“Bir insan umudunu yitirir ve amaçsız kalırsa, sırf can sıkıntısı bile onu bir hayvana çevirebilir.”

Dostoyevski

İnsanlığın büyük çoğunluğu için kötü geçen 2020 yılını geride bırakırken, umutların kararmaması temennisiyle, okuyucuların yeni yılını içtenlikle kutluyorum.

Geçen yazımda diyalektik konusunu kısaca ele almıştım. Ancak yazıyı anlamakta zorlananlar olmuş. Anlaşılan, konuyu yeterince iyi açıklamayı becerememişim. Yazının sonunda ise; bir sonraki yazımda, birçok Marksist düşünür tarafından Engels’e yöneltilen eleştirileri ele alacağımı söylemiştim. Ne var ki, sosyalizmin itibar kaybettiği günümüzde, bir de ‘Bilimsel sosyalizm’ sözcüğünü yaratan ve yayan Engels’in itibar kaybetmesine vesile olacak yazıyı şimdilik yayınlamaktan vazgeçtim. Yazıyı yayınlamadığım için, umarım okuyucular beni mazur görür.

Bu yazımda ‘Sosyal medya’ sorununa ve ‘Hızlanan yaşam’ konularına biraz dokunmak istiyorum. ‘Sosyal medya’ deyimi yaygınlaşmış durumda. Eğer bu deyimle, hızlı iletişim olanağı sağlayan Facebook, Instagram, WhatsUp gibi teknik araçlar kastediliyorsa, bu deyimin, kastedilen gerçeklikle örtüşmediğini düşünüyorum. Dolayısıyla yaygınlaşan deyimin doğru olarak kullanılmadığını belirtmeliyim. Elbette, benim itirazımla bu deyimin yerine, bugünden yarına hemen yeni bir deyimin kullanılacağını da beklemiyorum.

Ayrıca günümüzde Korona virüsü nedeniyle yaygınlaşan ‘Sosyal mesafe’ deyiminin de doğru olmadığı kanısındayım. Bana göre, ‘Fiziki mesafe’ sözcüğü gerçeğe daha yakın bir betimlemedir.

Kavramların doğru belirlenmesi konusuna hassas yaklaşmak gerekir. Kavramlara dayanan felsefe, bir ölçüde ‘Teoride sınıf kavgasıdır.’ Kavramlara ve onların doğru kullanılmasına önem verilmemesi, düşünme yeteneğinin zayıfladığı dönemlerde ortaya çıkar.

Facebook, Instagram, WhatsUp gibi iletişim olanağı sağlayan araçların, ‘Sosyal medya’ olarak adlandırılmaları kanımca şu açıdan sorunludur: İnsanlar; Facebook örneğinde olduğu gibi, doğrudan bire-bir fiziki bir ilişki içinde değildirler.

‘Sosyal medya’ olarak adlandırılan bu araçlar, özünde ‘Teknik ilişkilerdir’; daha doğrusu teknik araçlar vasıtasıyla kurulan ‘Sanal sosyal ilişkilerdir.’ Sanaldır, çünkü insanlar, fiziki olarak bir araya gelmemektedirler. Örneğin Facebook’ta; diyelim ki; ‘100 arkadaşı olan’ biri, gerçekte bu arkadaşları ile fiziki olarak bir araya gelemiyorsa, orada sosyal ilişkilerden bahsedilemez. Dolayısıyla ‘Sosyal’ sözcüğünün kullanılması da doğru bir yaklaşım değildir.

Bunları, hem felsefeyle ve kavramlarla yoğun olarak ilgilenen, hem de teknoloji dünyasını iyi bilen bir kişi olarak söylüyorum. Elbette teknik iletişim araçları, gerçek sosyal ilişkilerin yaratılmasına hizmet etmesi durumunda, önemli görevleri üstlenebilirler. Zaten insanlığın geleceği, her bireyin diğerinin özgürlüğünü ve gelişimini desteklediği bir dünyayı gerektiriyor. Rekabetçi değil, tersine dayanışmacı olan yeni tipte gerçek sosyal ilişkilerin oluşturulması, geleceği kurabilir.

Teknik iletişim araçlarını, çok farklı amaçlarla kullananların olduğu bir gerçeklik. Kimileri kendini göstermek için, kimileri diğerlerinin ne yaptığını merak ettiği için, kimileri ise ne yapacağını tam olarak bilmediği için, zaman geçirmek amacıyla kullanıyor. Toplumdan kopuk olup, yalnız yaşayan için de Facebook, insanlarla ilişkiye geçmek için, dışarıya uzanan bir nefes borusu görevini üstleniyor.

