anda yapabileceğim tek şey; eleştiriyorum.

Gezi İslami dünyada, muhafazakâr kesimde çok büyük bir kırılma yarattı. Ve ilk defa Yeni Şafak gibi benim çalıştığım bir gazetede,hükümete yakın dursa da, hep bir mesafesi olan bir gazetede bile gazete yönetimi şunu söyledi; 'bu bizim için artık bir varlık yokluk meselesi.’

Bizim Yeni Şafak; muhafazakâr medyada da, diğer ana akım medyada da neredeyse maaşların üçte bir (oranında) olduğu bir şeydi. Yani ben yazarlık, editörlük, haftalık söyleşiler yaparak ayda 3 bin 300 lira alıyordum. Üç iş yapıyordum ve tek başına yapıyordum. Deşifreyi de kendim yapıyordum. Sayfayı da kendim yapıyordum. Fakat şimdi bu Gezi’den sonraki bir yıl içinde bazı arkadaşlarla dolaylı konuştuk. Maaşları neredeyse ikiye üçe çıkmış. Bunu sadece bizim gazete için söylüyorum. Pek çok kişi o süreçte ev aldı. TOKİ’den oradan buradan. Hepsinin borçları 8-10 yıllık kredi aldılar ve hepsinin kredileri kapatıldı yani.

'Hiçbir diktatör gazetecilerin sesini kesemez'

Hasan Cemal / Köşe yazarı: Ben 46 yıllık gazeteci Hasan Cemal. İşimi, bir gazeteci olarak bu memleketin başbakanıyla, Tayyip Erdoğan’la gazetecilik anlayışımız uyuşmadığı için kaybettim. Türkiye ‘Emret komutanım’ gazeteciliğinden ‘Beyefendi rahatsız olmasın’ gazeteciliğine gelmiştir. Bu çok acıdır. Umudum var. İyimserim. Türkiye’de basının ve gazetecilerin sesini hiçbir diktatör kesemez.

'Gazeteleri hükümet komiserleri yönetiyor'

Derya Sazak / Eski Milliyet-Yurt gazeteleri genel yayın yönetmeni: Başbakan çıkıyor Balıkesir’de ‘Batsın sizin gazeteeciliğiniz’ diyor.  Erdoğan Demirören Başbakan'ı arayıp ‘Parton seni üzdük mü’ diyen söyleşinin sonunda özür konuşması, utanmadan ağladı ya. Ağladı. Bir Başbakan konuşmasıyla bir gazete sahibini ağlattı.

Gazeteler genel yayın yönetmenlerinin elinde değil. Gazeteleri hükümet komiserleri yönetiyor. Bu hükümetin atadığı komiserler yönetiyor. Ve bu komiserlik sisteminin başındaki kişi de Yalçın Akdoğan’dır. Bakın ben bunu açıkladım. Bizim olayımızda yaşadım. İkinci isim; sonradan görevden aldılar; Hüseyin Çelik’tir. Bu Başbakanlık karargâhında bu piramitin üzerinde de Tayyip Erdoğan vardır.

Bizi oradan atan dalga bir siyasi dalgadır. Durup dururken de bu duruma gelmedik. Sonuçta Hasan Cemal gitti. Ben bir süre daha kaldım. İkinci büyük dalga Gezi dalgasıydı ve o da  hepimizi yuttu. Bu sefer tutturdular Can Dündar’ı at diye. Ya bunun sonu yok, dedim. Ali topu at. Onu at, bunu at. Adam durmadan telefon açıyor onu at bunu al.

('Aydın Doğan’ın size hediye ettiği ev mi' sorusu üzerine)

Hayır hediye değil. Öyle bir şey söz konusu bile değil. Ben Ankara’dan geldikten sonra ikinci yılın sonunda yalnız bana değil, Ertuğrul’a, Mehmet Ali Yalçındağ’a da gazetedeki ücret ve mukavelemizin gereği olarak alınan ev. Benim gazeteci olarak Ankara’dan geldim ve bir yerde oturmam gerekiyordu. O yıllarda hakikaten medyada çok iyi para kazanılan dönemdi. Maaşım, sözleşmemin karşılığı olarak bu ev alındı. O zaman yüksek bir rakam da değildi yani. 700 bin dolara alındı, söyleyeyim yani.

