“Gerçek; ölümü yok etmiyor,

mesafeleri azaltmıyor,

zamanı geciktirmiyor ama bize

aslında ne olduğumuzu anlatıyor.”[1]

Hâlâ birçok epigonu ile “yaşayan” -22 Haziran 2015’de sonuncu doğum gününü kutlayan- Çetin Altan’ı (22 Haziran 1927), “Artık anlaşılıyor ki ülkeme demokrasinin geldiğini göremeden ayrılacağım bu dünyadan,”[2] deyişi ardından 22 Ekim 2015’de yitirmiştik.

Bana Ettore Scola’nın, “Birbirimizi O Kadar Sevmiştik ki” adlı -ve Vittoria de Sica’ya ithaf ettiği,- savaş sonrasında eski partizanların öyküsünü anlatan filmindeki “Dünyayı değiştirmek için çıktık yola, ama sonunda biz değiştik,” repliğini anımsatan Çetin Altan, bugün(lerde) hâlâ birçok epigonu ile “yaşadığı” için zikredilmeye “değerdir”!

YAŞAMI VE YAPITLARI

O, 77. doğum gününde hayatını şöyle özetlemişti:

“Göle ilk girdiğimde karşı kıyı ne kadar da uzak görünüyordu. Şimdi karşıya yaklaştığımda ardımda kalan kıyı ne kadar da yakın görünüyor…”

22 Haziran 1927’de İstanbul’da doğdu. Dedesinin babası, Kırım’dan göç eden arabacı Ahmet Kıpçakski, dedesi Tatar Hasan Paşa idi. Babası hukukçu Halit Bey, annesi Nurhayat Hanım’dır.

Dedelerinden biri, Kırım göçmeni Tatar Hasan Paşa Altan’ın anılarında yer eden Göztepe’deki büyük bahçeli ahşap köşkte yaşıyordu ve Mustafa Kemal’in arkadaşı idi. Babası da kendisi gibi Galatasaray Lisesi’nden mezun, Cumhuriyet’in ilk yıllarında yabancı şirketlerle ilişkileri düzenlemekle görevli Şirketler Komiseri olmuş Çamlıcalı Hamit Bey.

Ailenin ilk çocuğu Çetin Altan 2.5 yaşındayken babasının tayini Edirne’ye çıkar. Edirne’deki ilk çocukluk anılarında baskın duygu sıkıntıdır. Konuşmaya başladığında en sık tekrarladığı cümle “Canım sıkılıyor” olur, aile bunu yadırgamaz. Altan ailesini “Kartvizit olarak ailenin hem maddi, hem manevi durumu bir hayli göz alıcıydı. Ama yaşamı, bilip öğrendiklerinin dışında, bir kez daha yoğurup değerlendirme açısından köklü bir Osmanlılığın değişmezliği ve kıpırtısızlığı içindeydiler,” diye tarif edecektir.

İleride Osmanlılığı, Osmanlı mirasını köşe yazılarında sık sık irdeleyecek; aileden başlayan bu sorgulama süreci Altan’ın Cumhuriyet Türkiyesi’nin aksaklıklarını, geri kalmışlıklarını, habisleşmiş yönlerini anlama ve anlatmadaki anahtarlarından biri olacaktır. İlkokulun ilk sınıfını okuduğu Edirne’yi tayinlerle birlikte, Göztepe, Ankara’da okunan birer yıl, Galatasaray Lisesi takip eder.

Babası onu Galatasaray’a yazdırır. Numarası babasıyla aynıdır, 835. Göztepe’deki köşkte hafta sonlarını geçirir, onu okuldan bahçıvan alır, pazar geceleri köpek ulumalarının tek ses olduğu boş okula bırakılır. “Şen şakrak bir yaşam sevinciyle sarmalanamamıştım,” diye tarif eder.

Kendini okumaya vurur, çok erken yaşta şiirler yazmaya başlar. Üzerinde büyük etkisi olan döneminin ünlü isimlerinden eğitim alır. Okuduğu kitaplar ve siyaset yıllarında mükemmelleştireceği hitabet yeteneği onu çocukluğunda bile iyi bir hikâye anlatıcısı yapar, sınıfta polisiye hikâyeleri anlatırken arkadaşları sus pus dinler.

1942 yılında Foto Magazin dergisinde Genç İstidatlar köşesinde ilk şiiri platonik aşkı Şükran’a ithafla yayımlanır, Altan uzun kariyerin bu ilk adımı için “İlk tattığım en büyük mutluluk...” diyecektir. Devamı gelir. Galatasaray Lisesi’nde okuduğu dönem 1946’da “Babacığım Galatasaray’ı bitirdim” telgrafıyla sonlanır. Altan için kalemiyle geçinmek en önemli mevzulardan biri olur. Galatasaray’ın dergisinde yayımlanan bir şiirindeki iki mısra “Bilinmez ufuklara demir alan şu gemi, ne yazık dönmeyecek bir daha bu sahile”dir.

Otobiyografisinde, “Gemi rıhtımdan ayrılmıştı, Hangi kasırgalara doğru gittiğinden habersizdim. Batarken tutunmaya çalışacağım cankurtaran sandalının da, ne kırılınca kullanılacak yedek ıskarmozları vardı, ne de kopan ıskarmoz kayışları yerine kravatla bağlanacak kürekleri. O cankurtaran sandalı cebimdeki kalemden ibaretti,” yazacaktır. Öyle de olur.[3]

1943-1944’de Çınaraltı, Varlık, İstanbul ve Kaynak’da şiirleri ve düz yazıları çıkar. 1943’te büyükannesinden edindiği para ile bastırdığı ilk kitabı ‘Üçüncü Mevki’ yayımlanır. Ulus gazetesinde muhabir olarak başladığı gazeteciliğe, Hür Ses’de fıkra yazarlığı ile devam eder. Daha sonra Halkçı, Tan, Akşam, Milliyet, Yeni Ortam, Hürriyet, Güneş gazetelerinde ve Çarşaf dergisinde köşe yazıları yazar.

1959 yılında Abdi İpekçi’nin teklifi üzerine Peyami Safa’nın (1899-1961) yerine, Milliyet gazetesinde yazmaya başladı. Daha sonra Devrim, Akşam, Hürriyet, Güneş, Sabah, Milliyet gazetelerinde köşe yazıları yazdı.

