Ganime GÜLMEZ

“Benim sinemam isyanın çığlığıdır!” diyendir Yılmaz Güney.

Sırrı Süreyya Önder, Yılmaz Güney İle Paris’te İki Yıl adlı bu kitaba; “Film yapmak direnmektir” başlıklı dolu dolu bir önsöz yazar. Hissedilir! Kalem daha da büyük bir acı ve isyanla akmak ister, kendisini güç bela frenler:

“...Yılmaz Güney, bizim geriye bakan tek aynamızdır ve biz, bu aynaya bellek deriz. Bugün benim yaşımda olan çoğu kimse mutlaka bu aynanın tedrisatından geçmiştir. Yılmaz, yaşayan biridir, hayatın her alanında yaşar; bir bakarsınız, bir şoför aynasından bakıyor, bir bakarsınız bir berber dükkânından... Neredeyse çeyrek asır, O’nun fotoğrafını sandığına yapıştırmadan işe başlayan tek bir ayakkabı boyacısı yoktur.

Gençliğimizde Yılmaz’ın film ve kitapları başucumuzdaydı, onlarla yatar onlarla kalkardık. Mahallenin okumuşları, talebe dediğimiz kimseler onun kitap ve filmlerini ders kitabı gibi okur, anlatırlardı. Hayatta ne kadar kopya varsa, bu kitaplar ve filmlerden çekerdik. Güzel bir damar, güzel bir kule...

Marx’ın, Osmanlı için söylediği meşhur bir sözü vardır: “Onlar kendilerini ifade edemezler, ifade edilmeleri gerek.”

Kürtler, sinemada temsil edilirler, onların kendilerini temsil etmesine izin verilmez. Yılmaz, Atıf Yılmaz ve Yaşar Kemal’le birlikte bu temsilin temsilcisi olur. Dahası, bu temsilin hakkını verdiği için karşıtları bile saygı duyarlar...”

***

1948, Aydın doğumlu Muzaffer Doyum, İzmir’de büyür; 1966’da Ege Üniversitesi’ndeki tahsiline başlar. Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) ve Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu’nun (DEV-GENÇ) İzmir bölgesi kurucu ve yöneticilerindendir. 12 Mart Askeri Darbesi’nde tutuklanır ve on yıl kadar ceza alır. Üç yıla yakın Mamak Askeri Cezaevi’nde yatar. 1974’de ilan edilen afla özgürlüğüne kavuşur. 1978’de evi basıldığı için dört yıl gizlilik koşullarında yaşamak zorunda kalır ve 1982’de Paris’e gelir. Şu anda İstanbul’da yaşamaktadır.

Paris’e gelişinden hemen iki ay sonra tanışır Yılmaz Güney’le. Ve O’nun son nefesine kadar da sürer bu tanışıklık.

***

İşte bu Paris’e gelişle, Yılmaz Güney’in nasıl bir ‘Duvar’ ördüğüne-ördürdüğüne tanıklık etmeye başlar M.Doyum. Katar bizi de bu yolculuğa.

Kabadayı Fırat ve arabacı Cabbar’ın hafızalarımızdaki derin izleriyle; hepimizi sarsan ‘Duvar’ filmi için, tarihi bir manastırın, nasıl bir inşaat işçisi emeğiyle hapishaneye dönüştürüldüğünü izlemeye başlarız birdenbire. Tüm bu emek anlarını, Muzaffer Doyum’dan canlı canlı dinleriz:

“Avrupa’nın çeşitli yerlerinden rastgele toplanmış, sinema deneyimi hiç olmayan bir oyuncu kadrosuyla mükemmel bir film yaratma çabası, sonradan anlaşıldığı gibi onu için için kemirmişti. En basit bir sahne çekimine saatler harcayıp 8-10 kez prova yaptıktan sonra çaresiz memnuniyetsizliğini alaylı ve kızgın bir şekilde “Allah kabul etsin!” diyerek dillendiriyordu çoğu zaman.”

Yılmaz Güney’in, o dönemde Devrimci Hareketler’in devrimci sanata-sanatçıya bakışlarına yönelik eleştirilerinin; “tamamen, olduğu gibi” aktarılamama kaygısıyla dillendirilişini okuruz. Ancak O’nun ‘Siyasal Yazıları’nda da bunlar belge olarak mevcuttur; yani M. Doyum’un aktarımlarında, herhangi bir “o yana bu yana çekme” yoktur.

