Tarih boşlukları sevmez,

yanılgıları affetmez.

Yanılgıların bedelini ağır ödetir.

Daha önce yayınlanan, Nietzsche ve Postmodernizmin Gerçek Yüzü, (2007) başlıklı kitabımda, Marx-Engels’i, postmodern olarak adlandırılan filozoflardan gelen saldırılara karşı koruyan biri olarak, şimdi Engels’e yönelttiğim bazı eleştirilerimin, bazı okuyucular tarafından şaşkınlıkla karşılanacağını tahmin edebiliyorum. Marx’ı 19. yüzyılın filozofu olarak gösteren, dolayısıyla 20. ve 21. yüzyılda Marx’ın teorisinin yetersiz ve dolayısıyla geçersiz olduğunu iddia edenlere karşı açıkça şunu savundum ve savunuyorum: Marx’ın eseri Kapital, hem kapitalizmin bir döneme ilişkin görünümünü, hem de kapitalizm genel ekonomik yasalarını ortaya koyması açısından, son derece önemli bir eserdir. Elbette 21. yüzyılda sermayenin ulaşmış olduğu düzey nedeniyle, kapitalizmin görünümü 19. Yüzyıldaki görünümünden farklıdır. Ancak Marx’ın kapitalizmin ekonomik yasaları konusunda ileri sürdüğü görüşler bugün de geçerlidir. Örneğin, artı-değer ve sırf kar amacına yönelik üretim, krizler, doğa ve insanın sömürülmesi, sermayenin yoğunlaşması ve tekelleşmesi, bilim ve teknolojinin sermayenin hizmetinde olması, rekabet, savaşlar, başka ülkelerin talanı vb. bu özellikler hala varlıklarını sürdürmektedirler.

Kapital’in tüm ciltleri okunup kavranmadan kapitalizmin işleyişini anlamak mümkün değildir. Kapital’in tüm ciltlerini okuyup özümseyenler şunu kolaylıkla görebilirler: Marx’ın teorisi, teknolojinin ve iletişim araçlarının gelişiminin ve yaşamın hızlanmasının nedenlerini, ayrıca ‘dijital kapitalizm’, ‘enformasyon kapitalizm’ vb. gibi adlandırılan kapitalizmin ekonomik görünümünü açıklayacak düzeyde bir teoridir. Kapitalizm var oldukça, Marx’ın ekonomik analizi, geçerliliğini koruyacaktır. Marx’ın düşüncesinin etkin olduğu yerlerde, kapitalizmin geriletilmesi mümkün olmuştur. Egemen sınıfların, Marx’ı, sürekli olarak gözden düşürme çabaları, onların korkularından kaynaklanmıştır. Marx’ı ölü ilan etmek mümkün değildir. Marx, kapitalizmi savunanları huzursuz etmeye devam edecektir.

Elbette Marx’ın teorisi tamamlanmış olmaktan uzaktır. Marx’ın teorisinde doldurulması gereken birçok boşluk vardı ve hala var. Örneğin, geçmişteki bu boşluklardan biri, tarımda kapitalizmin gelişmesi sorunu idi. Bilindiği gibi Marx, Kapital’de “ideal kapitalizmden”, yani çıkarları birbiriyle çelişen iki temel (kapitalist ve işçi) sınıfın var olduğu olgusundan hareketle, burjuva toplumunun ekonomik yasalarını açıklamıştır. Tarımda kapitalizmin gelişimi, köylülük ve küçük burjuvazi Kapital’de ele alınmaz. Dolayısıyla, ara sınıf olan köylülük ve tarımda kapitalizmin gelişmesi konusunda teorik bir boşluk bırakmıştı Marx. Bu boşluk, ne yazık ki burjuva ideolojinin Marksist hareket içine sızmasına neden olmuştu.

Örneğin I. Emperyalist savaş öncesi Alman Sosyal Demokrasisi içinde başlayan ilk büyük tartışma, tarım sorunu ve köylülük karşısında alınacak tavır ile ilgilidir. Partinin reformist kanadının özellikle parlamentodaki “pratik politikacıları” şöyle bir sorunla karşılaşırlar: Köylülük karşısında tavır ne olacak? Köylülüğü “gerici partilere bırakmamak gerekir” düşüncesiyle partinin bu konuda tavır belirlemesini isterler. Parti, önemli bir sorunla karşı karşıya kalır: Parti, teorisini pratiğin gereklerine mi uyarlamalı? Yoksa pratiği teorinin kriterlerine göre mi şekillendirmeli?

Reformist kanat, tarım sorununda izlenecek politikanın açıklığa kavuşturulmasının gerekli olduğunu ileri sürerek, bir tarım programı taslağını parti kurultayına sunar. Reformist kanadın program taslağı, köylülüğün sosyal durumunun iyileştirilmesini ve bunun için devletin köylülere yardım etmesini öngörmektedir. Kautsky, bu programı yanlış bulur. İyi bir hatip ve tartışmacı olmayan Kautsky, parti kurultayında hazır bulunan delegelere bu program taslağını reddetmeleri çağrısında bulunur. Delegeleri ikna etmek için iki argüman ileri sürer: Birinci argümanı şöyle: Program taslağı, tarımda özel mülkiyeti güçlendirmektedir. Bu ise işçi sınıfının çıkarlarına ters düşmektedir. Özel mülkiyete karşı olan bir partinin, tarım alanında özel mülkiyeti güçlendirecek bir politika izlemesi tutarsızlıktır ve kabul edilemez. İkinci argümanı ise, köylülüğün sosyal durumunun düzeltilmesini devletten beklemek, “devlet sosyalizmi” demektir ki, bu da Marksist teoriye terstir. Oylama sonucu delegelerin çoğunluğu Kautsky’nin çağrısına uyarak reformist kanadın tarım program taslağını reddeder.