Altan 1965-1969 arasında Türkiye İşçi Partisi’nden (TİP) milletvekilliği yaptı. Önce dokunulmazlığı kaldırılan, sonra da iade edilen ilk milletvekili olma sıfatını taşıyan Altan’ın, yine aynı dönemde, 1968 yılında meclisteki bir konuşması sırasında başlayan tartışma Nâzım Hikmet’e kadar sıçramış ve başta o dönemin Adalet Partisi milletvekili Cavit Şadi Pehlivanoğlu ve Hamit Fendoğlu olmak üzere, Adalet Partisi milletvekilleri ile 20 Şubat 1968’de karıştığı kavga ile çokça gündeme gelmiştir. Bu dönemdeki anılarını ‘Ben Milletvekiliyken’ adıyla kitaplaştıracaktır. 12 Mart’tan sonra, daha önce yazdığı bir yazıdan ötürü hüküm giyse de, gözlerindeki rahatsızlık sebebiyle 1973’te Cumhurbaşkanı tarafından affedildi.

9 Mart 1971 darbe teşebbüsünü destekleyen Devrim gazetesi mensubu olduğu gerekçesiyle, bu “Millî Demokratik Devrim” darbesi planlarına karşı çıkan zamanın 1. Ordu Komutanı Orgeneral Faik Türün tarafından tutuklanarak sorguya çekildi. Altan, Cumhurbaşkanlığına hakaret davasından, Doğan Koloğlu ile birlikte 1972’de yargılandı ve mahkûm oldu.

Altan’ın ‘Büyük Gözaltı’ (1973 Orhan Kemal Ödülü), ‘Bir Avuç Gökyüzü’, ‘Viski’ ve ‘Küçük Bahçe’ isimli dört romanı da Fransızcaya çevrildi. Bu eserlerden, ‘Büyük Gözaltı’ İsveççe, Yunanca, Bulgarca ve İspanyolca; ‘Bir Avuç Gökyüzü’ ise İspanyolca ve Rumence basıldı. ‘Büyük Gözaltı’ ise, Fransız liselerinde seçmeli ders kitabı olarak okutuldu.

YAPITLARI

ROMAN

 Büyük Gözaltı (1972) - 1973 Orhan Kemal Roman Armağanı, Bir Avuç Gökyüzü (1974), Viski (1975), Küçük Bahçe (1978), Rıza Bey’in Polisiye Öyküleri (1985), Aşk, Sanat ve Servet (1998)

ŞİİR 

Üçüncü Mevki (1946) Öykü: Dünyada Bırakılmış, Mektuplar (1997), Kalem Bahçelerinden Yedi Hayat (2009)

OYUN

Beybaba (1960-61), Yedinci Köpek (1964), Çemberler (1964), Mor Defter (1965), Suçlular (1965), Dilekçe ve Tahtırevalli (1966), Komisyon (1969), Islıkçı (1977), Bütün Tiyatro Eserleri (2001)

ANI

Ben Milletvekili İken (1971), Bir Yumak İnsan (1977), Kavak Yelleri ve Kasırgalar (1999), İyi ki Şu Köyceğiz Var (2001)

GEZİ 

Bir Uçtan Bir Uca (1965), Al İşte İstanbul (1981)

DENEME

Atatürk’ün Sosyal Görüşleri (1965), Öldürülmüş Şehzadeler ve Devrilmiş Padişahlar (1991), İdam Edilen 44 Vezir-i Azamın Dramı (1991), Şeytanın Gör Dediği (1997), Kadın, Işık ve Ateş (1998), Yeryüzü Tanrıçaları (2000), Kullar ve Sultanlar (2000), 1,2,3,4,5,6,7,8,9,10 (2001), Enseyi Karartmayın (2003), Uçuk (2004)

MİZAH 

Taş (1964), Sömürücülerle Savaşı (1965), Onlar Uyanırken (1967), Geçip Giderken (1968), Kopuk Kopuk (1970), Suçlanan Yazılar (1970), Kahrolsun Komünizm Diye Diye (1976), Nar Çekirdekleri (1976), Zurna’da Peşrev Olmaz (1978), Gölgelerin Gölgesi (1981), Şeytan Aynaları (1982), 2027 Yılının Anıları (1985), Sobe (1999), Çocuk, lfabe (2006)

ÇEVİRİ

Aptal Kız (1962)

Elli yıllık yazı yaşamında yazılarından ötürü pek çok kez mahkemeye verilen Altan hakkında ağır cezada 300’den fazla dava açıldı. 1972 yılında yasal süre 24 saat olmasına karşın 15 gün gözaltında tutuldu. Üç kez tutuklandı, iki kez mahkûm oldu ve iki yıl cezaevinde yattı. Son olarak hakkında 159. maddeye dayanılarak açılan davada tek celsede beraat etti. Yazarın hayat hikâyesi, 1998 yılında eşi Solmaz Kâmuran tarafından İpek Böceği Cinayeti adlı kitapta kaleme alınmıştı.

Yine, ABD’li belgeselci Catherine Stryker, Soğuk Savaş dönemi ve Çetin Altan’ı 2006’da anlattığı, 29 dakikalık ‘The Life and Times of Çetin Altan’ belgeseliyle, Massachusetts Film Festivali’nden ödülle dönmüştü.

YAZARLIĞI, DEDİKLERİ

Babasının izinden giderek başladığı Ankara Hukuk Fakültesi’ni 1950’de bitirir.

Yazar olmasını hiç istemeyen, ilk yazılarında tashih edilecek hatalar bulan, yazarlığına ise “Şöhret afettir oğlum. Yazarçizer takımı serseri olur. En iyisi yine memuriyettir,” diyen babasıyla ilişkileri gerilir. Kavga edip, yazarlığa başlar.[4]

Bir yandan Akşam’da da çalışmaya başlar, diğer yandan 1952’de Hürses’e fıkra yazar. Basın tarihinin efsane köşe adlarından birini dönemin genel yayın yönetmeni Turan Aytun, Hürses’te koyar: ‘Şeytanın Gör Dediği’. ‘Şeytanın Gör Dediği’nin dışındaki diğer efsane köşesi ‘Taş’, 1958’de Akşam gazetesinde başlar. Bu ismin çıkış hikâyesi Altan’ın böbrek taşı ağrılarına bağlıdır: Ağrı çekerken köşenin ismi ne olsun diye sıkıştıran gazetedekilere cevaben bir anda ağzından ‘taş’ kelimesi çıkar. Taş sertliğinde yazılarına dava üstüne dava açılır.[5]

Sonraları 1959’da Milliyet’in Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi, Çetin Altan’a sorar: “Peyami Safa’nın yerine Milliyet’e gelir misin?”. ‘Taş’ Milliyet’e taşınır. ‘Taş’, Milliyet’in tirajını 75 binden 215 bine çıkarır.[6]

Köşe yazılarında fıkra denilen aracı en iyi kullanan; ülkenin hâline bakıp bakıp gülen filozof-yazar mertebesinde ve seksen yaşında saatte bir paket sigara içebilme kapasitesine sahip yazardır.

Siyasi fikirleri özellikle yetmişlerden itibaren çok büyük değişimlere uğramışsa da Turgut Özal’a “Hiç roman okudunuz mu?” sorusunu sorandır.