Aydın Doğan üzerine konulan vergi baskısı Milliyet gibi Abdi İpekçi’nin kurduğu bir gazetenin elden ele satılmasıyla son buldu. Sonrasında gazete işte Demirören’lerle bir şekilde ayakta kaldı. Bakın Demirören gazeteyi aldıktan sonra Tayyip Erdoğan’ı arayarak "Beyefendi" diyor, "Ben gazeteyi aldım. Bir talimatınız olur mu? Kimi getirmek istersiniz başına" diyor.

'Tapeler ortaya çıkınca şoke oldum'

Fatih Altaylı / Habertürk köşe yazarı: En ufak bir haberde bir gazetenin bilmem işte 27. sayfasının en dibinde yer alan bir haberle ilgili olarak ya da televizyondaki bir altyazıyla ya da televizyonda söylenmiş bir cümleyle ilgili olarak "Beyefendi bundan çok rahatsız oldu, beyefendi buna çok sinirlendi, beyefendi buna çok bozuldu, beyefendi bunu okudu çok bilmem ne oldu" diye söyleyince benim içimden şöyle geçti, bunu söyledim de: ‘Ya kardeşim Başbakan bununla mı uğraşıyor? Herhalde sen dedim kraldan önce kralcılık yaparak onlar adına konuşuyorsun. Böyle bir şey olmaz."

Fakat tapeler ortaya çıktığı zaman şoke oldum ben. Ülkeyi, 80 milyona yaklaşan nüfusuyla büyük problemlerle boğuşan bir ülkeyi yöneten bir liderin, bu kadar detay medya haberleriyle medya analizleriyle uğraşması bana çok absürt geldi.

Gezi Parkı kendi kendine oluşmuş  çok büyük bir olaydı gezi  eylemleri. Orda bir grup buluştu Tayyip Erdoğan’la. Hepsinin içerdeki tavrı gördük. Bir sendikacı kadın dışında kimse ağzını açıp tek kelime söyleyemedi.  Peki o zaman siz kapalı kapılar ardında yaptığınız görüşmede hiçbir şey söylemiyorsunuz da ben o gerilimli ortamda televizyonda mı yapacağım sizin yerinize? Niye yapayım? Gerçek Tayyip Erdoğan’ı ben o programda soyup halkın onünde gösterdim. Dolmabahçe’de ofisinde oturup, vapurdan inenlere, kızlı erkekli, kol kola, sarmaş dolaş olmasından ne kadar rahatsız olan bir başbakanımız olduğunu… Başbakan buna bakar mı? Biz öğrendik ki bakıyormuş. O program bana sorarsanız, o gün benim çok hakaret işitmeme çok küfür işitmeme neden oldu. Eşim başta olmak üzere. Çünkü eşim de çok duyguysaldı o günlerde. Bir sürü insan da bana hakaret etti, ama mesela kızım da geldi ‘Baba çok iyi bir iş yaptın’ dedi.

'Ya biz seni hapse atacağız ya da sen şu iki zibidiyi işten at'

Bekir Coşkun / Sözcü yazarı: Her odada maliye müfettişi vardı. Yani her odada hesaplara, kâğıtlara bakan. Herhalde korktu. Medyayı, partonları korkuttular. Mesela ben Aydın Doğan’la ilgili bir şey söyleyebilirim. Aydın Doğan için kim ne derse desin, ben Aydın Doğan’ın iyi bir medya patronu olduğunu düşünüyorum. Fakat Aydın Doğan şununla burun buruna geldi; Ya biz seni hapse atacağız ve bütün mal varlığın elinden gidecek ya da şu iki tane zibidiyi at.