Devrimci olduğu dönemde Kautsky, Marksizm’deki önemli bir boşluğu, tarımsal kapitalizm alanında Marx’ın bıraktığı boşluğu doldurur. Tarımda kapitalizmin nasıl geliştiğinin açıklayarak, Marksist bir tarım programı geliştirir. Tarımda kapitalizmin gelişmesi konusunda Marx’ın teorisindeki boşluğu doldurmaya çalışan Kautsky’nin katkılarını öven Lenin şöyle yazar: “Kautksy’nin kitabı -Kapital’in 3. Cildinden sonra- ekonomi alanındaki en önemli kitaplardan biridir.” (Lenin Werke 4, s. 84). Aynı Kautsky, Karl Korsch’un Marx ve Felsefe başlıklı eserinde dediği gibi, daha sonraki süreçte özellikle 1910’dan itibaren Marksizmin devrimci ruhundan kopararak vülger Marksizme yol açmıştır.

Bunları anlatmamın nedeni şu: Marksizm’deki boşluklar ve eksiklikler, burjuva ideolojisinin işçi sınıfına sızmasına ve işçi sınıfının bilincinin nesnel gerçekliğin gerisinde kalmasına yol açmıştır. Dolayısıyla benim eleştirilerimin özü şuna yöneliktir: Marx’ın Kapital’de yaptığı ekonomik analizlerle karşılaştırılabilecek düzeyde, üst-yapı alanında (devlet, kültür, felsefe, estetik, etik vd.) analizlerin ya yapılmamış olması ya da yetersiz olmasıdır ki, ne yazık ki bu eksiklikler kapitalizme karşı mücadeleyi zayıf düşürmüş ve düşürmektedir. Özellikle, bütünsel ontolojik bir temelin atılamaması ve felsefi kuramlaştırma çabası yetersiz kalmıştır. Dolayısıyla tarih boşlukları sevmez, yanılgıları affetmez. Yanılgıların bedelini ağır ödetir.

Geçmişteki eksikliklerden bir diğeri ise, Marx ve Engels’te gelişmiş bir ulus ve devlet teorisinin olmayışı idi. Ulus teorisi konusundaki eksikliği, yine Kautsky; devlet konusundaki eksikliği ise Lenin gidermeye çalıştı. Ama bu çalışmalar da belirli bir eksiklik içermektedir. Şöyle ki, Kautsky, ulusu yalnızca nesnel temellere dayandırarak izah ederken, ulusun yaratılmasında öznel etkenleri (ideoloji, devlet, milliyetçi düşünürler vb.) görmezden gelmiştir. Lenin ise, devlet teorisini, esas olarak egemen sınıfının ordu, polis gibi şiddet unsurlarına dayandırırken, devletin öznel ideolojik rolünü (okullar, üniversite, medya, parlamenter sistem vb. ), yeterince göz önünde bulundurmamıştır.

***

Daha önceki yazılarımda Engels’in doğa ve toplum diyalektiği arasında yeterince ayrım yapmamasını; doğa bilimlerini abartarak, felsefeyi küçümsemesini; Hegel’in zengin sistemini yönteminden ayıran yaklaşımını eleştirmiştim. Bu eleştirilerimin amacı, esas olarak Engels’in felsefi tutumunun doğurduğu siyasal sonuçlara dikkat çekmek; özellikle iki önemli alanda, yani ulus sorunu ve devlet konusunda, bazı hatalı yaklaşımlara yol açtığına işaret etmektir.

Engels’in Ulus Konusunda Sorunlu ve Hatalı Tutumu

Engels’e yönelik eleştirilerimi ilk defa yapmıyorum. Marksizm, Milliyetçilik ve Demokratik Ulus (İletişim Yayınları, 1918) başlıklı kitabımda, Marx ve Engels’te bir ulus teorisi olmadığını ve Engels’in ulus konusundaki hatalı yaklaşımını ve bu yaklaşımın kökenlerini ortaya koymuştum.

Engels’in ulusal sorun konusundaki yanılgılarının birçok nedeni vardır. Çok yakından incelendiğinde, Engels’in ulus konusundaki yanılgısının en önemli nedenlerden biri, diyalektik olmayan ve bilincin, iradenin önemini yeterince vurgulayamayan bir materyalizm anlayışıdır.