“Ayar vermek” konusundaki yeteneği müthiş olan Çetin Altan, zamanında Turgut Özal’ın kendisine “anılarımı yazar mısın?” diye sorması üzerine, “Ben kâtip değilim,” yanıtını vermiştir.

“Ülkelerde ‘kutsal tabu’ların dokunulmazlığıyla, ‘gelişmişlik düzeyi’ daima ters orantılıdır. Birincisi ne kadar yukarıya çıkarsa; ikincisi de o kadar aşağıya kayar,” saptamasıyla coğrafyamızın durumu özetlemiştir.

Ancak Onun son dönemindeki gazete yazılarına dönüp baktığımızda, sürekli yıllar önce kaleme aldığı yazıları köşesine aynen naklettiğini görürüz. İlk defa yapıldığında gayet ironikti. “Bakın yıllar sonra bile Türkiye’de hiçbir şey değişmedi”nin güzel retorik anlatımıydı. Ama biteviye tekrarın tadı kaçtı.

TDK’nın ‘Türkçe Sözlüğü’nde 296 örneği olan Tatar kökenli politika ve yazın “ustası” olduğundan söz edilen “çatkapı muhabbetler”in insanıydı.

‘Viski’ başlıklı yapıtı bir yerde öz yaşam öyküsüdür. Çocukluğundan başlayıp Galatasaray Lisesi sıraları üzerinden yaşama nasıl balıklama daldığını, kendisini kendisi yapan kompleksleri, yaraları, çıbanları ve iltihapları teker teker sayıp döktüğü bir romandır.

Üretken ve edebiyatın her alanında eser vermiş bir yazardır. Şiir, tiyatro oyunu, anı, gezi yazısı, bilimkurgu romanları, polisiye hikâyeler…

Sakıncalı bulunduğu dönemde bütün kapılar yüzüne kapanıp aç kalma tehlikesiyle karşılaştığı için rahmetli Abdi İpekçi el altından birkaç yazı dizisi hazırlaması için para vermiştir Çetin Altan’a.

O da masalların psikanalitik önemi, Avrupalı eski zaman seyyahlarının İstanbul anıları gibi konularda yazmıştır. Bu dönemin hayatının en mutlu zamanlarından biri olduğunu söyler kendisi.

Köşe yazarlığının kendisine Marx’ın bahsettiği yabancılaşma etkisini verdiğini de söyleyip, “Geçim derdi, Ahmet, Mehmet olmasaydı, bir iki roman daha yazardım, üç oyun daha bitirirdim,” demişti.

1979 çıkışlı ‘Büyük Gözaltı’ Çetin Altan’ın ilk romanıdır.

“Ulus devlet bitmiştir” deyip duran O, “Herkes kendi işini yapsa bu ülke kurtulur,” sözünün sahibiydi ve akıllarda kalan cümleleri şunlardı:

“İnsanlar değerli olmayı unuttu, önemli olmaya çalışıyorlar”…

“… ‘Değersiz önemliler’ egemenliğinin, yeryüzünden geçerken iz bırakmış, ‘önemsiz değerliler’ birikimi üstüne her fırsatta işediği bir geleneğin çocuklarıyız”…

“Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızlardaki hatıra ya da hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise bir tek yerde kabul ediyorum. Yaşamak mümkünken yaşamamış olmakta”…

“Bir tılsımı olmalı hayatın, gecenin bir yarısı eldeki içki kadehini aynaya fırlatır gibi”…[7]

“Belki de insan yeryüzüne, sabahları bir saat yürüsün, beşinci senfoni’yi dinlesin diye gelmiştir”…

 “Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızlardaki hatıra ya da hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise bir tek yerde kabul ediyorum. Yaşamak mümkünken yaşamamış olmakta”…

“Enseyi karartmayın! Bu bir Rumeli lafı. Babaannem söylerdi. Çünkü başın önde düşündüğün zaman, ensene güneş vuruyor. Enseyi karartma, sal suya... Düşün düşün, boktur işin...”[8]

“Ben kendime ‘Yazarım,’ diyemem. Yazar olup olmadığıma, gelecek kuşaklar karar verebilir…”[9]

Nihayet 1960’taki 28 Nisan olaylarının (hani Turan Emeksiz’in öldürüldüğü) ertesi günü köşesinde “bugün canım yazı yazmak istemiyor” yazmış, ondan sonraki köşe yazarları tarafından sıklıkla alıntılanmıştır bu cümlesi.

Geleceğe karşı dizginlenemez bir merakı vardır, sürekli “acaba bir yıl sonra bugün ne olacak, acaba 2100’de ne olacak, ya 5000’de ne olacak?” gibi sorular atar ortaya.

Ancak uç noktalarda gezinmekten ülke gerçeğini göremediği de oldu.

Sonuç olarak Çetin Altan basında bir dönem “başarılı işler”e imza atmış ve sonrasında da kaymağını yiyen -onlarca- isimden birisidir.

SİYASİ YAŞAMI VE…

Hakkında tevatürün fazla olduğu Onun için Feridun Andaç, “Çetin Altan için ne söylense hep bir eksik kalacaktır,”[10] derken; bu saptamanın pozitif kadar negatifi de içerdiği göz ardı edilmemeli…

Siz bakmayın Ara Güler’in, “Görüşümüzü açmıştır, dünyaya bakma, bir şeye mana verme yolunu açmıştır, fonksiyonel, işe yarar şekle sokmuştur... Çok mühim bir adamdı. Bu memlekete bir daha gelmez onun gibi biri,”[11] ya da Melih Aşık’ın, “Sansürsüz düşünür, cesur davranır, aklına geleni dilinden esirgemez, hep önden giderdi,” veya Ahmet Hakan’ın, “Dönüşümün cesur savaşçısıydı kendileri... Kendisine ‘dönek’ denmesine zerre kadar aldırmadan yürüttü fikirlerini”[12] türünden güzellemelerine…

En azından “sol” adına neyin “dönek” olup olmadığının kararı Ahmet Hakan’a düşmezken; Güneri Cıvaoğlu’nun da, “Güneş patlamaları gibi ışık saçan zekâ patlamalarına tanık olurdum,”[13] saptaması, -olsa olsa!- “teşbihi beliğ”dir…

Fikret Bila’nın, “Yazar, sanat adamı ve siyasetçi yönü ile birlikte önemli bir filozoftur aynı zamanda. Hepimizin düşünce dünyasını geliştirmiş biridir. Olaylara farklı bakabilen, bizi yeniden düşünmeye sevk eden bir yapısı vardı”;[14] Celal Üster’in, “Ne bağnaz, ne aptal ne de köle oldu”;[15] Mert İnan’ın, “Özgürlük mücadelesi asla unutulmayacak”[16] vurguları Çetin Altan’ın bir dönemine içkindir.