Teknik iletişim ve bildirim araçları, öznelliğe ve öznel aktivitelere (bildirim, haber, paylaşma vb.) zemin hazırlaması açısından, elbette olumlu yanlara sahiptir; ancak öznelliği sığlaştırdığı da inkâr edilemez. Bir tanıdık; “Facebook’a dadandıktan sonra, artık kitap dahi okuyamadığını” açık yüreklilikle ifade etmişti. Kitap okumanın gündemden düştüğü yerde, düşünce gelişip derinleşebilir mi? Hayır! Ancak “kitap okumak gerekmiyor, Google’dan veya dokümanter filmlerden her şeyi öğrenebilirim“ diyen cesur bilisizlere diyecek bir söz bulamıyorum.

Yıllardır Facebook’tan uzak kaldım. Önceleri zamanımı çalacağı için ilgi göstermezken, daha sonraları ise bu tip ‘sosyal medya’nın büyük ölçüde, toplumun kültürel McDonaldlaşmasına hizmet ettiği izlenimini edindim.

20. yüzyılın son çeyreğinde, yaşamın hızlanmasına paralel olarak McDonald gibi ‘Fast-Food’ sunan restoranlar ortaya çıktı. ‘Hızlı bir şekilde tüketme’ mantığı gündeme geldi. Bu mantık, dünyanın her yanına yayılmaya başladı. Öyleki; 1992 yılında, Pekin’de, dünyanın en büyük McDonald restoranı açıldı. 700 iskemle, 29 kasa ve yaklaşık 1000 kişi çalıştıran bu restoran, ilk iş günü, yaklaşık 40 bin müşteriye satış yaparak, bir McDonald rekoru kırmıştı.

Her gün McDonald’dan beslenen insanın sağlığının iyi olmayacağını düşünmek zor olmasa gerek. McDonald gibi işletmelerin ortaya çıkması ise; ‘Hızlanan yaşam’ ile ilgilidir. Peki, yaşamın hızlanmasının nedeni nedir? Buna aşağıdaki satırlarda değineceğim.

Bunları niye anlatıyorum? Bu hızlı tüketme, sadece restoranla sınırlı kalmadı; toplumun diğer kesimlerine de etkisi oldu ve çeşitli alanlara da yayıldı. Yazılı basın, gazeteler de bu gelişmelerden etkilendi. Uzun ve karmaşık yazılar, çoğunlukla hızla okunacak şekilde, birkaç paragrafa indirgendi. Hızlı bir şekilde tüketme düşüncesinden, cinsellik bile nasibini aldı. Hızlı yaşam ve hızlı tüketim üniversitelere de sıçradı. Sanayinin ihtiyaçlarını karşılamak için, eskiden 4-5 yıl süren öğretim süreci 2-3 yıla indirildi. Bazı yazarlar, ‘Toplumun Mcdonaldlaştırılmasından’ bahsetmeye başladılar. Hatta yıllar önce okuduğum bir kitap, bu başlığı taşıyordu.

Yaşamda Hız ve Sonuçları

Yaşamda ‘hız’ konusunun, çoğu durumda neden zararlı olduğu konusunda açık bir fikir sahibi olmak gerekir. Nasıl ki; hücrelerin kontrolsüz olarak hızlı bir biçimde üremesi kansere yol açıyorsa, sürekli ‘hızlı’ bir biçimde abur-cubur yemek yemenin de insan sağlığı için iyi olmadığı biliniyor. Aynı şekilde, hızlı bir biçimde Facebook, İnstagram gibi sosyal medya kuruluşlarında gezinerek, aşırı hızlı kültür tüketiminin de, insan zihni için sağlıksız olduğu düşünülebilir. Kısacası, kültürel Fast-Food, insanın zihinsel durumu açısından sağlıksız bir araçtır. Bu nedenle sadece vücut için değil, beyin için de diyet uygulamak gerekir.

Sosyal medya ile ilişkisi olmamasına karşın; aşırı ‘hız’ın yarattığı sonuçla ilişkisi olduğu için, Sovyetler Birliği’nin 1927’den sonra çok hızlı kalkınmasının bazı olumsuz sonuçlarına değinmek isterim. Sovyetler Birliği’nde aşırı ‘Hızlı kalkınma’ modelinin, demokratik süreci ortadan kaldırdığı gibi, bürokrasinin ve otoriter sistemin oluşumuna da katkıda bulunduğu biliniyor. Toplum açısından bakıldığında, sosyalist devletin bürokratikleşmesi demek; vücuda (halka) zararı olan bir tümörün büyümesi anlamına gelir.

Geçmişte ‘Facebook’ gibi platformların oluşmasına katkıda bulunun birçok ünlü bilgisayar uzmanı, bugün, Facebook’u şöyle eleştiriyor: ‘Facebook, demokrasinin düşmanıdır.’ Ve insanlara şu çağrıyı yapıyor: Sanal platformu terk edin! Gerçek yaşamda bir araya gelmeye çalışın! 2019 Mayıs’ında ise, Alman bilgisayar kurumları ayrıldılar. Örneğin, Gesellschaft für Informatik (GI) "Facebook demokrasiyi tehdit ediyor ve verileri korumanın düşmanı" diyerek, Facebook'tan ayrıldıklarını ilan etti.