Mesela benim üç nokta davam var. Yazımda üç nokta kullanmışım. Aslında o üç noktanın Tayyip Erdoğan'a olduğuna karar vermişler ve ondan yargılandım ben. Bu üç nokta, yani ben üç noktayı kastettim dedim, hayır bu üç nokta odur dediler. Yani böyle davalarımız var bizim. Başka bir şey daha var. La Fontaine ile beni mahkemeye verdiler. Mahkemeye gittik. Kusura bakmayın ben geldim ama La Fontaine gelemez, dedim!

Bunlar öyle gelip delikanlıca, yiğitçe, hiç olmazsa kurşun sıkarak ya da bomba koyarak falan öldürmüyorlardı. Bunların farklı bir yöntemleri vardı. Ayakta  öldürüyorlardı insanları. Onurunu kırıyorlardı, şerefiyle oynuyorlardı, namusuyla oynuyorlardı. Önüne kaset koyuyorlardı. Korkutuyorlardı. Bir şekilde onu sindiriyorlar ve ölü hale getiriyorlardı.

Hani bir deyim vardır Anadolu’dan; Sarı ineği vermeyecektiniz diye. Ondan ben bir yazı yazdım. Sarı ineği vermeyin diye.  Doğa ile ilgili bir hikâyedir. Aslanlar ineklere, öküzlere gidip diyorlar ki, "Sizi yiyeceğiz. Şu sarı ineği ver vazgeçelim" diyorlar. Sarı ineği veriyorlar. Derken aslanlar her acıkmada geliyorlar bir sarı ineği yiyorlar. Sonunda iki tane öküz kalıyor. O öküzlerden birisi diyor ki "Sarı ineği vermeyecektik." Biz o zaman bunu çok bekledik. Sarı ineği vermeyin, dedik. O sarı ineklerden birisi de benim. İneği verdiler.

'Uludere haberi kullanılmayacak demedik mi sana, diye bağırıyor'

Ayşenur Aslan / Halk TV program yapımcısı: Arkamda bir gürültü koptu. Çaat diye bir şeyler çapıldı. Çuut diye başka bir şeyler oldu. Masalara yumruklar vuruldu. Bir kıyamet koptu içeriden, derken benim kulağıma birden bir ses bağıra bağıra "O Uludere kullanılmayacak demedik mi biz sana" diye bagırıyor. CNN Türk’ün Genel Yayın Yönetmeni.

Hiçbir patron bana bir gazeteciye şunu yap ya da bunu yapma diyemez. Ne yapabilir benimle çalışmama hakkına sahiptir. Bana bunu dayatma hakkı yoktur onda. Ben gazeteciysem. He der ki bana bu kadın şöyle düşünüyor. Güle güle. Ama sen bana nasıl dersin "Onu vermeyeceğiz." Hadi canım. Vereceğiz. Verdik.

Kendisini patron zannediyor. Burada muhabir ya da editör ya da şef kendisni devlet zannediyor. Gazeteci zannedenler de zaten gazetecilik yapamıyor. Bu böyle tuhaf.

'Gazeteciliğin kodlarıyla oynadılar'

Gürkan Hacır / Köşe yazarı: Artık bırakın bağımsız, objektif tarafsız haberciliği, yandaş olmadığınız zaman, yaşama şansınız hiç kalmadı. Hiç kalmadı. Eskiden merkez medya dediğimiz medyada küçük adacıklar vardı, muhalif adacıklar. Dünyada da biliyorsunuz ki muhalefet olmadan hiçbir gazeteciliğin anlamı yoktur. Yani gazetecilik muhalefettir aslında. İktidara muhalefet olmaktır.  Ama ne yazık ki gazeteciliğin kodlarıyla oynadılar. Ve Türkiye’de artık şu anda bir MİT Müsteşarı'ndan talimat alan gazeteciler görmeye başladık. Artık istihbarat örgütünün önümüzdeki dönemde yapacağı operasyonu önceden haber veren gazeteciler görmeye başladık. Bunlar eskiden ayıptı. 