Eski TİP milletvekili Tarık Ziya Ekinci’nin, “Türkiye’de gençler solu ondan öğrendi”;[17] Hasan Cemal’in, “Onun yazıları bize bu dünyaya ve haksızlıklarına kafa tutmayı, isyan etmeyi öğretti”;[18] Hikmet Çetinkaya’nın, “68 kuşağı… Çetin Altan’a çok şey borçludur”;[19] Derya Sazak’ın, “Bir mücadele adamı”;[20] Işıl Özgentürk’ün, “O ses bizim hayatımızdan bir parçadır. Güzel geçmişimizden!”[21] ibareleri, elbette yaşamının bir evresini anlatır; sonrası ise malumdur!

Kuşkusuz önemliydi ve “Keskin bir dili vardı. Söz cambazlığı ve polemik yeteneği ile Meclis içinde ve dışında göz kamaştırıyordu. Parti toplantılarında, mitinglerde Genel Başkan Mehmet Ali Aybar’dan daha çok alkışlanıyordu. Ünü, ülke sınırlarının dışına taşmıştı. Emekçilerden her gün çuvalla mektup aldığını söylüyordu. Bunlardan bir seçmeyi o yıllarda ‘Onlar Uyanırken’ adıyla kitaplaştırdı,” diyen Attila Aşut ekliyor:

“Getirisi kadar götürüsü de olan biriydi. Nereye gitsek, hep Çetin Altan’ın içtiği viskinin hesabını sorarlardı bizden! (…) Çetin Altan, kuşku yok ki bir söz ustasıydı. Ama ‘sözcüklerin efendisi’ olmak, doğru bir yazar olmak anlamına gelir mi?

Çetin Altan da sormuştu bu soruyu bir zamanlar. Akbaba dergisinde Yusuf Ziya Ortaç’ın ‘güzel yazdığını’, ancak ‘haklı yazmadığını’ söylemişti. Çünkü Yusuf Ziya da, bugün Tayyipgiller’in kutsadığı Necip Fazıl gibi,[22] Menderes iktidarında ‘örtülü ödenek’ten yemlenen bir kalemdi!

Son yıllarını Milliyet gazetesinde suya sabuna dokunmayan ve kendini yineleyen yazılarla tüketti Çetin Altan. ‘Enseyi karartmayın’ diye yıllarca söylendi durdu ama enseyi ilk karartan o oldu!”[23]

Bunlar böyleyken; “Her insan gibi Çetin Altan da eleştirilebilir. Ne var ki eleştirmek çirkinleşmek, çirkefleşmek, küfre başvurmak değildir. Eleştirinin de bir adabı, bir üslubu vardır,”[24] diyen Deniz Kavukçuoğlu’nun uyarısını -abartmadan!- hatırlamakta yarar vardır.

Bunlarla birlikte Danton’un “marangoz hatası” betimlemesiyle[25] müsemma siyasi yaşamı partili mücadelenin hep kıyısında durmuştur.[26]

300’ün üzerinde Ağır Ceza Davası’nda yargılandığından söz edilen ve “yazıları yüzünden açılan davalardan kurtulmak için milletvekili seçilmeyi düşünen Çetin Altan, TİP’den aday olur, kendini “İstanbul’un ilk sosyalist milletvekili” diye tanımlar.”

22 Ekim 1965’te İstanbul bağımsız milletvekili olarak ilk kez TBMM’ye girer. İstanbul TİP listesinin ikinci adayı olarak kazanır. Lacivert takım elbise ve güzel bir tıraşla Meclis’e gider, “Yani bir şekilde bağımsız ama özde İstanbul’un sosyalist milletvekiliydim,” diye anlatır, dört yıllık sancılı dönemin başlangıcını. Meclis’te ilk kürsüye çıktığında ortalık karışır, bu gelecek yılların habercisi olmuştur. Bu dönemi ‘Ben Milletvekili iken’de kitaplaştıracaktır.[27]

Milletvekilliği dönemini yazdığı yazılar, TBMM ve meclis profilinin en içeriden eleştirilerinden biri olarak biriciktir. Sürekli çay, gazoz içen vekiller, elektrikli oy sisteminin çalışmaması, “tehlikeli bölge vestiyer”de sevmediklerine dayak atmak için pusuya yatan vekiller, çıkar ilişkileriyle taraf değiştirenler, her eleştiride patlayan “Moskova’ya!” cümlesi, “Halk su istiyor, yol istiyor”un içinin boşluğu, yurtdışı gezileri için yapılan kulisler, Onun kalemine yansıyan trajik ve komik ayrıntılar olarak okurla buluşur.

Meclise girdiğinde ilk olarak lokantada bir köşede tomar tomar verilen paralar ve hemen aynı salonda yenen tabak tabak yemekleri yadırgayan Çetin Altan’ın mecliste içilen çorbanın fiyatını yazması büyük ses getirir, düşman kazanmaya başlar; özelikle de Süleyman Demirel başkanlığındaki Adalet Partisi’nin şimşeklerini üzerine çeker. Yazıları kadar konuşmaları da güçlüdür, AP’nin hükümet programını eleştirdiği ilk meclis konuşması büyük etki yaratır.

Bir konuşmasında Çetin Altan, “Hiçbir zaman bir sosyalist yalan söylemez,” diyecektir: “Kendi çıkarı, insanlığın çıkarıdır. Yani insanlık, insan olmanın zevki, faziletidir. Ama bir kapitalist kendi kazandığını söyler mi işçisine? Vergisini saklamaz mı?” Ardından da sosyalist yalan söyler mi tartışması alevlendiğinde, “Sosyalist yalan söylemez ama yalancılar sosyalistim diyebilirler,” yanıtı verir.[28]

Durduğu yer ve yapmaya çalıştıklarıyla boy hedefine dönüş(türül)en O; birçok yerde tehlike yaşar ama bunların en vahimlerinden biri meclisin çatısı altında gerçekleşir.

19 Şubat 1968’te bütçe görüşmeleri için meclise çağırılır. İçişleri Bakanı kürsüden TİP’e yüklenirken Çetin Altan sert şekilde müdahale etmeye başlar. Bir noktada Altan’ın “En büyük Türk şairi Nâzım Hikmet” demesiyle 150 kişi Altan’ın üzerine gelir. Bütçe görüşmelerini izleyen Emniyet Genel Müdür Muavini bu manzaranın korkunçluğu karşısında kalp krizi geçirir.