Ukraynalı Marksist Roman Rosdolsky, Zur nationalen Frage: Friedrich Engels und das Problem der geschichtslosen Völker başlıklı önemli bir eser kaleme alır. Ernest Mandel, Rosdolsky’nin kitabını, bizzat Marx ve Engelse yöneltilmiş, Marksist eleştirinin ilk örneği olarak değerlendirmiştir. Rosdolsky, kitabında Engels’in 1848 Devrimi’nden önce ve sonra Neue Rheinische Zeitung’un Güney Slavlar konusunu ve ulusal sorunu nasıl ele aldığını inceler. Engels’in devrimden önceki ve sonraki yazıları arasındaki çelişkilere işaret eden Rosdolsky’e göre, gazetede yayımlanan yazılarda, Engels, Güney Slavların ulusal hareketlerini ya inkâr etmiştir, ya da ulusal sorunu suni bir sorun olarak görmüştür.

Engels, bazı küçük ulusların geleceği olamayacağından hareket ederek, “tarihsiz uluslar” terimini kullanmıştı. Bu terim, özünde geçmişte güçlü devlet kurmayı başaramayan ve bu yüzden gelecekte de ulusal bakımdan bağımsız devlet kurma yeteneği ve gücü olmayan ulusları kastediyordu. Engels, geçmişte Avusturya ve Macaristan’da yaşayan Slav halklarını (Çekleri, Slovakları, Slovenleri, Hırvatları, Sırpları ve Ukraynalıları) ve Rumenleri tarihsiz uluslar ve dolayısıyla karşı-devrimci uluslar olarak değerlendirirken, Almanları, Polonyalıları, Macarları ise tarihsel uluslar ve bu nedenle devrimci uluslar olarak görmüştü. Onun ulus konusunda bu ikircikli tutumuna, adı geçen kitabımda eleştirel olarak yaklaşmıştım.

Avusturya, Almanya (Prusya Devleti) ve Rusya arasında paylaşılmış Polonya’nın bağımsız olmasını savunan bir konuşmasında Engels, “başka bir ulusu ezen ulus, özgür olamaz” diyerek enternasyonalist bir düşünceyi savunmasına karşın; aynı Engels, ekonomik nedenlerden dolayı küçük ulusların yaşayamayacağı varsayımından hareketle, özellikle Slav uluslarının kendi kaderini tayin hakkına karşı durmuştur. Hatta eğer Alman devrimi zafere ulaşırsa, Çeklerin baskı altına alınacağını ileri sürmüştür. O dönemde Bakunin bütün ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunduğundan, Engels ile Bakunin arasında ulus konusunda yaşanan polemikte, tarih Bakunin’i haklı çıkarmıştır.

1848-1849 döneminde Slav halklarının karşı-devrimin saflarına geçmesini tek-boyutlu ve diyalektik olmayan bir biçimde izah etmiştir. Engels’e göre gericilik, Slav halklarının karakterinden kaynaklanmıştır.

Ukraynalı Marksist Roman Rosdolsky’nin ortaya koyduğu gibi, Marx ve Engels’in bazı hatalı kavrayışları, onların teorisi olan tarihî materyalizmden değil, bizzat kendi teorilerine zıtlık teşkil eden siyasal değerlendirmelerden kaynaklanmıştır. Üstelik Engels, Slavların istemlerinin Macaristan’da yasalarla çözüleceği düşüncesinden hareket etmiştir.

Rosdolsky’nin ileri sürdüğü görüşe göre Engels, ulusal sorunda 1848-1849 döneminde işçi sınıfının çıkarına uygun bir siyasal çizgi izlemeyi başaramamıştır. Alman burjuvazisinin sınıf çıkarı, o dönem şöyle bir ikilemi doğuruyordu: Ya devrim, ya ulusal kimlik. Rosdolsky, Engels’in ulusal soruna yaklaşımındaki ikilemini şöyle ifade ediyor:

Ya yok olup gideceksin veya Almanlarla beraber Alman devleti içinde yaşayacaksın ikilemiyle karşı karşıya bırakılan Çek halkına nasıl bir özgürlük vaat ediliyor? Yani devrimin gerçekleşebilmesi için ezilen uluslar ulusal kimliklerini terk etmelidir; ama eğer uluslar, kendi kimliklerinden vazgeçmek istemezlerse, bu durumda devrim mümkün değildir.

Rosdolsky, bu ikilemin, Engels’in ulusal sorun üzerine yazılarında egemen bakış açısı olduğunu ileri sürüyor. Rosdolsky’nin yazdıklarına dayanarak Engels’in Çek ulusal sorunu konusundaki yanılgısının kökenleri şöyle formüle edilebilir:

1. Ulusal baskıya karşı olmanın demokrasinin bir istemi olarak görülmemesi.

2. Merkeziyetçi bir devletin tek-boyutlu, ulusal kimlikleri dışlayan bir biçimde kavranması.

3. Ulus-devlette tek bir resmî bir dil olması gerektiğini savunma anlayışı.

4. Ulusal sorunda yeterince açıklık ve somut bir programın olmaması.

Ulusal baskıya karşı olmayı demokrasinin bir gereği olarak görmeyen böylesi bakış açısının, kökleri üzerinde düşünmeğe değer. Ekonomik nedenler nedeniyle, bir ulusun yaşayamayacağı iddiası, gerçeklikler tarafından çürütülmüş ve aşılmıştır.