***

‘Hız’ın olduğu yerde derinlik olmaz. Her hafta yazı yazanların, derinlikli yazılar kaleme alamayacağı bilinmeyen bir sır değil; ‘Hızlı’ yazılanlar, yüzeysel betimlemelerin ötesine geçemez. Bu ‘Hız’, günümüzün bazı sosyal hareketlerinde de, (Çevre hareketi, atom-karşıtı hareket, feminist hareketi vb.) yüzeysel yaklaşımların yerleşmesine neden olmaktadır. Bu sığlık, sosyal hareketlerde çeşitli biçimlere bürünmektedir. Bazen diğerini ötekileştirerek, bazen, insanları dönüştürme yerine, onları suçlayıp, yargılayarak; bazen daha kapsamlı örgütlenmelerin oluşumunun önünü kesecek biçimlerde ortaya çıkmaktadır. Aynı cephede yer alabilecek özneleri dışlamak, egemen güçlerin ideolojisinin ezilenlerin saflarında etkisinin bir görünümüdür.

Şimdi yaşamın hızlanmasının nedenine bir göz atalım: Bugün herkes yaşamın hızlandığını hissediyor ve görüyor. Ama bu ‘Hız’ın kaynağının ne olduğu konusunda açık ve net olan bilimsel bir görüşten yoksunlar.

Çağımızda ‘Yaşamın hızlanması’ meselesinin bilimsel açıklamasını, insanlık Marx’a borçludur. Günümüzde her şeyin hızlanmasının arka planında, sermayenin devir süresi (Umschlagzeit des Kapitals) bulunmaktadır. Marx’ın, Kapital’in 2. cildinde etraflıca ele aldığı bu konu, günümüz kapitalizmini anlamak açısından önemlidir.

Marx’a göre sermayenin devir süresi, iki sürenin (Üretim ve sirkülasyon süresinin) toplamıdır. (Umschlagszeit ist die Summe von Produktions- und Zirkulationszeit). Bu olgu, şu formülle ifade edilebilir:

Kapitalist üretim biçiminde, yeni teknik ve yeni iletişim araçları, özünde sermayenin devir süresini kısaltmaya yöneliktir. Kısacası; kapitalizm koşullarında sermaye, kısa sürede daha fazla kâr elde etmek için, hem üretim sürecini hem de tüketim sürecini hızlandırır. Arabalar, telefonlar vb. sık sık yenilensin diye, kasıtlı olarak kısa ömürlü olarak üretiliyorlar. Bu durum ise, doğanın ve insanın sömürüsünün yoğunlaşması anlamına geldiği gibi, insanlığa karşı büyük bir suç işlenmesi demektir. Ayrıca ölü sermayenin (teknik vb.) canlı emek (insan) üzerindeki egemenliği, hem insanın düşünme yeteneğini hem de duygusallığını köreltmektedir. Sanat ve şiirin, eski etkisini yitirmesi de gözlemlenen bir olaydır.

Yalnızca teknik gelişmeyi tarihin motoru olarak gören ve insanı unutan, eski mekanik materyalizmin ve pozitivizmin aşılması gerektiği açıktır. Günümüz devrimleri (tabii mümkünse), teknik üretici güçleri frenlemeyi, yaşamın hızını azaltmayı amaç edinmelidir. Yaşamın hızını azaltacak tersi bir gelişmeye ihtiyaç vardır. Bu durum, bugün bilim ve teknik karşısında yeni bir tutumun belirlenmesini şart koşmaktadır.

İnsanlığın bilinci, nesnel gerçekliğin gerisinde olduğu için, devrimlerin gerçekleştirilemediği bir dönemi yaşıyoruz. Ama bu saptama, gelecek toplum tasarımı üzerine daha fazla kafa yormayı, uzun vadeli hedeflere ulaşmak için ütopik unsura daha çok önem vermeyi gerektirir. Yaşadığımız dönemde, her zamankinden daha fazla kurgusal mantığa, gelecek perspektifinden bugüne bakmaya ihtiyaç var.

Ernst Bloch’un deyişiyle, “İnsan, diğer canlılar gibi, gelişimi bitmiş bir varlık değil, hala geleceğe açık olan bir canlıdır.“ İnsanlığın çürümesini engellemek için, somut gelecek tasarımlar sunarak, güncel yaşama müdahale etmek, elzem bir hale gelmiştir. Aksi takdirde, insanlığın çürümesi, döndürülemez bir sürece girme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Evet, günümüzde kapitalizmden kurtulma, ondan özgürleşme talepleri henüz cılızdır. Ancak insanlık tarihinin öğrettiği şu gerçeği de akılda tutmamız gerekir: Özgürlükleri kısıtlayan bütün rejimler, en sonunda tarihin çöplüğüne atılmıştır.