Türkiye'de film çekme düşüncesinin bulunmadığını ifade eden Akın, "Zaten çekmeye kalksam tutuklanırım herhalde. Kesik filmini yaptıktan sonra beni muhtemelen bir halk düşmanı olarak görüyorlardır" diye konuştu.

Türkiye'nin zor günlerden geçtiğini ve bunun kendisini üzdüğünü söyleyen Türkiye kökenli Alman yönetmen Akın, nefret ve ırkçılığın uzun süredir Türk toplumunda kök saldığını ifade etti. ‘Duvara Karş’ı ile Metin Erksan’ın ‘Susuz Yaz’ filminden 40 yıl sonra Berlin’de ‘Altın Ayı’ ödülü alan ilk Türkiye kökenli olan Fatih Akın,” Daha önce eski elitler kasabalıları sömürüyorlardı, şimdi kasabalılar iktidarı ele alınca işi intikama döktüler” dedi.

Fatih Akın'ın Tuhaf Dergisi'nin Nisan sayısında Nando Salva'nın sorularına verdiği cevaplar şöyle:

Bu filmi çekmenize esin kaynağı olan bir dizi saldırıda sizi özellikle sarsan şeyler nelerdi?

Polisin kurbanları zanlılara çevirmesi beni çok öfkelendirmiş ve dehşete düşürmüştü. Bu gerçek bir skandaldı; ölenler ve onların aileleri Türkiye’den ve Yunanistan’dan gelen göçmenler oldukları için mutlaka bir mafya grubuna çalıştıkları ya da kirli işlere bulaştıkları varsayımından hareket ediyorlardı. İşte, duyduğum bu öfke beni bu filmi çekmeye teşvik etti. Almanya’da belki de üstün ırkçılar kendilerini çok iyi kamufle etmeyi becerdikleri için neo-Nazi tehdidi üzerinde yeterince durulmuyor. Geçmişte böyle insanlar aptalca davranışlar sergilemişler ve çok patırtı çıkaran dazlak kafalılar olarak boy göstermişlerdir. Şimdiyse çok daha akıllı ve kurnazca hareket ediyorlar. 

Yine de sizin filminizde neo-Nazilerin bir profilini çıkarmaya kalkışılmıyor. Bunun sebebi nedir?

Çünkü ne zaman haber programlarında bir terörist saldırının haberi yapılsa, bize teröristin adının Cihad Bilmemne olduğunu söylüyorlar, oysa kurbanlardan hiç bahsetmiyorlar; kurbanları sadece birer sayı olarak aktarıyorlar: 22 ölü ya da 130 ölü şeklinde. Peki, bu kurbanların hayatları nasıldı, nasıl işlerde çalışıyorlardı? Aileleri kayıplarıyla nasıl başa çıkacaklar? Bu tür sorular genelde sorulmadığı için de bir kurbanın hakikaten yakından bir portresini çıkarmaya, travmatik deneyiminin rüzgârına kapıldığında nasıl davranışlara itildiğini ortaya koymaya karar verdim. Teröristler neo-Naziler, fakat IŞİD’den ya da başka bir gruptan da olabilirlerdi. 

Bazıları, bir intikam filminin esin kaynağı olarak gerçek kurbanların çektikleri acılara yaslanmanın ahlaki açıdan sorgulanması gereken bir durum olduğu görüşündeler. Siz bu konuda ne dersiniz?

Bence siyaseten doğruculuk bizi ikiyüzlü insanlara çeviriyor. Ben ikiyüzlü birisi değilim; insanları zorlayan ve onları kışkırtan bir film yapmak istedim. O yüzden Paramparça eğlencelik bir filmdir, evet, fakat aynı zamanda insani durumla ilgilidir. İntikam alma ihtiyacı insanlığın en eski duygularından birisidir. Bu tür bir davranışı kendim onaylamasam da, bu konuya kafa yormanın bazen kaçınılmaz olduğu kanısındayım.

Söylediklerinizi biraz daha açabilir misiniz?

Mahkeme kararları acılarının onarılmasını isteyen insanların beklentilerini her zaman karşılamaz. Bazen Devlet ve Yasa, bizlerin birer birey olarak duygularımızla tecelli etmesini istediğimiz adalet ihtiyacını karşılayamazlar. Çatışma ve ihtilaflar da bu noktada ortaya çıkar. Aptalca bir örnek vereyim: Araba kullanıyorsunuz ve aniden başka bir araba size çarpıyor. Kusur karşınızdaki kişide, fakat ortada bir kurban yok ve nihayetinde arabanızın zararını siz ödüyorsunuz. Bu durumda ne yaparsınız? Gece yarısına kadar bekler, sonra da gidip o suçlu arabaya hasar verdirirsiniz. Yapılması gereken doğru hareketin bu olduğunu söylüyor değilim, fakat olaylar genellikle bu şekilde gelişir.

Bu film üzerinde altı yıl çalıştınız. NeoNazilerin bütün dünyada giderek daha fazla duyuluyor olması sizin çalışmanızı ne ölçüde etkiledi?

Irkçılık ya da üstün ırk düşüncesi hakkında bir film yapmayı ilk defa on dokuz-yirmi yaşlarındayken düşünmüştüm. Yıl 1992’ydi, iki Almanya yeniden birleşmişti; tam bir neo-Nazizm ve Türk göçmenlere saldırı patlaması yaşanıyordu. Şimdi herkesin benim filmimin bugünkü dünyayı anlattığını söylemesi eğlenceli bir durum; aslında dünya her zaman böyleydi. Ben Türk kökenli bir Alman’ım ve potansiyel bir kurban olduğum duygusunu her zaman hissetmişimdir.

Bu korkuyla büyümek pek kolay bir şey olmasa gerek...

Kolay değildi elbette. Almanya göçmenler söz konusuyken hiçbir zaman kapsayıcı bir ülke olmadı. Örneğin tekrar o günlere dönecek olursak, benim annem babam misafir işçi sayılıyorlardı. Siz misafirlerinize nasıl davranırsınız? Onları buyur eder, kahve içmeye çağırır ve daha sonra evlerine yollarsınız. Gençken dışarıda, sırf saçlarım ve gözlerim siyah olduğu, sırf ailem Türkiye’de doğduğu için beni öldürmekten zevk duyacak insanlar olduğunu biliyordum. Yirmi yaşıma dek kendimi hiç Alman olarak görmedim

Şimdilerde Türkiye’yle nasıl bağlarınız var?

Üç yıl önce Ermeni soykırımı üzerine çektiğim The Cut (Kesik) filmimin prömiyerinden bu yana Türkiye’ye hiç gitmedim. Fakat takipçilerimden birçoğu Türk ve büyük bir kitle tarafından izlenmek beni çok mutlu ediyor. Türkiye’yi gerçekten seviyorum. O yüzden Türkiye’nin zor günler geçiriyor olması beni hakikaten üzüyor. Nefret ve ırkçılık tüm ülkeyi zehirliyor; nefret ve ırkçılık Türk toplumunda uzun süredir kök salıyor. Daha önce eski elitler kasabalıları sömürüyorlardı, şimdi kasabalılar iktidarı ele alınca işi intikama döktüler. Şimdilerde Türkiye’den uzak durmam gerekiyor ve halihazırda orada bir film çekme düşüncem yok. Zaten çekmeye kalksam tutuklanırım herhalde. Kesik filmini yaptıktan sonra beni muhtemelen bir halk düşmanı olarak görüyorlardır.