Zaten daha sonradan Engels’in yanılgıları eleştirilere maruz kaldı; Otto Bauer, Karl Kautsky ve Franz Mehring gibi Marksistler, Engels’in Güney Slavları karşısında izlediği siyasal çizginin hatalı olduğunu kabul ettiler. Marx-Engels’in Almanca Toplu eserlerde de Engels’in ulusal sorun konusunda görüşünün yanılgılar içerdiğine dikkat çekilmektedir. Lenin, ulus konusunda eski yanılgıları düzelterek, ulus meselesini daha doğru temellere oturtmayı başarmıştır.

Kitabımda (Marksizm, Milliyetçilik ve Demokratik Ulus) çok kapsamlı olarak ele aldığım konuları, burada tekrar etmek hem mümkün değil hem de yeri değil. Ancak kitabımda ulus konusunda ileri sürdüğüm bir tezi çok kısa bir biçimde olsa da ifade etmek isterim.

Burjuva Aydınlanmasının üç büyük sonucu oldu: Birincisi, akıl, dinsel dogmatizmden kurtuldu, özgürleşti; ikincisi, din ve devlet birbirinden ayrıldı. Öyle ki, devlet herhangi bir dinin tarafını tutmadı. Devlet, tüm dinlere eşit mesafede durmak zorunda kaldı; böylece devlet kaynaklı dinsel baskılar genel olarak sona erdi; üçüncüsü, dinsel inanç özel alan olarak görülmeye başlandı.

Fakat egemen olan burjuvazi, dinin yerine, milliyetçiliği geçirdi. Böylece, feodal toplumdaki din-devlet özdeşliği, yerini ulus ile devletin özdeşleşmesine bıraktı. Geçmişte devletlerin ideolojik çimentosu dindi; bugünün ulusal devletlerinde ise, ideolojik çimento, esas olarak milli kimlik, milliyetçi ideolojidir. Devlet ile ulusun özdeşleşmesi, yeni baskı biçiminin (ulusal baskı) ortaya çıkmasına neden oldu. Şimdi yapılması gereken şudur:

Nasıl ki, burjuvazi, geçmişte gelişmesine engel olan din-devlet özdeşliğine karşı durduysa ve devlet din ayrımını savunduysa; biz de bugün, sisteme karşı durarak, devlet ve ulusun birleşmesine karşı durmalıyız; devlet ile milliyet kimliğinin birbirinden ayrılmasını savunmalıyız. Dolayısıyla bir devlet çerçevesi içinde, devlet kaynaklı ulusal baskıların ortadan kaldırılmasının önemli bir koşulu, devlet ile milliyetin özdeşliğinin aşılmasıdır. Bu ne demektir? Bireyler, ‘Türk’üm, ‘Kürdüm’, ‘Ermeni’yim, ‘Süryani’yim’ vd. diyebilirler; ancak birçok milliyetin ve etnik grubun yaşadığı bir ülkede, eğer devlet, ‘Türk Devletiyim’ derse, o zaman devlet, kendini bir milliyetle özdeşleştirmiş olur ki, bu da sonuç olarak diğer milliyetler ve etnik gruplar üzerinde baskı kurmaya götürür.

Dolayısıyla milliyetçi ideolojinin gücünün belli ölçüde kırılması, milli kimliğinden soyutlanmış bir ‘devlet’ için mücadele etmeyi gerektirir. Devlet-ulus, devlet-kültür, devlet-dil bağıntısının koparılması, kafaları milliyetçi dogmalardan kurtarmak için bir zemin hazırlar.

Ulusal kimliği temel alan milliyetçi bir devlet, bir ulusun, bir kültürün ve bir dilin tarafını tutar. Demokratik ulusçuluk, devletin ulustan ayrılmasını savunur. Dil ve eğitim üzerindeki devlet tekeline son verir. Devletin, dil, kültür ve din konusunda tarafsız olması gerektiğine vurgu yapar. Dolayısıyla Sosyalist Aydınlanmaya ihtiyaç var. Yani dini ve milliyetçiliği, siyasetin aracı olmaktan çıkaran, dini ve milliyetçiliği depolitize eden bir yaklaşım gereklidir. Milliyetçi düşüncelerin cirit attığı topraklarda, sosyalist düşünce yeşerip, gelişemez. Burada güdük bir şekilde izah edilen konu, adı geçen kitabımda etraflıca ortaya konmuştur.

Devlet Konusunda Engels’in İkili Tutumu

Burada söz konusu olan şey şudur: Engels, Ailenin Özel Mülkiyet ve Devletin Kökeni başlıklı önemli eserinde devlet konusunda şunları dile getirmişti: Devlet, toplumsal gelişmenin belirli bir aşamasında, uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin ortaya çıkmasının sonucu olarak ortaya çıkan, bu çelişkileri sınırlar içinde tutmaya çalışan sınıflar üstü görünen bir örgütlenmedir. Böylesi önemli bir eser yazmış olan Engels, devlet konusunda son yıllarda, bu çizgisinden ayrılmıştır. Eleştirilen nokta, son yıllardaki tutumudur.

Engels’e yönelik eleştirilerimin arka planlarından biri, 1917 Ekim Devrimi’nin başarısı ile 1918 Almanya’daki Kasım Devrimi’nin yenilgisini karşılaştırmaktan kaynaklanıyor. Lenin, 1917 Nisan Tezler’in önemli bir şeye dikkat ediyordu:

Bugünkü Rusya’da özgün olan şey, proletaryanın bilinç ve örgütlenme düzeyinin yetersizliğinden ötürü (Vurgu Orkunoglu), iktidarı burjuvaziye vermiş olan devrimin birinci aşamasından, iktidarı proletarya ve köylülüğün yoksul katlarına devredecek olan ikinci aşamaya (Vurgu Lenin) geçiştir. (Lenin, Nisan Tezleri, s. 10).