Altan üzerine gelenleri iter ve darbelerin etkisiyle sıraların arasına düşer. Bir tabanca da çekilir, üstüne kapanan Yunus Koçak’ın kafasına kabzayla vurulur, ortalık kan revan olur. Nermin Neftçi’nin “Adam öldürüyorlar” diye bağırması olayları biraz yatıştırır. Altan, Kamil Kırıkoğlu’nun kolunda arka kapıdan çıkarılır. Eve gittiğinde gözlüğü kırılmış, kravatı dışarı fırlamış, gömleği ve ceketi tekme izlerinden simsiyahtır, bu linç girişimi gözünde de kalıcı hasar bırakmıştır. Eve gider, yazısını yazar, ertesi gün Altan Meclis’tedir.[29]

1969’da milletvekilliği dönemi bittikten sonra 1971’de 12 Mart darbesi sonrası yazıları nedeniyle gözaltına alınır. Selimiye Kışlası’na götürülür. Gözaltı süresi olan 24 saat değil, 15 gün gözaltında tutulur. Yakınları onla ilgili bilgi alamaz. Bir gün tahliye kâğıdı imzalatılır ama serbest bırakılmaz. Öldürülebileceğini düşünür. Üç ay Maltepe Askeri Cezaevinde kalır.

Çıktığında ilk romanı ‘Büyük Gözaltı’yı[30] yazar. Kitap basılmadan bir yazısına açılmış davadan yeniden tutuklanır. Bu kez Sağmalcılar Cezaevi’nde tutsaklık günleri başlar. ‘Büyük Gözaltı’ Orhan Kemal Ödülü alır. Seçiciler kurulu başkanı Vedat Günyol’a yazdığı teşekkür mektubunda “Ödül verildiğini bildiren telgrafınızı bir cezaevi gecesinde aldım,” diye yazacaktır.

27 Aralık 1973’te cezasının bitmesine dört gün kala Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk af hakkını kullanır. Hapisten çıksa da baskılarla imtihanı hiç bitmeyecektir, “Cezaevinden çıktıktan sonra yani iki yıldır, çeşitli nedenlerden büyük basında günlük yazılara devam olanağını pek bulamadım,” diyecektir. Edebiyatın başka alanlarına ağırlık verir. 1974’da yazdığı ‘Bir Avuç Gökyüzü’[31] romanı ise dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın talimatıyla müstehcenlik suçlamasıyla toplatılır.

Sonra yasak kaldırılır. Bu arada ‘Büyük Gözaltı’ Fransa’da basılır, aynı yıl ‘Viski’[32] de yayınlanır. Çetin Altan, dönemin mizah dergisi Çarşaf’ta yazmaya başlar: “Bizde değişmeyen bir formül vardır. Solcu bir yazar, komünistliği tescillenince iki yere doğru itilir; ya taşra basınına, ya mizah dergilerine...”[33] diyerek!

ELEŞTİRİSİ

Metin Oktay’ın bir tartışma esnasında, “Bizi sosyalist yaptın ama aramızdan çekip gittin,” deyişi Çetin Altan en net özetidir ve Andre Gidé öldüğünde L’Humanité’deki, “Evet, belki her dönemde değil, ama en gerekli olduğu dönemde Fransız işçilerinin yanındaydı,” saptamasını da anımsatır.

Mina Urgan’ın deyimiyle “Hâlâ birazcık bizden” olandı O…

Uğur Mumcu Çetin Altan için “viskide beynini eritmiş Marksist dönek” deyip eklemişti: “Demans hâlindeki ex-Marksist.”[34]

Yine Aziz Nesin, “Çok ateşli bir dille savunduğu bir fikrin tam tersini imzasız olarak yazabilen ve elli liraya satan bir sözde muhaliftir,” vurgusunu -kendi tabiriyle-, “Çok dönmesi ile meşhur vantilatör Çetin,” diye de tamamlar…

O Orhan Pamuk’a göre, “Türkiye’de, geçmiş yüzyılın hiç şüphesiz en parlak köşe yazarıdır” da; Yaşar Kemal için “Allahtan romanı ciddiye almadı,” notunu düştüğüdür.

Ve Cüneyt Arcayürek’in aktardığına göre, Çetin Altan 80’lerden sonra, o güne dek hep acı çektiği ve o günden sonra artık rahat hayat yaşamak istediği için “liberalliği” tercih etmişti.[35]

Ancak şunları belirtmeden geçmeyelim: O demokrat bir küçük burjuva aydınıydı. Hiç bir zaman bir Marksist olmadı. En radikal dönemi 1960’larda bile “uygar, demokratik bir sosyal hukuk devleti”ydi hedefi; buna da “sosyalizm” diyordu…

Bu arada eğer Çetin Altan dönek olduysa, 1980’lerde Özal’cı ya da liberal olduğu için değil, 1970’te Doğan Avcıoğlu’nun ‘Devrim’ gazetesinde TİP milletvekilliği dönemiyle dalga geçerken “dönek” sıfatını hak etti.

Kolay mı? O kesitte kitleleri demokratik bir Türkiye hedefi için örgütlemekten vazgeçip cuntacılığa angaje oldu. 9 Mart cuntası ile o düşleri de çöktükten sonrası ise şaşırtıcı değildir!

Yaşadıklarıyla hayatın bir “katakulliden ibaret olduğunu” düşündürürken; son dönemindeki metinlerine bakıldığında, “Yazmasa artık daha mı iyi olur?” dedirtmiştir.

Belki de “eski solcu, yeni liberal” olarak betimlenmesi mümkün olan Çetin Altan’ın, “Ben politikacılık yapmadım. Sadece rahat yazı yazabilmek için meclis’e girdim, ama o zaman da dokunulmazlığımı kaldırdılar. Benim siyasete ihtiyacım yok,” deyişi yine birçok şeyi özetlemektedir.

Onun seyr-ü seferini toparlarsak!

Çetin Altan, 1967’de emekçiler tarafından kendisine gönderilen mektupları ‘Onlar Uyanırken’de topladığı kitabın giriş bölümünde şöyle yazıyordu:

“Türkiye’nin ezilen, horlanan, çağının dışında bırakılan emekçileri... Bütün gücün kendi sınıflarında olduğunu görecek ve sınıflarının özgürlüğünü kimseden bir şey ummadan kendilerinden yana olan namuslu aydınlarla sağlamaya çalışacaktır... Ve ancak bu büyük çaba sonunda gerçek olarak kurtulacaklardır... Bu mücadelede elbette başı belaya girenler, felaketlere uğrayanlar, eziyet çekenler olacaktır... Ama şunu unutmamak gerekir ki, insanlığın kurtuluşu için uğraşanlar ölümsüzdürler. Onların her yaptıkları yarın doğacak bebeklerin mutlu dünyasında bir taze gülüş olarak açılacak ve onların varlığı evrenin içindeki atom cümbüşünde gelip geçtikleri bir sinema perdesinin gerçek sahibi olarak sonsuzluğa perçinlenecektir... Sosyalizm alabildiğine geniş, alabildiğine derin, alabildiğine insanca bir çabanın hiç bitmeyecek bir meyvesidir. Yaşantının mutluluğunu böyle bir meyvenin lezzetinde duyanlar, çağlarını anlamış ve gerçekten yaşamış olanlardır.”[36]

Bu satırlar bir yana O, hayatının herhangi bir döneminde ne bilimsel sosyalizm’i öğrendi, ne de sosyalist oldu.