Sıkıştırılan medya, TV kanallarıyla, en çok satan gazete oluyorlar.  gazeteleriyle en çok satan, sıfır promosyonla en çok izlenen kanallar oluyorlar. Halkımız bunu görüyor.

'Gezi patladı, işsiz kaldım'

Sevim Gözay / Köşe yazarı: Türk medyasının ne kadar haber sakladığı gerçeğiyle yüzleştik birden bire. Sokakta insanlar ölürken, o insanlar başkaları değillerdi. O insanlar arkadaşlarımız, komşularımızdı, sevgilillerimizdi, eşlerimizdi, çocuklarımızdı... Meydanlarda TOMA'lardan, gazlardan nefes alamayan insanlar evlerine döndüklerinden ailelerinin bir merak telefonunu bile alamadılar. Çünkü haberleri yoktu ailelerinin.

Birden bire üç bir kadın haber silsilesinin içinde buldum. Akşam gazetesinin üç kadın yazarı Gezi eyleminin elebaşları falan gibi başlıklarla bir hafta süren bir karalama kampanyasında adım geçer oldu. Ve bunu yapanlar da daha önceden tanıdığım insanlardı. Birtakım internet siteleri vs. Hakikaten çok anlamsız bir şeydi. Çünkü şunu hissediyorsun; tamam beni harcayacaklar. Fakat bunu yaparken seni mümkün olduğunca kişiliksizleştirmeye çalışmaları, etiketlemeye çalışmaları çok aşağılayıcı bir şey.

Bir medya çalışanı "mortgage"ın ne olduğunu yeni öğrenen ve halka ilk anlatan olmasına rağmen taksitle buzdolabı almaya cesaret ve cüret gösteremez. Çünkü yarın sabah uyanıp işsiz kalmayacağının hiçbir zaman garantisi yoktur diye düşünen ve böyle yaşayan bir insanım 20 senelik medya hayatımda. Buna rağmen ilk kez bir cesaret gösterdim ve cebimdeki parayı son kuruşuna kadar, ama artık böyle kışlık montların cebinden bozuklukları dahi toplayarak işte sonunda bu krediyi aldım. Bu küçük eve kendimi attım. Ama işte bu tam şuna denk geliyor; birinci ay Gezi patladı. İkinci ay ben işsiz kaldım. Önümde 10 yıllık kredi var.

'Çocuğum babasının düştüğünü düşündü'

Rıdvan Akar / Eski CNN Türk Haber Müdürü: Pazartesi günü işe gittiğimde mail box’ımda yaklaşık 3-4 bin tane protesto maili vardı. Çünkü sorumlu müdür olduğum için bu CNN Türk’ü kime şikâyet edelim dendiğinde benim mailimi görmüşler ve binlerce mail. Hepsi protesto eden zehir zemberek mailler.

Sadece ekmeğinizden olmuyorsunuz. 30 yıllık mesleğinizden oluyorsunuz. Geçmişte bizim sektörümüzde hakikaten bir mobilizasyon vardı, yani bir yerden ayrılıyorsanız diğer yerde kendinize iş bulabiliyordunuz. Ancak bu dönem işsiz kalan gazeteciler ne yazık ki o mobilizasyon imkânından yoksunlar ve mesleğin dışına düşmek hakikaten çok koydu. Yani nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum ama çocuğum babasının düştüğünü düşündü.

Hep kendimizi önemsediğimiz için, birlikte davranmanın ne kadar önemli ve erdemli olduğunu unuttuğumuz için şimdi tek tek kendi başımıza kaldığımızda birçok şeyi sorguluyoruz. Ve biz bu gün bunları yaşıyorsak, biraz da buna müstahak olduğumuz içindir.

