Hâlihazırda Türkiye’de yürütülen »devlet-mafya« tartışmaları hız kaybetmeyecek gibi görünüyor. Ancak tartışmaları »meşru devlet – gayrimeşru mafya« düzleminde yürütmek, asıl sorunun köküne inmeyi engellemekte ve egemen söylemin dezenformasyonu ile bilinçli hedef şaşırtmayı desteklemektedir. Halbuki, sadece Türk devleti değil, genel olarak kapitalist devletlerde ve bilhassa kriz dönemlerinde egemenlerin doğrudan kontrolleri altında olan gizli yapılanmalar ve suç örgütlerinin yardımıyla »düzeni« korudukları biliniyor. O açıdan »devlet mafyalaşıyor« söylemi yanıltıcıdır.

Söylemek istediğimizi iki örnekle açalım: Ukrayna’daki »Maidan Meydanı« çatışmalarında ve Odessa’da sendikacıların yakılarak öldürülmesinde neofaşist grupların oynadıkları rol burjuva medyasında bile yer almıştı. Daha 2014’te İtalya’daki bir internet sitesi bu olaylarda İsrail ordusunda özel tim elemanı olarak görev yapmış ve çeşitli yargısız infaza karışmış personelin, Ukraynalı neofaşistleri 2006’da Estonya’daki bir NATO karargahında CIA elemanlarıyla birlikte eğittiklerini ortaya çıkarmıştı. Darbe esnasında yaralanan İsrailli »uzmanlar« da bizzat İsrail’de tedavi edilmişlerdi. Yani Ukrayna’daki paramiliter neofaşist gruplar doğrudan NATO, CIA ve MOSSAD tarafından oluşturuldular.

Diğer bir örneği kısa süre önce »Newsweek« dergisinde yayınlanan haberde okuyoruz. Buna göre Pentagon’a bağlı, yıllık bütçesi 1 milyar dolara yakın ve 60 bin özel tim elemanından oluşan bir gizli ordu hâlihazırda dünya çapında çeşitli operasyonlar gerçekleştiriyor. Para trafiğini kurulan 130’dan fazla özel şirketle örgütleyen, haber alma ve siber uzay alanlarında da faaliyet yürüten bu gizli ordu ABD Kongresi’nin kontrolü altında değil. Moda deyimle söylersek, bu »gayrimeşru yapı« derginin iki yıl süren hummalı araştırması sonucu ortaya çıkarılmış. »Newsweek« bu gizli ordunun personel sayısı açısından CIA’nin dünyanın muhtelif coğrafyalarında operasyon yürüten elemanlarının sayısını şimdiden katlamış durumda ve 60 bin olarak verilen sayının aslında çok daha fazla olduğunu bildiriyor. Almanya’daki, Nazilerle ilişkileri belirlenen KSK yapısına bakarak, muhtemelen diğer NATO ülkelerinde de benzer yapılanmaların mevcut olduğunu söyleyebiliriz.

Bu iki örnekten, eski »Gladio« tarihinden ve Türkiye’de hâlâ faal olan Kontrgerilla pratiğinden hareketle, Sedat Peker’in ifşalarının sadece buzdağının tepesini gösterdiği ve asıl sorumlunun taşeron olarak kullanılan suç örgütleri değil, bizzat devletin kendisi olduğu sonucu çıkartabiliriz. O açıdan bugünlerde sıkça kullanılan »Bu pisliği devrim temizler« sloganının, içi boş bir söylem olmadığını, aksine yegâne çözüm yolunu gösterdiğini kavramamız gerekmektedir. Türkiye ve Kürdistan’da yürütülen kirli savaş pratiği, antidemokratik uygulamalar, düşman ceza hukuku, yargısız infazlar ve daha nicesi, yozlaşmış ve »mafyalaşmış« siyasetin pisliği değil, kapitalist devletin değişmeyen realitesidir. Ve bu pisliği ancak devrim, ancak sosyalizm temizleyebilir, gerisi laf salatasıdır.