TİP listelerinden bağımsız milletvekili olarak girdiği meclis onun için bir sahneydi. Daha sonra üyesi olduğu TİP’te başına buyrukluğuyla öne çıktı. 60’ların sonuna gelindiğinde artık kitle hareketi geri çekiliyordu, ve partiden ayrıldı, devrimciliğe, sol’a, sosyalizme sırtını döndü.

TİP’in 9 Kasım 1968’de başlayan ve dört gün süren üçüncü kongresinin, üstelik başkanlığını yaptıktan hemen sonra, Türkiye’nin yeni şekillenen sosyalist hareketini büyük hayal kırıklığına uğratan bir davranışla, Akşam gazetesindeki köşesinde, mücadele arkadaşlarını suçlayarak parti’den ayrıldığını açıkladı.

Güya bu süre içinde “çok yakın dostlarını daha yakından tanımıştı”. “Ben” diye başlıyordu yazısına ve “Ben” diye sürdürüyordu; “Ben meclis’te yerlerde sürüklenirken”; “sırtımda 170 yıllık hapis cezaları” varken... “sosyalist akıma biraz da yazılarımla eğilmiş” diye tanımladığı delegelerin, “amacın ne olduğunu hiç anlamadan alkışlarla parmak kaldırmalarına” öfkeleniyor ve herkesin önüne faturayı koyuyordu: “Ben bütün bunlar için mi bırakmıştım uykularımı. Bunlar için mi göğüs germeye uğraşmıştım anama, çocuklarıma, bütün sevdiklerime sövülmesine...” O ki, “başbakanlara, egemen sınıflara, örgütlü ve belalı güçlere... Kafa tutmuştu” ve “omuzlarının... Abstraksiyon ve fantezi gösterilerine merdiven olarak kullanılmasını kabul edecek budalalardan değil “di. Aslında olup bitecekleri çok önceden görmüştü, ama “belirli bir devrede bundan yararlanmak istemişti”. “dostlar” dediği mücadele arkadaşları, onu “kullandıklarını sanırken”, “kendi yaptıkları hesapların dışında çok daha sıhhatli başka hesapların yapıldığını sezmemişlerdi”; onu “sadece bir propaganda aracı olarak kullanacaklarını sanmışlardı”, ama işte “ne hâliniz varsa görün” diye kenara çekiliyordu.

Özetle Çetin Altan da, Oral Çalışlar, Hadi Uluengin ve Cengiz Çandar neden ve nasıl dönmüşlerse o da aynı biçimde dönmüştü. Yol da aynıydı, güzergâh da… Devrim dalgasının getirdikleri, dalga geri çekilirken dökülmüştü.

“Değişim” dediği şey Onu, 12 Mart’tan hemen sonra cezaevinde buldu. Mücadelenin zorlaşmasıyla, “bu işlerin kendisine göre olmadığını” anlamaya başlamıştı. TİP’ten istifa etmişti ve kesin dönüş başlıyordu.

“Değişim” bütün görüşlerini değiştirdi. Yolladıkları “binlerce” mektupla kendisine, “hiçbir şey karşılığında değişmeyeceği bir kıvanç” yaşatan, kendilerini kendi güçlerine dayanarak kurtaracaklarına inandığı “Türkiye’nin ezilen, horlanan emekçileri (onlar uyanırken), artık gözüne, “yağlı kaygan bir bataklık” gibi görünüyordu. Kurtarıcı makamında ise ABD ve Avrupa oturuyordu.

Dün savunduğu her fikrin tam tersini söylemekte, dün uğrunda mücadele eder göründüğü her değerin karşısındaydı.

Çetin Altan kendi dönekliğini, dünyanın dönüyor oluşuna bağlayarak açıklarken; “Aynı ırmakta iki kez yıkanılamaz” diyen Efesli Herakleitos’tan 2.500 küsur yıl sonra, aynı Anadolu’da ortaya çıkıp, Marksizmi, “Kozmos sürekli bir değişim içindedir” cümlesine indirgemek için neo-liberal olmak gerekiyordu ve O da böyleydi…

Bir kıraathane âlimi edasıyla, “Sürekli değişim içinde olan evren”, “kozmos”, “kozmosla çatışmadan sürekli bir değişim sürecine geçebilmek” gibi lakırdıları arka arkaya sıralarken; bütün yazılarının formülü, özeti, iskeleti ve nakaratı şunlardı:

“Engellenme olanağı bulunmayan dur duraksız değişim”... “Kozmos’taki sürekli değişim”... “Teknoloji değişip geliştikçe, toplum da değişecektir”...

“Evrensel boyutlu üretim örgütleri”... “Müspet bilim niteliği kazanmakta olan ekonomi”... “Hızla artan üretimin evrensel boyutta emilmesi”...

“Teknolojiler değişir... işçi sınıfı tarihe gömülme dönemine girer”... “Değişimin bayrağına dünyada küresel sermaye, Türkiye’de TÜSİAD sahip çıkıyor”...

“Ulus devlet modelini aşan küreselleşme süreci”...

‘… “kabuk devlet’ yapılanmasından, ‘teknik devlet’ çağdaşlığına geçilemeyiş”... “Mesleksiz yığınlar”... “Mesleksiz kul sürüleri”...

“Siyaset, artık modası da yavaş yavaş geçmekte olan, ikinci sınıf bir uğraştır”...

“… ‘Değersiz önemliler’ dönemi sonuna yaklaşırken... ‘önemsiz değerliler’in yücelmeye başladığı bir döneme geçiliyor”...

“Görünen o ki, Türkiye’ye XXI. yüzyılı da ıskalatmayacaklar”...

Nihayet coğrafyamızın “uygarlık seviyesi”ne ulaşması için öngördüğü model ne miydi?

“Liberal olacağız, şirketler olacak, kalkınacağız” falan filan...

Ayrıca ne yükselen İslâmi dalgaya ses çıkardı, ne katledilen aydınlara üzüldü.

Oğlu Ahmet Altan’ın, “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri Gorbaçov’un konuşması, babamın aylardır yazdıklarını neredeyse birebir tekrarlıyordu. Yazıişlerine bile haber vermeden önce babamı aramıştım, ‘Gorbaçov senin söylediklerinin aynısını söylüyor, haberi getirtip bir bak.’ O konuşmayla dünyada yeni bir dönem açılmıştı, kimse bunu açıkça söylemese bile bu değişimi yeryüzünde en erken görenlerden birinin babam olduğunu ben biliyordum ve bununla çok gururlanıyordum,”[37] satırlarını aktarıp, duruyorum; sanırım yeterlidir!