***

Müzisyen Zeyrek'ten gençlere tavsiye: "Herkes bir enstrüman çalmayı denemeli" Müzisyen Zeyrek'ten gençlere tavsiye: "Herkes bir enstrüman çalmayı denemeli"

Tuncel Kurtiz’in, hem de İsviçre’deki iş anlaşmalarını iptal ederek filmin çekildiği bu mekâna düşüşüyle, Elia Kazan’ın gerçekleştirdiği bir ziyaretle sürer bu sımsıcak yolculuğumuz.

Tuncel Kurtiz’in; Umut ve Sürü çekimlerinin ardından, “Yılmaz bana iki kanat taktı” dediği anların anılarını dinleriz.

Tarık Akan’ın; Sürü ve Yol filmlerinin senaryolarını koştura koştura okumasına ve heyecanına tanıklık ederiz.

Yine, Türkiye tarihine ne kadar değerli filmler kazandıran, Yılmaz Güney’i tereddütsüzce aktörlük sahnelerine fırlatan, yönetmen Atıf Yılmaz’ın, işte yine bu diyarlarda da Yılmaz Güney’le buluşmalarına tanıklık ederiz...

Tanıklık ettiğimiz bütün bu sahnelerin dillendiricisi, resmedicisi; O’nun asistanı, çekimlerin başından sonuna dek dublaj, montaj ve daha yığınla işte emeği geçen; bizzat Muzaffer Doyum’un kendisidir. Ancak M.Doyum kendi ifadelendirdiği bir dizi sebepten ötürü, o zamanlar kendisine hitabedildiği gibi, ‘Bekir’ ismiyle dahi film kayıtlarına geçmek istemeyendir.

***

‘Duvar’ yolculuğu sırasında Yılmaz Güney’in, film çekimleri için Avrupa’nın çeşitli şehirlerinden gelmiş, çoğunlukla ikinci kuşak çocuk mahkûm rolündeki gençlerle ilişkilerine de tanıklık ederiz. Çocuklara yönelik gümbür gümbür, onların anlayabileceği en yalın dille ve gerçekliklerle toparladığı bir konuşmayı dinleme olanağına kavuşuruz:

“Biliyorsunuz, benim Türkiye’den kaçtığımı söylüyorlar, ben ülkemden değil, hapishaneden kaçtım. Çünkü niyetleri, yazılarımdan dolayı istedikleri cezalarla beni ömür boyu hapiste tutmaktı. Bizim amacımız buralarda kalmak değil, biz bir gün mutlaka ülkemize döneceğiz.....”

Avrupalı kameramanların, şiddet yüklü bazı sahneler karşısında; ‘Avrupalılara bu görüntüler fazla gelir, bu görüntülerden hoşlanmazlar’ yönlü yorumlarına, Yılmaz Güney’in sanatıyla indirdiği o muhteşem yumruklarıyla sarsılıveririz.

Tüm bu keskinliklerine rağmen, her sahnede, vicdanının tınılarını etrafına saçışını da izleriz: “Şunu hiç ikirciksiz kesinlikle söyleyebilirim: Yılmaz abi tanıdığım bütün insanlar arsında en kibarı, en ince ve en zarifiydi.”

***

Sanatı dinleriz Yılmaz Güney’den. Süklüm püklüm eğilenlere karşı; çalışkanlığıyla, yaratıcılığıyla, adanmışlığıyla, yaptığı işe bizzat kendisini, yılmadan-yorulmadan hem de iliklerine kadar yatırım olarak sunuşuyla nasıl yanıt verdiğini dinleriz.

Bunları dinlerken; verdiği mücadele, harcadığı emek, gösterdiği azim, tüm dünyaya sanatıyla yaymak istediği adalet duygusu ve hedeflediği faşizmin teşhiri, demokrasi arzusu karşısında tekrar minnetle eğiliriz.

Bu yaşanmışlıklar daha dünmüş gibi heyecanlandırır bizi! Dünmüş gibi coşturur! Duygularımızın, okuyucular olarak hep birlikte attığını farkedebiliriz. Ve belki, O’nu daha dün kaybetmişçesine, O’nu gidenlerimizle birlikte çoğalttığımız günlerin izleriyle de ve yine hep birlikte, hüngür hüngür ağlamaya da başlayabiliriz!