'Penguen belgeseli yayını tam bir şapşallık'

Aydın Doğan / Doğan Holding Onursal Başkanı(Gezi olayları sırasında CNN Türk'te penguen belgeseli gösterilmesini değerlendiriyor) O tamamen bir şapşallık. Yani bir kasıt falan değil. Gece 12’den sonra yahut gece yarısından sonra tam saati bilmiyorum, otomatiğe bağlıyorlar. Geceye bir kişi kalıyor. Ötekiler programı otomatiğe bağlamış gitmişler. Sabahleyin benim en küçük kızım holdingin Yönetim Kurulu Başkanı Begümhan da geldi "Ne yapıyorsunuz siz" dedi, "Ne yapıyoruz" dedim. "Belgesel yayınlıyorsunuz" dedi. Ondan sonra, erken saatte bunu söyledi. Biz oradan fark ettik. Meslek kazası olmuştur. Hiçbir kasıt yoktur. Hükümet bunu o dönemde kasten yaptılar dediler. Hayır biz öyle şeyde değil, tamamen mesleki bir hatadır.

36 yıldır gazete sahipliği yapıyorum. Ne 28 Şubat döneminde, ne de bu siyasi iktidar döneminde, ne de bundan önceki siyasi iktidarlar döneminde ben grubumdan hiçbir gazeteciyi  baskıyla ya da başkalarının isteğiyle kurumumdan atmadım. 2007 yılından sonra bizim grubumuz, hepinizin bildiği gibi o konuda fazla şey yapmayacağım, bir vergi belasıyla fazla haksız yere, hiç olmadık yere fazla sıkıştırıldı. Biz de küçülelim diye başladık ve gazetelerimi satmak istedim. Milliyet ile Vatan’ı ve Star’ı sattım. Zamanın ruhu diyeyim buna.

Bir önemli ölçüde yandaş diyorlar ama ben onu sevmiyorum.  Hükümet yanlısı yayın organları çıkt. Reklamların bizim gruplar tarafından alınmasını mesele etmeye başladılar. Biz bu endişeyle ekonomiye gidelim malesef gazetelerde ve televizyonlarda ekominin birinci yolu da insan tasrrufundan geçiyor. Biz de o bakımdan epeyce arkadaşımızla istemeyerek yollarımızı ayırdık. Zaman zaman bağrımıza taş basarak kırgınlıklar küskünlükler oluyor. Çok sevdiğimiz arkadaşlarla yollarımızı ayırmak durumunda kalıyoruz. Bu da bizi üzüyor ama ne yapalım. Çoğunluğun  geleceği için bazı azınlıklardan fedakârlık ediyoruz. Bütün bunların sonunda ben 36 yıldır hiç hata yapmadım demiyorum. Ben de sütten çıkmış ak kaşık değilim. Ne hataları yaptık. Gazetelerimde de ne hatalar vardır. Mutlaka.

Vergiyi hiçbir şart altında bana haklıdır dedirttiremezsiniz ama vergiyi de daha fazla konuşmak istemiyorum. Çünkü yine ah çekeceğim o zaman bütün her şey dökülecek, onu yapmak istemiyorum. Şu an ister kes, ister kesme. Sen de beni bu vergi işinde fazla sıkıştırma. Tuluhan şekerim sen de beni çok sıkıştırıyorsun. Hadi git. (Gülüyor)

'Aynanın karşısında nasıl kendilerine bakabiliyorlar'

Doğan Ertuğrul / Yazı İşleri Müdürü: Gezi eylemlerine katılanlar o hafta içinde gazetenin yayın toplantısında birtakım yöneticiler tarafından terörist diye nitelendirilirken, böyle konuşmalar geçerken, telefonum çaldı. Gittim, kızım arıyordu. Toplantıdan çıktım, kızımla konuştum, içeriye girdim. Bir terörist beni aradı, Gezi teröristlerinden biriyle konuştum. Kızım beni aradı. Kızım Gezi’deydi, oğlumun da Gezi’de olduğu gibi.