NİHAYET

Çetin Altan’ın Türkiye tahlillerinde etrafında döndüğü “yeni fikirler” “globalizm” adı altında “cosmosun sosyalizme kayması” ve de “Türkiye’nin XXI. yüzyılı korkunç bir fiyaskoyla ıskalamış olması” türünden şeylerdi. Kaldı ki 1980 sonrasında Onun adına sanına da rastlanmaz…

1980 öncesi binlerce kişiyi tek bir sözüyle alanlara toplayan, tek bir yazısıyla hükümetin koltuğunu titreten adamın yerinde, elinde viski kadehiyle genel-geçer yazılar yazan yaşlı bir amca çıkar karşımıza!

Ancak tekrarlamadan geçmeyelim: Çetin Altan, uzun yıllar önce vedalaşmıştı sosyalizmle. 1 Mayıs 1994 tarihli ‘Sabah’daki yazısında aynen şöyle diyordu:

“Sermaye sınıfının eski tutuculuğunu bırakıp, değişimciliği yeğlemesi ve proletaryanın usul usul tarih sahnesinden silinme dönemine girmesi, Marks’ın öngördüğü sınıfsız bir toplumun hamurunu karmaktadır bugün.”

8 Temmuz 2001 tarihli ‘Sabah’taki yazısında ise, açıktan kapitalizmi savunuyordu:

“İşçi sınıfı artık ilerici bir sınıf değil. (...) Evrensel değişimin bayrağı bugün önce bilimcilerin elinde. Sonra da, işçi sınıfını tarihe doğru süpürerek, yeni teknolojilerle üretim yapanların elinde. Türkiye’de değişimin bayrağına TÜSİAD sahip çıkmaya uğraşıyor.”

Teknolojik gelişmenin emek sömürüsünü ortadan kaldıracağını söyleyecek kadar Marksizm’den uzaklaşmış ve umudunu TÜSİAD’a bağlamıştı!

Köylerde tenis kortu ve kuaför olmadığı, satranç ve briç oynanmadığı için ülkenin geri kaldığını söylüyordu.

İmamlar bisiklete binerse, köylüler piyano çalarsa çağ atlayacaktı ülkemiz!

Sabah gazetesine 1980 Darbesi’nden sonra Turgut Özal yerleştirmişti onu. Bir dönem yaşam arkadaşı olan Mine G. Kırıkkanat’ın deyişiyle, “Turgut Özal’ın davetiyle okşanıp yelkenleri suya indirmesi, iktidara yamanıp ilke ve ülkülerini inkâr” etmesi çok kolay olmuştu…

Aslında 1966’daki Malatya Kongresi’nin hemen ardından ‘Akşam’da yazdığı yazıda, sosyalizmden kopacağının sinyalini vermişti. Kongre’de “Divan Başkanı” olarak göklere çıkardığı TİP delegelerini, ertesi gün “rate kafalar” diyerek aşağılamıştı![38]

Her ne kadar her liberal “demokrasi havarisi” kesilse de, 27 Mayıs 1960’ı ‘Büyük Gün’ başlıklı yazısında “kutsar”ken; TİP Kongresi’nde İdris Küçükömer’i konuşturmayıp, zorla kürsüden indirendir de![39]

Geçmişte savunduğunun tam tersi fikirleri savunur ve uygularken; Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın büyük ödülüne layık görülüp, Aya İrini’de Başbakan ile Kültür Bakanı’ndan “Bu ödülün kendine verilişinin doğru olup olmadığının cevabını zaman vereceğini” ifade eden Çetin Altan’ın hayatını kaybetmesinin ardından 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’den, Fethullah Gülen’e, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar’a birçok taziye mesajı gönderildi.[40]

Toparlıyorum: Hayal ettiği ülkeyi bulamayan Çetin Altan, “eski solcu, yeni liberal” konseptinin en popüler örneğiydi.

Kendisine yazdığı açık mektupta kendisine, “Her AKP karşıtını ‘darbeci’ görmek alçaklık, kaypaklık, rezillik değildir de nedir?”[41] diyen ve AKP’yi başımıza musallat edenlerdendi.

Charles Bukowski’nin, “Hayatlarımızı öyle yaşamalıyız ki ölüm bizi almaya geldiğinde titresin” deyişindekilerden olmaması yanında “Boşa kürek çeksek de, küreği çekilmesi gereken yönde çekmek, bizim sorumluluk anlayışımıza girer,” diyemeyenlerden; teslim alınanlardandı…

Tıpkı bugün(ler)deki epigonları, tilmizleri gibi…

8 Eylül 2020 23:22:19, Çeşme Köyü.

N O T L A R

[*] Kaldıraç, No:231, Ekim 2020…

[1] Henri Barbusse.

[2] “Cumhuriyet’teki ‘Veda Yazısı’: Dünya İçin Fena Mücadele Etmedik”, Cumhuriyet, 23 Ekim 2015, s.16.

[3] Nil Kural, “Enseyi Karartmadan Aramızdan Ayrıldı”, Milliyet, 23 Ekim 2015, s.18.

[4] “Asıl Belkemiği Tiyatro Olsaydı…”, Milliyet, 23 Ekim 2015, s.18.

[5] “Böbrek Ağrısıyla Köşe Adını Koydu”, Milliyet, 23 Ekim 2015, s.18.

[6] “Peyami Safa’nın Yerine Milliyet’e”, Milliyet, 23 Ekim 2015, s.18.

[7] Çetin Altan, Kopuk Kopuk, Bilgi Yayınevi,1970.

[8] Zeynep Miraç, Milliyet, 28 Kasım 2009.

[9] Milliyet, 2 Şubat 2009.

[10] Feridun Andaç, “Bir Dil Ustası: Çetin Altan”, Cumhuriyet, 24 Ekim 2015, s.18.

[11] “Ardından Ne Dediler? Gelmez Bir Daha Onun Gibi Birisi”, Milliyet, 23 Ekim 2015, s.19.

[12] “10 Gazeteden 20 Yazar Çetin Altan’ı Yazdı...”, 23 Ekim 2015… https://t24.com.tr/haber/10-gazeteden-20-yazar-cetin-altani-yazdi,313960

[13] Güneri Cıvaoğlu, “Anılarımda Çetin Altan”, Milliyet, 23 Ekim 2015, s.23.

[14] “Çetin Altan Sevgi Seliyle Uğurlandı”, Milliyet, 24 Ekim 2015, s.20.

[15] “Cumhuriyet’teki ‘Veda Yazısı’: Dünya İçin Fena Mücadele Etmedik”, Cumhuriyet, 23 Ekim 2015, s.16.

[16] Mert İnan, “Özgürlük Mücadelesi Asla Unutulmayacak”, Milliyet, 24 Ekim 2015, s.20.