***

Filmde rol alan amatör örgüt sempatizanlarının, rol icabı marş söylediklerinde, Yılmaz Güney’in; “Bu marş böyle mi söylenir?” zıplayışlarına, koro çalıştırmalarına da tanıklık etme fırsatı buluruz! Belki de kafamızda, günümüzdeki hâlimizi canlandırıp sarsılabiliriz; belki!

Hepimiz biliriz, çocuk Şaban’ın ağlamama sahnesini ve Yılmaz Güney’in onu nasıl ağlattığını. Bu kitapta, bu hikâyeyi daha canlı dinleyiveririz. Ve O’nun, bunca olanaksızlık içerisinde sahne başarısını yakalamanın coşkusuyla; Şaban’ın önünde diz çöküp, onu gözlerinden şarıl şarıl fışkıran bir sevgiyle, nasıl kucakladığının fotoğrafını da görürüz.

Sonrasında Boynu Bükük Öldüler’in Fransa’ya, hem de Fransızca olarak düşüşüne ve Fransızlar üzerindeki etkisine şaşar kalırız!

***

Ve işte! Ömrünün 12 yılını 15 ayrı hapishanede geçiren, bulunduğu koğuşların hapishane sabahlarını; “KAHROLSUN TEMBELLİK!” sloganıyla aydınlatan bu zıpkın Çukurova delikanlısının, kanserle mücadelesi başlar birdenbire.

Midesinin önemli bir bölümü alınmış, kendisine en fazla bir yıl ömür biçilmiştir.

Konuşma yapmak üzere davet edildiği toplantılara gider ve hastalığının ciddiyetini sezdirmemeyi yeğler. İyileşeceğine inancı sonsuzdur.

1983 Haziran’ında, Strasbourg kentinde, sinema üzerine düzenlenen bir açık oturumda Yılmaz Güney’in yaptığı sunuş konuşmasının bant çözümlemesini sunar bize, Muzaffer Doyum. Bu konuşma, bugün dahi ‘Sosyal Medya’ kapsamındaki düşünce ‘kusmalarına’ koca bir yanıttır.

Dinleyicilerin; “İstediğimiz her soruyu sorabilir miyiz?” sorusuna Yılmaz Güney; “Siyasi polemiklere yol açabilecek farklı görüş ayrılıklarını derinleştirecek sorulara girilmemesini özellikle rica edeceğim. Ancak, sanatla siyaset arasındaki ilişki konusunda sorulacak şeyler olursa onlara cevap veririm” yanıtını verir.

Yılmaz Güney yaptığı bu konuşmada; dünya sinemalarıyla Türkiye Sineması’nı karşılaştırır. İki profesyonel oyuncu dışında, asistanlarından oyuncularına dek hepsinin amatör olduğunu, onlarla nasıl bir çalışma hedeflediğini ve gerçekleştirdiğini aktarır. Kendi ‘sinemacılık’ ömrünün bir bölümüne dair özeleştiri verir. Ve sanat-siyaset ilişkisini çok yalın bir dille aktarır. Konuşmasının tamamı, daha hâlâ güncel ve gerçekten okunmaya değer!

Yine bir DİSK Gecesi’nde yaptığı konuşma; bugün yapılması gereken bir konuşma kadar tazedir!

1983’ün yılbaşında, yani sürgünlüğünün 15. ayında kaleme aldığı bildiri ve aynı yılın Şubat ayında Kürt Enstitüsü’nün düzenlediği Kürt Kültür Şenliği’nde yaptığı konuşma, Kasım ayında ‘Tüm Aydın ve Sanatçılara Çağrı’ olarak kaleme aldığı yazı, 1984’te Türkiye hapishanelerindeki ‘tek tip elbise’ye karşı gerçekleştirilen direnişe destek sunmak-toplamak amacıyla yaptığı konuşmalar ve daha nice konuşma da böyledir...

Bu konuşmalar, bu kitapta, Muzaffer Doyum tarafından capcanlı anılarla birlikte derlenir. Ve yeniden hafızalarımızda diriliverir!

***

“Daha sonra Server Tanilli hocayı evinde ziyaret ettik, biz vardığımızda Fatoş oradaydı. İstanbul Üniversitesi’nde “Uygarlık Tarihi” dersi veren Server Tanilli, 1978 Nisan başlarında faşistler tarafından pusuya düşürülerek silahlı saldırıya uğramış, belden aşağısı felç olmuş bir sosyalist aydındı. Uzun zamandır Strasbourg Üniversitesi’nde ders veriyordu, yaşamını tekerlekli sandalyede geçiriyordu, ev işlerine yardımcı olan bir kadın sürekli onunlaydı.”