1918 Almanya’daki Kasım Devrimi’ne götüren gelişmeler, bu yazının konusu değil. Ancak amaç, bilinç, örgütlenme ve irade olgularının ne kadar önemli olduğunu göstermek açısından kısaca bu devrimde yaşananlara değinmek gerekir.

Bir yandan 1917 Ekim Devriminin etkisi, diğer yandan savaşın Alman askerleri ve işçilerinde yarattığı acılar ve yoksulluk belirli kıpırdanmalara vesile olur. Ayrıca Alman hükümetinin ve generallerin, barış isteyen Bolşeviklerle barış görüşmelerine yanaşmamasının Alman kamuoyunda da deşifre olmasının sonucu olarak, hem askerler de hem de işçilerin tepkisi giderek artar. Tepkiler, ilkin pasif direnişlere, daha sonra aktif eylemlere dönüşür.

Almanya’da ilk direniş denizci askerler arasında başlar. 1918 baharında Alman Ordusu Komutanlığı, İngiltere, Fransa ve Rusya’dan oluşan İtilaf Devletleri ittifakına karşı büyük bir saldırı düzenleyerek, sonuç alıcı bir karara varmak ister. Ancak bu saldırı geri püskürtülür. Temmuz 1918’deki son büyük Alman saldırısının da başarısızlığından sonra, artık savaşı yöneten General Ludendorff’un askeri ve siyasi diktatörlüğünü sürdürebileceği bir zemin kalmaz. Ludendorff yenilgiyi kabul etmek zorunda kalır ve askeri başarısızlıklar nedeniyle ciddi bir itibar kaybı yaşar. Bu, eski ordunun dağılmasının başlangıcıdır.

Ne yazık ki, işçi partileri, bu durumdan bir sonuç çıkarma gibi politik bir kararlılık gösteremezler. Bu kararlılığı, savaşta çok acı çeken ve savaş yorgunu olan sosyal gruplar gösterir: Denizciler, askerler ve işçiler.

24 Ekim 1918 talimatı, deniz filosunun İngiltere’ye doğru yelken açması çağrısını içermektedir. Oysa savaşın kaybedildiğini, Alman Ordu Komutanlığı (OHL), Ağustos ayından itibaren bilmektedir. Kiel kentindeki denizciler; askeri olarak anlamsız ve maliyetli bir deniz savaşından kaçınmak isterlerken, bu savaş hareketinin barış görüşmelerine engel olacağını da düşünerek, bu talimatı reddederler. Ve bu denizci askerler tutuklanırlar. Ancak tutuklananları serbest bırakılması için diğer denizciler eyleme geçer. Askeri ayaklanmaya dönüşen eylemin ilk hedefi; “Tutuklananların serbest Bırakılmasıdır”. Ayaklanma giderek gelişir ve yayılır.

4 Kasım 1918’de gerçekleşen Kiel ve Wilhelmshaven liman kentlerindeki denizci ayaklanmaları, bu talimatı reddetme temelinde gelişirler. Komutanlara itaat etme, talimatlara uyulmaması sonucu etkisiz hale gelir. Ardından, askeri yetkililere karşı isyanlar başlatılır; komutanlar etkisiz hale getirilir. Rütbelilere karşı duyulan kin ile birlikte nefret edilen askeri sistemin bir sembolü olarak subayların üniformalarındaki apoletler koparılır. Askeri konseyler oluşturulur. Ve 1918 Ekim ayının sonundan itibaren, artık Almanya ordusunda itaat denilen bir şey kalmaz. Denizciler ve askerler sadece emirleri reddetmekle kalmaz, aynı zamanda komutayı devralan bir konsey de oluştururlar. Birkaç gün sonra konseyler, askeri ve siyasi gücün bir kısmını ele geçirirler. İsyancılar, silahlı gösterilerle şehir içinde yürürler. İlk ayaklanmalar, radikal solun güçlü bir etkiye sahip olduğu şehirlerde çıkar: Kiel, Bremen, vd. artık işçiler her yerde, bu asker hareketine katılmaya başlarlar.

Asker Konseyleri (siyasetin demokratikleşmesini isterler), İşçi Konseyleriyle kıyaslandığında askeri olan yapılarını demokratikleştirmeyi, askeri aygıtı temizlemeyi ve yeni düzen için bir halk ordusu yaratmayı denerler.

Devrim yavaş yavaş güneye doğru yayılmaya başlar. Devrimci hareket, 5 Kasım 1918’de önce Lübeck’e ve saatler sonra da Hamburg’a ulaşır. Her yerde, kendiliğinden Asker ve İşçi Konseylerinin oluşumu başlar. Milyonlarca insan, devrim hareketine katılır; bunun yanı sıra seçilmiş organlarını da birleştirirler. Telgraf ofisleri, polis istasyonları ve tren istasyonları gibi en önemli stratejik noktaları işgal ederler. Hapishanelere baskın yaparak, askeri ve siyasi tutukluları serbest bırakırlar. Diğer başka birliklerdeki askerler de talimatları itaat etmez. İşçiler genel greve çıkar. Ve bu ayaklanmalar tüm Almanya’ya yayılır. Polis ve askeri yetkililer, bu ayaklanmaya karşı açık bir direniş gösteremezler. Askerlerin, komutanlarına itaat etmeyi reddetmesiyle birlikte, yavaş yavaş bütün askeri sistem çökmeye başlar.