Dönemin başbakanı tarafından Berkin Elvan’ın ailesinin, annesinin yuhalatılması kan donduran bir deneyimdi. Kan donduran bir deneyim. Annenin cevabı unutulmazdı. "O bir çocuk. Oynasın diye (mezarına demir bilyeler) atıyorum" dedi.  Bu hassasiyeti anlamayan, insani olarak anlamayan, siyasetçi olarak anlamayan, mesleki olarak anlamayan, gazeteci olarak anlamayan insanların iktidarı temsil ettiği, iktidarda olduğu bir dönemden geçiyor Türkiye. Bu çok açık bir cinnet hali. Bu dönemde çok sayıda gazeteci buna dayanamadığı için, bunu kabullenemediği için ya bizzat işten çıkarıldı, ya benim olduğum gibi gazeteciler işlerini bırakıp kendileri olabilecekleri başka alanlar açmaya çalıştılar. Ama iktidarın her söylemine, her kara propaganda ürünü olan kampanyasına algı yönetimi projelerine kayıtsız şartsız destek veren gazeteler, televizyonlar, kendilerine gazeteci ve televizyoncu diyen insanlar... Gerçekten merak ediyorum. Yani aynanın karşısına geçip nasıl kendilerine bakabiliyorlar?

Çok net ifadelerle şunu söyleyebilirim. Gezi eylemlerinde en önde yer alan arkadaşlarımdan bir tanesi, Gezi sayfası yapıyordu. Ve Gezicileri hiç kimse benim kadar kimseyi terörist ilan edemez, bakın şimdi nasıl terörist ilan edeeğim, diyordu. Büyük bir vicdan azabı içinde ve deliliğe vurarak diyeyim yani. Çünkü çalışmak zorunda. 2 bin, 3 bin lira parayla çalışıyorlar bu insanlar. Çalışmak zorundalar.

Haber yapılabilir, gazetecilik yapılabilir çok az mecra var şu an Türkiye’de. Bunun dışındakiler gazetecilik yapmıyorlar, zaten çok açık ifadelerlerle iktidar medyasına yakın insanların "aman canım gazetecilik yapılacak zaman mı şimdi" dendiğine defalarca sahit oldum ben.

'Gazetecilik yapamaz oldum, çobanlık yapıyorum'

Yekta Kılıç / Çoban: 4 yıldır aşağı yukarı tüm bunların uzağındayım, Urfa’da bir tesiste çobanlık yapıyorum. Gazetecilik yapamaz oldum artık İstanbul’da. Neden yapamaz oldum? Sermaye değişti bu ülkede. Verdiğin her habere başka türlü bakmaya başladılar. Verdiğin her yazıya başka türlü bakmaya başladılar. Benim bireysel olarak en fazla üzüldüğüm bu işin yöneticiliğini yapan insanların çok çabuk bu yeni dile adapte olması. Çok çabuk adapte oldular. Ve kendi kadrolarıyla bu işi yapmaya çalıştılar. Dolayısyla ben ve benim de aralarında bulunduğum binlerce insan bu işi yapamaz oldu. Gölde taş sektirenler gibi beni de attılar Urfa’ya. Ben Urfa’dan da zıpladım 10 kilometre öteye, dışına bir çiftlikte hayvanlarla içiçe bir hayat kurmak zorunda bıraktılar beni. Ama şimdi çok net bir bin civarında arkadaşım var. Güzel güzel söz dinliyorlar. Ben de aç bırakmamaya çalışıyorum onları. Onlar da beni galiba aç bırakmayacaklar. Öyle devam ediyoruz şimdi.

'Kimse birbirine sahip çıkamadı'

Tuğçe Tatari / Köşe yazarı: Aslında bu kıyım ilk başladığı günden birbirbimize fazlasıyla sahip çıkabilseydik, bu kadar hızlı, bu kadar ağır bir kıyıma uğramayabilirdik.