Yılmaz Güney’le Server Tanilli; en yakın zamanda görüşmek dileğiyle ayrılırlar.

“Her ikisi de, “en yakın zamanda görüşmek” dileklerini dile getirdiler. Ne yazık ki, bir dahaki görüşme Yılmaz abinin ölüm haberini büyük bir acıyla öğrenen Server hocanın hiç zaman yitirmeden Paris’e gelmesiyle, cenaze töreninde gerçekleşti. Ağlamaktan hıçkırıklara boğulan yılların hocası tekerlekli sandalyesinde, Kürt Enstitüsü’nden başlayıp Père Lachaise Mezarlığı’na kadar binlerin katıldığı oldukça uzun bir yürüyüşü Yılmaz abinin tabutunun hemen arkasında sürdürdü.”

***

Yılmaz Güney’in sağlık durumu bu yürüyüş ve ziyaretin ertesinde kötüleşir. Yapacağı konuşmaları yazılı olarak, sunucular tarafından okunmak üzere iletmek durumunda kalır: “Herhalde Yılmaz abi tüm yaşamı boyunca ilk kez ve ne yazık ki son kez, aynı çatı altında sevdikleriyle bir arada olabiliyordu.”

Emekçi’nin seslendirdiği; “Bana Kendi Dilinden” ve “Eskiden Bilmezdim Yalnızlığı”nın sözleri, Yılmaz Güney’in şiirleri dökülüverir önümüze! Bize ne yolculuklarda-yollarda eşlik eden bu mısralar...!

Hastalığını gizleyendir Yılmaz Güney. “Toplantının sonunda Yılmaz abi, “Arkadaşlar, biliyorsunuz ciddi bir mide ameliyatı geçirdim ve çok fazla kilo verdim. Çeşitli çevreler son günlerdeki resimlerimi de kullanarak benim kanser hastası olduğum yönünde haberler yaymaya çalışıyorlar. Bu tür söylentileri nerede duyarsanız, sizden ricam, bunlara kesinlikle karşı çıkmanızdır. Bunların ne amaçla çıkartıldığı ve neye hizmet ettiği gün gibi ortadadır.” içeriğinde bir açıklama yaptı ve “bu tür toplantıları daha sık yapmamız dileğiyle” toplantıyı sonlandırdı.” Bu toplantı sonundadır ki, özel olarak sadece M.Doyum’a hastalığını açıklar.

***

Ve ölüm haberine yaklaşılan günler...

Ve ölüm haberi...

Ve Paris Komünarları’nın son direnişçilerinin toptan kurşuna dizildiği Federeler Duvarı’nın da bulunduğu Père Lachaise Mezarlığı’nda, Yılmaz Güney’in tabutunun başında Server Hoca’nın yaptığı dopdolu, bizi iliğimize dek titreten veda konuşması:

“Sinema -malum- güç bir sanattır. Ama onu, uygarlık yolunda en temel sorunları çözememiş, üstelik ilkel bir kapitalizmin bataklığına ve emperyalizmin pençesine düşüp kıvranan bizim gibi ülkelerde yapmak çok daha güçtür. Bizim gibi ülkelerde bilim adamının, şairin, romancının, ressamın önünde engeller vardır; ama sinema sanatçısının önünde çok daha korkunç engeller vardır. Mali ve teknik önlemleriyle, en başta da özgürlük ve sanat düşmanı iktidarın ‘sansür’üyle düzen, sinemacının karşısına gelip dikilir. Bunları yenmek her babayiğidin harcı değildir. Yılmaz Güney de, sanatını halkının ve yurdunun gerçeklerine adamış her namuslu sinemacı gibi, bütün bu engellerle boğuşup durdu.

Ama Yılmaz Güney, sadece bu değildir. Onu ülkesinin en büyük sinemacısı yapan, giderek o sinemanın uluslararası temsilciliğine yükselten, tek kelimeyle Yılmaz Güney’i Yılmaz Güney yapan başka şeydir. Nedir?”

Ve Tanilli’nin ‘Nedir?’ sorusunu açıklarken kucakladığı, hafızamızda tazelememiz gereken koca bir tarih okyanusu!!!