6 Kasım 1918’de ise, parti başkanı Friedrich Ebert (SPD) yaptığı bir açıklamayla, İmparator II. Wilhelm’i tahttan çekilmesi gerektiği yönlü sıkıştırır. Ebert ile Prens Max von Baden arasında geçen konuşma ve tartışmalar, SPD’nin devrimi kontrol altına almak ve sosyalist bir devrimi engellemeye yönelik olduğunu açıkça ortaya koyar. İmparator, istifa etmeyi reddeder. Bunun üzerine Ebert, Prens Max von Baden’e şunları söyler: “İmparator çekilmezse, sosyal devrim kaçınılmazdır. Ancak devrimi istemiyorum, evet, bir veba gibi ondan nefret ediyorum.” Bu sosyal devrim korkusu, SPD parti başkanı Ebert’in tüm bilincine işlemiştir.

7 Kasım 1918’de Hannover isyancıların elindedir ve aynı gün Münih’teki devrimci hareket, bir zafer kazanarak Kral III. Ludwig'i tahttan indirir.

8 Kasım’da devrimciler; Köln ve Frankfurt am Main’da, Dortmund ve Essen'de, Nürnberg ve Würzburg’da, Halle ve Magdeburg’da, Cottbus ve Stendal’da, Gotha ve Weimar’da, Leipzig ve Dresden’de, Brieg ve Gandau’da ve daha birçok şehirde galip geldiler. ( https://www.zeit.de/zeit-geschichte/2018/06/revolution-1918-1919-freiheits Bewegungs-berlin-Aufstand)

Rusya’da 1917 Şubat Devriminde olduğu gibi Kasım 1918’de Almanya’da da ikili bir iktidar durumu ortaya çıkar. Sosyalist devrim korkusu, SPD yöneticilerini telaşa düşürür. SPD’nin önderleri Friedrich Ebert ve Philipp Scheidemann, radikal sol görüşlü Karl Liebknecht’in o gün “Almanya Özgür Sosyalist Cumhuriyeti”ni ilan etmek istediğini öğrenirler. 9 Kasım’da, öğleden sonra saat 14.00’de Philipp Scheidemann, Parlamento Binası’ndaki bir pencereden “Alman halkının, tüm hatlar boyunca kazandığını” duyurur; “Alman Cumhuriyeti”ni ilan eder ve “sessizlik, düzen ve güvenlik” çağrısında bulunur. SPD, ayaklanmaları bastırmak için, Gustav Noske’yi görevlendirir.

Bu olayları anlatmamın nedeni şudur: 1918 Alman 1918 Kasım Devrimi, iki öznel etkenden yoksundur: Birincisi, sosyalizme gitme amacından ve kararlığından yoksun bir önderlik; ikincisi iktidarı almak için önceden eğitilmemiş bir işçi sınıfı. Kısaca; Berlin’de işçi ve asker konseyleri, iktidarı alacak konumdadır; ne var ki, devrimci işçilerin önderliğin kararsızlığı büyük sorun oluşturmuştur. Nihayet Almanya’nın askeri güvenliğinden sorumlu olan Gustav Noske, daha sonra şunları yazacaktır: “Eğer komünistler, amacı belirgin ve kararlı önderler olmuş olsalardı, Berlin’de iktidarı ellerine geçirebilirlerdi.

Burada vurgulamak istenen asıl nokta şu: Bir yandan kararsız önderler, diğer yanda işçi sınıfının yetersiz bilinci nedeniyle iktidarı alma iradesi gösterilememiştir. Örneğin Kasım ayı boyunca ve 1918 Aralık ayının ilk iki haftasında beliren en önemli soru şuydu: İktidar kime ait olmalı? Geçici Hükümete mi (dolayısıyla burjuva parlamentosuna mı) yoksa İşçi ve askerlerin kurduğu Konsey Sistemine mi?

İşçi sınıfının bilincinin ve iradesinin zayıflığı, 16-20 Aralık günleri, Almanya çapındaki İşçi ve Asker Konseylerinin düzenlediği genel kurultayda alınan kararda açığa çıkar. Şöyle ki, kurultayı önemli bir karar vermesi gerekiyor: İktidar geçici hükümete mi yoksa İşçi ve Asker Konsey sistemine mi? Alınan karar şöyle: İktidar geçici hükümete ait olsun, İşçi ve Asker Konseyi ise, hükümeti denetlesin. SPD’lilerin çoğunlukta olduğu bir kurultaydan başka bir sonuç beklenemezdi zaten.