[17] “Tarık Ziya Ekinci: Türkiye Solu Ondan Öğrendi”, Milliyet, 24 Ekim 2015, s.20.

[18] Aktaran: Feridun Andaç, “Bir Dil Ustası: Çetin Altan”, Cumhuriyet, 24 Ekim 2015, s.18.

[19] Hikmet Çetinkaya, “Güle Güle Çetin Altan…”, Cumhuriyet, 23 Ekim 2015, s.11.

[20] “Vasiyeti Demokrasi Oldu, Vedası Herkesi Buluşturdu”, Cumhuriyet, 24 Ekim 2015, s.18.

[21] Işıl Özgentürk, “Çetin Altan Usta Ölmüş Dediler…”, Cumhuriyet, 25 Ekim 2015, s.20.

[22] 1960 senesinde Necip Fazıl Kısakürek’ten aldığı mektup şöyledir: “Çetin, ‘Hürriyet’ isimli bir yazını okudum. Seni tebrik ederim. Arada, ruhuna nûranî mânalar inebiliyor. Böyle söylediğim için kusuruma bakma!.. Beni ve sana karşı fikirlerimi bilirsin... Beni sorma; zindandayım!.. Bu kadarı kâfi değil mi?.. Bir gün beni görmeye değecek kadar maziden mâna ve hatıra taşıyorsan gel! Sana haktan gerçek selamet ve saadet dua ederim. Necip Fazıl, Toptası Cezaevi-Üsküdar” (http://www.necipfazıl.çom/ımages/çetin.jpg)

[23] Attila Aşut, “Çetin Altan’ı Nasıl Bilirsiniz?”, Birgün, 2 Kasım 2015, s.11.

[24] Deniz Kavukçuoğlu, “Çetin Altan’ın Ardından”, Cumhuriyet, 24 Ekim 2015, s.16.

[25] Altan, kaleme aldığı yazılar kadar TİP milletvekilliği yaptığı dönemde siyasetçi olarak da büyük ses getirmişti. Milletvekili iken Meclis’te yaptığı konuşmalar hep akıllarda kaldı. Özellikle 1968’de, Meclis’te konuşma yaptığı bir sırada sık sık AP’lilerin tacizine ve hakaretlerine uğramasına rağmen, Genel Kurul’u yöneten başkanvekilinin de sürekli kendisini uyarması karşısında Altan, Fransız ihtilalinin önde gelen liderlerinden Danton’un yargılandığı ihtilal mahkemesinde söylediği sözü hatırlatır: “Sizin benden yukarıda oturmanız bir marangoz hatasıdır.” Bu söz başkanvekilini çileden çıkarır ve kendisine hakaret ettiğini söyler. Başkanvekili, sözünü geri almasını ister. Çetin Altan bunun üzerine, TBMM tutanaklarına geçen şu düzeltmeyi yapar: “Sizin benden yukarıda oturmanız bir marangoz hatası değildir.” (“Basın ve Yazının ‘Çetin’ Kalemiydi”, Cumhuriyet, 23 Ekim 2015, s.16.)

[26] “İstanbul’da bulunduğum bir ara Çetin Altan’a, “Ben de TİP’e geçeceğim” dediğimde uyardı: - Bizim Malik (Yolaç) tutucudur, gazetesinde iki TİP’li istemez. Sen de partiye girince, ikimizden birini atacak. Beni atamayacağına göre, bu sen olacaksın. Sonra ekledi: - Onun için sen partiye girme! Yazılarınla yararlısın, yazmaya devam et! Öğüdünü tuttum...” (Ali Sirmen, “Çetin Altan’ Çok Sevmiştik”, Cumhuriyet, 25 Ekim 2015, s.4.)

[27] Çetin Altan, Ben Milletvekili İken, İnkılap Kitabevi, 2005.

[28] “İstanbul’un Sosyalist Milletvekili”, Milliyet, 23 Ekim 2015, s.19.

[29] “Meclis’te Linç Girişimi”, Milliyet, 23 Ekim 2015, s.19.

[30] Çetin Altan, Büyük Gözaltı, İnkılap Kitabevi, 2015.

[31] Çetin Altan, Bir Avuç Gökyüzü, İnkılap Kitabevi, 1998.

[32] Çetin Altan, Viski, İnkılap Kitabevi, 1998.

[33] “Kışlada 15 Gün Gözaltı Sağmalcılar’da Tutsaklık”, Milliyet, 23 Ekim 2015, s.19.

[34] Hasan Cemal, Cumhuriyeti Çok Sevmiştim, Everest Yay., 2013, s.273.

[35] Cüneyt Arcayürek, Demokrasinin İlk Yılları 1947-1951, Bilgi Yayınevi, s.44

[36] Çetin Altan, Onlar Uyanırken, Yordam Kitap, 2017.

[37] Ahmet Altan, “Çetin Altan’dan Oğlu Ahmet Altan’a: Ben Öldüğüm Gün Sakın Yazı Yazma!”, Cumhuriyet Sokak, 1 Kasım 2015, s.2-3.

[38] Attila Aşut, “Çetin Altan’ı Nasıl Bilirsiniz?”, Birgün, 2 Kasım 2015, s.11.

[39] Fethi Naci anılarında anlatıyor: Mehmet Ali Aybar ricası ve Fethi Naci’nin aracılığıyla İdris Küçükömer, TİP’e giriyor. Yer Ankara ve 60’lar... Sonrasında TİP Kongresi’nde İdris Küçükömer konuşmak üzere kürsüye çıkıyor. O gün kongre başkanı Çetin Altan “demokrat”lığını gösteriyor!

[40] Akar’ın Altan ailesine gönderdiği taziye mesajı ise şöyleydi: “Sayın Altan ailesi, değerli babanız Türk basının asırlık çınarı kıymetli gazeteci Çetin Altan’ın siz sevgili ailesine gazeteci dostlarına ve basın dünyasına veda ederek sonsuz yolculuğa uğurlanışını büyük üzüntü ile öğrenmiş bulunuyorum. Ülkemizin yetiştirdiği müstesna gazetecilerden biri olan Altan’ın vefatı basın camiası ve memleketimiz için büyük kayıp olmuştur. Türk edebiyatına unutulmaz katkılar sunan gazetecilik ve yazarlık hayatı boyunca verdiği değerli eserleriyle de basın camiasının gönlünde aziz hatırasının hep yaşayacağına inandığım duayen gazeteci Altan’ın kaybından dolayı duyduğunuz acınızı yürekten paylaşıyor merhuma rahmet size ve basın camiasına sabır ve başsağlığı diliyorum.” (“Komutan’dan Altan Ailesine Taziye Mesajı”, Cumhuriyet, 28 Ekim 2015, s.6.)

[41] http://www.ınternetajans.com/default.asp?nid=96121