***

Yılmaz Güney’in kaybından sonra M.Doyum; Mayısçılar olarak, maddi zorluklar içerisinde, yeri geldiğinde sadece 28 metrekarelik bir evde 6 kişi kalarak sürdürdükleri sürgün yaşamında, üniversite burslarına dahi dokunmayıp, O’nun eserlerini nasıl kalıcı hale getirdiklerini aktarır: “...Yılmaz abinin 6 kitap hâlinde tüm roman ve hikâyelerini ve 3 kitap hâlinde de siyasal yazılarını basmak üzere biriktirdim.”

O’nun ölümünün 1. yıldönümüne tüm bu eserler yetiştirilir: “Sunumunu Nihat Behram’ın yaptığı gecede, halk ozanları Sümeyra Çakır, Emekçi, Nadire Rizazi, Şivan; konuşmacılar olarak Fatoş Güney, Prof. İrène Melikoff, Kendall Nezan, Prof. Server Tanilli ve Bekir Veysikan olarak ben vardık.”

Ve işte bu günde, can yoldaşının ardından yaptığı konuşmayı da aktarır M. Doyum: “... Ancak bu halk yasını bile tutamadı. Çünkü, faşist baskılar altında emekçilerin yas çığlıkları engelleniyor, kelimeler ağızlarında düğümleniyordu.

Halk gözyaşlarını bile dökemedi, zira gülmek de ağlamak da yasaktı....”

***

Ardından Fatoş Güney, 19 Mayıs 1985’te Batı Almanya Osnabrück kenti üniversitesi tarafından düzenlenen YILMAZ GÜNEY haftasında, tıpkı anı-romanındaki tertemiz-berrak diliyle bir konuşma gerçekleştirir: “Değerli Dostlar,Yılmaz Güney’in yaşamı, birkaç sayfa ile özetlenemeyecek kadar derin ve engin zenginliklerle doludur. O’nu tanıyabilmek, tüm yönleriyle kavrayabilmek ancak başarılar, başarısızlıklar, hor görülmeler, acılar, yoksulluklar, açlıklar, hapishaneler, hastaneler, kavgalar, kazalar, özlemler ve zaferlerle ipek böceği misali örülmüş bir yaşamı oluşturan binlerce olayı bilmek ve incelemekle mümkündür. Bu da, bir roman yazmayı gerektireceğinden, ben çok kısa ve öz olarak bazı noktalara değinmek ve onu dilimin döndüğünce anlatmaya kendi sözleriyle başlamak istiyorum...”

***

Ve Sevgili Muzaffer Doyum bize, gerçekten ve abartısız, kuşaktan kuşağa aktarılması gereken bilgi-belge içerikli bu hazine sandığını teslim ettikten sonra, bunları sunma amacını şöyle ifadelendirir:

“Hiçbir şey için hiçbir zaman geç değildir. Bütün devrimci hareketlerin kendilerine bir ayna tutmaya ihtiyaçları var. Ancak bu, çoğu zaman yapılageldiği gibi zayıflıklarımızı, beceriksizliklerimizi, zaaflarımızı gizleyen bir dev aynası değil; kendimizi olduğumuz gibi yansıtan gerçekçi bir ayna olmalıdır. Ancak böylece, önümüzdeki dönemin çetin sınıf mücadelelerine önderlik edebilecek, tekkelere son verip devrimci marksist temel ve ilkelerde birleşen bir devrimciler örgütü yolunda ciddi adımlar atılabilir...”

Emeğine-yüreğine, yaşanmışlıklarınıza, kalemine sağlık Sevgili Muzaffer Doyum.

Emeklerinize sağlık: “Yılmaz Güney’in bütün yönleri ile tanınması açısından, onun yakınında bulunan insanların onunla yaşadıklarını anlatmasını, bu anlatıların okuyucunun bilgisine, değerlendirmesine, eleştirisine sunulmasını önemli buluyoruz. Ne yazık ki en verimli döneminde yitirdiğimiz halkın bu değerli savaşçısı ve sanatçısının bugün de yaşatılmasının yollarından biri bu.” diyerek, kitabın bizlerle buluşmasına köprü olan Güney Kitaplığı Emekçileri.

Kitabın Künyesi: YILMAZ GÜNEY İLE PARİS’TE İKİ YIL, Muzaffer Doyum, Güney Kitaplığı, Kasım 2020.