23 ve 24 Aralık 1918 olayları, hükümet açısından ciddi bir ahlaki yenilgiydi ve USPD ile SPD arasında bir kopuşa yol açtı. “Berlin Noel Çatışması” olarak bilinen bu çatışma, devrimci askerlerin geçici hükümete karşı duruşuydu. Ebert; “Halk Denizci Tümeni”nin isyancı askerlerine karşı bir saldırı eyleminde bulunmaları için, eski askeri sistemin normal birliklerinden askeri yardım istemişti. Eski rejimin askerlerini çağırma, geçici hükümeti oluşturan SPD ile Bağımsız SPD (USPD) arasında kopuşa neden olmuştu.

Dolayısıyla İşçi ve Asker Konseylerinin varlığı, sistem açısından hala tehlikeliydi. Almanya’da egemen tarih yazımı İşçi ve asker Sovyetlerinin kurultayından bahsetmez, onu gözardı eder ya da “Hakkı olmayan sözde parlamento” olarak söz eder. Egemen tarih yazımı, Nisan 1919’daki 2. İşçi ve Askerler Konseyi Kurultayını da görmezden gelir. Ancak daha sonra Konseyin etkisi kalmamıştır. Askeri güvenlikten sorumlu olan Gustav Noske, eski rejimin gerici subay ve askerlerinin desteğini alarak İşçi ve asker konseylerini fesheder. Gustav Noske, 60.000 kişilik karşı-devrimci bir güçle Münih’te kurulmuş olan Asker ve İşçi Sovyetleri hükümetini yıkmak için yola çıkar. Devrimi asker ve işçi konseylerini Ordu Birlikleri, 3 Mayıs’a dek güçlü bir direniş gösterir. Ardından Sovyet Cumhuriyeti devrilir ve Münih’teki işçi ve asker Sovyetlerine son verilir.

Burada SPD’nin parlamenter sistem lehine karar vermesinin ve Konsey sistemine karşı olmasının arkasında, bir ölçüde Marx-Engels’in Komünist Manifesto’da savundukları devlet görüşünün ve bir ölçüde de Engels’in son yıllarda devlet konusunda izlediği politikanın etkisi var. Bunu kısaca açıklayalım.

Marx-Engels, Komünist Manifesto’da şunu ifade etmişlerdi:

İşçilerin vatanı yoktur. Onlardan sahip olmadıkları bir şeyi alamayız. Proletarya, her şeyden önce, siyasal egemenliği ele geçirmek(Vurgu Orkunoglu), ulusun önder sınıfı durumuna yükselmek, bizzat ulusu oluşturmak zorunda olduğuna göre, kendisi, bu ölçüde, ulusaldır, ama sözcüğün burjuva anlamında değil.

Bu pasaj, son derece önemli bilgiler içeren bir pasajdır. Ne var ki, konumuzla ilgili olarak beni ilgilendiren cümle siyasal egemenliği ele geçirmek cümlesidir. Bu cümle ile kastedilen, mevcut burjuva devlet makinasını ele geçirmektir.

İşçi sınıfının devrimde atacağı ilk adım, proletaryayı egemen sınıf durumuna getirmek, demokrasi savaşını kazanmaktır. Proletarya, siyasal egemenliğini, tüm sermayeyi burjuvaziden derece derece koparıp almak, bütün üretim araçlarını devletin, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde merkezileştirmek için ve üretici güçlerin tamamını olabildiğince çabuk artırmak için kullanacaktır.

Marx-Engels, ilk dönemde, işçi sınıfının mevcut burjuva devletini parçalayarak, yeni bir devleti değil, mevcut burjuva devletini ele geçirmeyi savundular. Bundan dolayı, anarşistler tarafından sürekli ‘devletçi komünistler’ olmakla ve , ‘devlet komünizmini’ savunmakla itham edildiler. Ta ki 1871 Paris Komünü deneyimi gündeme gelinceye kadar. Marx ve Engels, Paris komününden sonra görüşlerini düzelttiler ve bunu 1872 yılında Komünist Manifesto’nun ikinci baskısına yazdıkları önsözde bunu açıkça dile getirdiler.

Paris Komününde edinilen pratik deney karşısında, bu program, bazı ayrıntıları bakımından, bugün eskimiş bulunuyor. Komün özellikle bir şeyi, "işçi sınıfının mevcut devlet mekanizmasını salt elinde tutmakla onu kendi amaçları için kullanamayacağını" tanıtlamıştır.

Ancak tarihsel bir belge olduğu için, üzerinde artık hiç bir değişiklik yapma hakları olmadığını ilan eden iki düşünür, belki de ileride, 1847'den günümüze dek olan boşluğu dolduran bir giriş ile birlikte, bir başka baskı çıkabileceğine işaret ederler.

Marx ve Engels’in Almanca Toplu Eserlerinde (Marx-Engels Werke: MEW) Komünist Manifesto’nun ikinci baskısına yazdıkları önsözün yer almaması da düşündürücüdür.

Son olarak dikkate çekmek istediğim iki nokta daha var:

Birincisi, 1848-1871 yılları arasında Marksizmi öğrenen nesiller, burjuva devletini parçalamayı değil, ele geçirerek, devlet aracılığıyla sosyalizmi kurma teorisini öğrendiler. Alman sosyal demokrasisinin önderleri de böylesi bir teoriyle siyasal yaşamlarına başladılar. Örneğin 22-27 Mayıs 1875 tarihleri arasında Gotha kentinde yapılan ve Marksistleri ve Lassalcıları bir araya getiren kurultayda kabul edilen programda şöyle bir ibare geçer:

Alman İşçi Partisi bütün legal yollardan yararlanarak, özgür devlet -ve- sosyalist toplum için çaba gösterir.