Hâlâ herkes kendi kutubunu seçiyor. Hâlâ herkes kendi arkadaşını seçiyor. Hâlâ birbirinin üzerini örtmeye çalışıyor. Ama aslında hepimiz işsiziz. Ama işte ne biliyim; Ahmet efendi atıldı zaten o ulusalcıydı. Mehmet efendi atıldı ama o zaten Kürtçüydü. Bilmem kim atıldı ama o zaten çok gençti. Yok beyaz Türk’tü, yok yeşildi falan derken aslında kimse birbirine adam akıllı sahip çıkamadı. Egolarımız hepimizin birbirinden yüksek.

'Gazeteciler örgütsüzlükten kaybetti'

Mustafa Kuleli / TGS Genel Sekreteri: Biz bunu kaybettik. Gazeteciler hiç örgütlü olamadı değil. Örgütlüydü ama kaybetti. Nasıl kaybetti? Çok ucuza kaybetti. 90’ların başında "Sendikadan istifa edin biz size sendikanın verdiği kadar para veririz" dedi patronlar. Ufak terfiler, ufak rüşvetler, ufak promosyonlarla sendikalarını bıraktı gazeteciler.

Bir arada değiliz. Tek tek mücadele ediyoruz. Düşünsenize Hürriyet gazetesi, Doğan Medya Center 2 bin 500 kişi. 2 bin 500 kişiden bin kişisi sendikalı olsa, ne kimseyi atabilirler, ne kimseye baskı yapabilirler. Kurduğumuz ilişki dayanışma ilişkisi değil.

Uğur Mumcu tipi gazetecilik diye bir şey vardır ya, o gitti sanki. Biraz daha böyle magazin yıldızı, süper star gazetecilik, gemisini kurtaran gazeteci, arkadaşının ayağını kaydıran gazeteci, arkadaşı işten atılırken  hemen onun yerine geçmeye çalışacak olan gazeteci. Ya da haber merkezinde eşyalarını toplayıp gitmeye hazırlanırken "Aman ben onun yanında görünmeyeyim de beni de atmasınlar, arkadaş olduğumuzu anlamasınlar" diyen gazeteci biraz daha seviliyor, isteniyor gazete patronları tarafından. Ve herkesin zihninde şu var; "Ben zaten ondan daha iyiyim. Ben zaten ondan daha iyiyim neden onunla aynı parayı, aynı zammı alayım ki?"

Biraz futbolcu gibi, trasnfer borsası var sanki gazeteciler için de. Ve bireysel yetenekleriyle daha fazla maaşları ya da mukaveleleri hak ediyorlarmış gibi hissediyorlar. Hiç kimse vazgeçilmez değil. Son 10 yılda bunu gördük. En ünlü köşe yazarları, en popülerleri patronun iki dudağı arasında. Hepsi gitti. Hepsi gitti. Bunun alegorisi de şudur; bir kurşun kalem alın. Çat diye kırarsınız değil mi? Çok basittir. 10 tane kalemi alın birbirine bağlayın bakalım kırılıyor mu? İşte bizim burada yapmaya çalıştığımız da, o on tane kalemi birbirine bağlayan ip olmak.

Çok mutluyum. Gezi’den sonra mutsuz olunamaz. Hem Türkiye, bölge ve dünyanın geleceği için umutluyum. Hem de Gazeteciler Sendikası için de umutluyum. Üye sayımız her geçen gün artıyor. Gördüğümüz teveccüh artıyor. Ve hiç tahmin edemeyeceğiniz yerlerden. Muhafazakâr medyadan, ana akım medyadan, yerel medyadan, sağcı, solcu, Alevi, Sünni,  Türk, Kürt fark etmeden...  Her taraftan teveccüh görüyoruz. Dolayısıyla umutsuz olmak için hiçbir sebep yok.

Basın özgürlüğü açısından umutlu muyum? Ondan da umutluyum. Çünkü Gezi’de çıkan o enerji şu an sönümlenmiş görünse bile en ufak bir rüzgârla o ateş yeniden tutuşacak. O insanlar Mars’a gitmedi. O genç insanların zamanı asıl şimdi geliyor. O 80-90 kuşağının zamanı şimdi geliyor zaten.