Paris Komününden dersler çıkarmış olan Marx, özellikle özgür devlet konusunu eleştirerek şöyle yazar: “Program, ne şimdiki devleti, ne de komünist toplumdaki geleceğin devletini ele almıştır.

Ne var ki, Marx’ın Gotha Programını eleştiren yazısı, am 25 yıl boyunca o zamanlar partinin bir numaralı teorisyeni olan Wilhelm Liebknecht tarafından çekmecede saklı tutulur. Marx’ın eleştirileri parti tarafından bilinmez. Ta ki 1890 yılında yayınlanıncaya kadar.

Dikkat çekmek istediğim ikinci nokta ise Engels’in yaşamının son yıllarda devlet konusundaki görüşüdür: Bilindiği gibi Engels de Marx’ın Paris Komünü deneyiminden çıkardığı sonuçları kabul eder; yani işçi sınıfının burjuva devletini kendi amaçları için kullanamayacağını, parçalanıp yerine yeni bir devlet kurulmasından yanadır. Ne yazık ki Engels, son yıllarında bu Paris komününden çıkarılan derslerden uzaklaşarak eskimiş teoriye geri döner.

Uzun olmasına karşın, önemli bir noktaya parmak bastığı için, Mehring’in yazdıklarını aktarmayı gerekli görüyorum. Şöyle yazmıştı Mehring:

Bu konuda anlatılanlar ne kadar zekice olsa da, Marx ve Engels’in bir çeyrek asırdan beri Komünist Manifesto’da açıkladıkları görüşlerle belirli bir çelişki içerisindeydi. Manifesto’daki görüşe göre, gelecekteki proleter devrimin sonuçlarından biri, devletin yavaş yavaş sönmesiydi. Devletin amacı, azınlık sömürücü sınıf adına, çalışan büyük çoğunluğun ekonomik sömürüsünü garanti altına almaktı. İyi durumda olan azınlığın ortadan kalkmasıyla, silahlı baskı ve devlet gücünün gerekliliği de ortadan kalkacaktı. Aynı zamanda Marx ve Engels, proleter devrimin amaçlarına ulaşmak için, işçi sınıfının, önce devlet mekanizmasını ele geçirmesi, ele geçirdiği devletin yardımıyla, kapitalistlerin direncini kırması ve toplumu yeniden örgütlemesi gerektiğini vurguladılar. Komünist Manifesto’daki düşünceler, asalak devletin yok edilmesine yönelik şiddetli bir üslupla başlayan Fransa’da İç Savaş adlı çalışmada Komüne düzülen övgülerle bağdaşmıyordu.

Marx ve Engels bu çelişkinin farkına vardılar. Ve Komünist Manifesto’nun Haziran 1872’de yapılan yeni bir baskısına yazdıkları önsözde düşüncelerini tekrar gözden geçirip, işçi sınıfının mevcut devlet mekanizmasını ele geçirerek, kendi amaçları için kullanamayacağına işaret ederek, görüşlerini düzelttiler. Ancak daha sonra anarşistlerle mücadele halinde olan Engels, Marx’ın ölümünden sonra, Paris Komünü konusundaki görüşlerini terk ederek, tekrar Manifesto’daki eski görüşleri tekrarladı. (Franz Mehring, Karl Marx, Geschiche seines Lebens, s. 457-458).

Engels’in yaşamının son yıllarına bazı sorunlu açıklamalar yaptığı ve yazılar yazdığı biliniyor. Örneğin Engels, Fransız Marksistleri için Fransızca yazılan daha sonra Almanca’ya çevirdiği “Almanya’da Sosyalizm” (1892) başlıklı makalesinde, her geçen yıl, sosyalistlerin seçimlerde oylarını artırdığına dikkat çekerek, “partinin iktidara geleceği zamanın, hemen hemen matematiksel olarak tamamen belirlenebileceğini” iddia etmişti. (Engels, ‘Der Sozialismus in Deutschland’ MEW Band 22, s. 250).

Dolayısıyla Alman Sosyal Demokrasinin I. Dünya Savaşını desteklemesi ve sosyalist devrime karşı olması yalnızca Kautsky, Ebert ve Scheidemann gibi önderlerin ihaneti ile açıklanamaz; Marksist teorinin ilk dönemdeki siyasal, ideolojik konulardaki eksikliklerinin bir bedeli olarak da görülebilir. Dolayısıyla doğru ekonomik analiz önemlidir, ama yetersizdir; sağlam felsefi temellere sahip olmak da, doğru siyasal hat için önemlidir. Fakat ne yazık ki, felsefe ve politika arasında bire-bir bir ilişki yoktur. Çünkü doğru bir felsefi bakış açısı, yanlış siyasal çizgiye yol açacağı gibi, eksik bir felsefi bakış açısının da doğru bir siyasal hatta götürmesi mümkündür. Dolayısıyla ezilenler açısından uzun süreli başarı, bu ikisinin doğru olduğu yerde mümkündür. Ontolojiden yoksun bir epistemoloji ve doğa bilimlerinin bir İdeadan yoksunluğu, insanlık için büyük sorunlara neden olmaktadır.