Rengin Arslan / İstanbul


Bu sorumun arkasındaki neden ise, medyanın mutfağından güncel veya yakın tarihe ait “sansür veya otosansür” hikâyelerinin Türkiye’de daha önce yazılmamış olması idi.

Peki neden rahatsız etmek istiyor Dağıstanlı?

Bunun tek bir yanıtı yok ama başlıcası şu: “Eğer yeteri kadar rahatsız edebilir, tahrik edebilirsem bir tartışma zemini açılır diye düşündüm.”

Kitabın giriş kısmında da şöyle diyor Dağıstanlı, “Bu kitapta, Haber’in başına gelenlerin haberini yapmak istedim.”

Haberin başına ne geldiğini aynı bölümde şöyle yazıyor: “İlerideki sayfalarda medya üzerine uygulanan baskının ve sansürün ne kadar ağır olduğunun ve sansürün nasıl kılcal damarlara kadar yayılıp içselleştirildiğinin örneklerini göreceksiniz.”


Kitap, hem Dağıstanlı’nın NTV’nin dış haberler editörlüğünü yaptığı dönemde şahit olduğu, bizzat içinde yer aldığı olaylardan hem de farklı medya organlarında çalışan gazetecilerin anlattıklarından oluşuyor.

Medyanın yaptığı hatalarla yüzleşmesi gerektiğini sıkça dile getiriyor sohbetimiz boyunca. Peki bunu neden önemsiyor?

Dağıstanlı, “1829 yılında ilk Türkçe gazetenin çıkmasının ardından geldiğimiz yer övünç duyabileceğimiz bir yer değil” diyor ve gazeteciliğin bütün toplumu ilgilendiren bir meslek olduğunu ve bu yüzden de “gazetecilik içi sayılabilen meselelerin aslında gazetecilik içi olmadığını” söylüyor:

“Oranın nasıl işlediği, ne kadar temiz olduğu, ne kadar şeffaf olduğu elektrikçiyi de kapıcıyı da ilgilendirir. Dolayısıyla bizim bunu toplumun önünde tartışmamız gerek.”

Kitabın içinde Roboski saldırısının olduğu gecenin sabahında, o sırada Medya Mahallesi programını CNN Türk’te yapan Ayşenur Aslan’ın yaşadıkları da var; Gezi eylemleri sırasında haber merkezlerinden aktarılan anekdotlar da.

'Bu kitaba koyduğum her bilgiye güveniyorum'

Medyanın mutfağından bu hikâyeleri toplarken on beşten fazla gazeteciyle konuştuğunu söyleyen Dağıstanlı’ya sorduğum bir başka soru da, bir kısmı “ismi yazılmamak üzere konuşan” gazetecilerin söylediklerine, kitaba koyduğu anekdotlara güvenip güvenmediği idi.

Söze, “Bu kitapta koyduğum her bilgiye güveniyorum. Bir kısmı benim başımdan geçenler. Onlara da itiraz edenler olabilir. Buyursunlar etsinler. O zaman başka ayrıntılar veririm” diyerek başlıyor.

Başka gazetecilerden aldığı bilgiler konusunda ise, söylenenleri en az iki kişiden duyarak yazdığını belirtiyor ve ekliyor: “Ben sormadan aynı olayı aynı şekilde anlatanlar da oldu.”


Kitapta adı geçen medya yöneticilerine “mikrofon uzatmamasını” ise şöyle açıklıyor: “Baskı altında çalışan ve seslerini duyuramayan kişilerle görüştüm ben. Burada onlarla yöneticiler arasında eşitler arası bir ilişki olmadığını düşünüyorum. Bu insanlar kendileri konuşabilir, yazabilir. Kürsüleri var.”

5 Ne 1 Kim’de Anadolu Ajansı, TRT ve Meclis TV gibi kamuya ait medya kurumlarında yaşananları da aktarıyor Dağıstanlı. Bu bölümlerde istatistiklere ve sayılara yer ayırıyor. Bu istatistikler, kadro alımlarından, kamu yayıncılığı ilkelerine uzanan bir yelpazede adı geçen kurumların tutumlarını aktarıyor ve eleştiriyor.

'Medyanın zihinlerde yarattığı mayınları temizlemek daha zor'

Sayfa editörlerinin artık inisiyatif kullanamadığını, pek çok gazetenin neredeyse tek elden çıktığını söyleyen Dağıstanlı, medyada “dikey bir hiyerarşi var” diyor. Bunun nedenini ise “Türkiye’de çok merkezi bir otorite var. Siyasi kültür zaten böyle. Son 10 yılda tek adam rejimi haline geldi. Medyadaki durum da bunun izdüşümü. Böyle olması kaçınılmaz” şeklinde yorumluyor.

Ancak bu durumun AKP dönemiyle birlikte başlamadığını da belirtiyor. Kürt sorunuyla ilgili “yazılabilenlerin” yıllarca “devlet diliyle” yazıldığını vurguluyor sık sık.

Türkiye’de çoğunluğu sınır bölgelerinde olmak üzere 1 milyondan fazla mayın olduğunu söyleyen Dağıstanlı, konuyu “bir başka mayına” bağlıyor: “Medya bunlardan daha tehlikeli mayınları insanların beynine döşedi. O görüntülerle, dille, fotoğraflarla. İnsanların beynindeki o mayınları temizlemek, topraktaki mayınları temizlemekten çok daha zor. Çok daha uzun zaman alacak bir iş.”

'Çuvaldızı kendimize...'

Tüm bu nedenlerle medyanın yaptıklarının ve yapmadıklarının çok önemli olduğunu söylüyor.

"Peki sadece Türkiye mi yaşıyor bu sorunları", diye soruyorum. Dağıstanlı “Bütün dünya medyası problemli bir alan ama bizimki bence kıyas kabul etmeyecek kadar problemli” diye yanıt veriyor.

İngiliz The Guardian gazetesinin 30 yıllık muhabiri ve köşe yazarı Micheal White 2011 yılında, Türkiye’de gazetecilerin tutuklanmasını ve basın özgürlüğünü gündeme taşıdığı yazısında, İngiltere’de de “yazılamayanlar” olduğunu söylemiş ve yazısını “hepimiz suçluyuz” diyerek bitirmişti.

Mustafa Alp Dağıstanlı da kitabında, sansür ve otosansürü besleyen ortamı eleştirirken “çuvaldızı gazeteciye” batırıyor. Kitapta olduğu gibi söyleşide de “sorumluluk hepimizin” diyor.

Uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün 2013 Basın Özgürlüğü Endeksi’nde Türkiye 153. sırada.

Uluslararası Gazetecileri Koruma Komitesi’ne göre 2013 yılında dünyada en çok gazetecinin hapiste olduğu ülke Türkiye. Üstelik Türkiye bu konuda art arda ikinci kere “birinci”oldu.

AKP hükümeti ise basın üzerinde baskı olduğu yönündeki iddiaları reddediyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 2012’de Basın Bayramı nedeniyle yayımladığı mesajında “Yasaklarla mücadeleyi, hak ve özgürlüklerin önünü açmayı ilke edinen hükümetimiz, basın özgürlüğünün teminatı olan ifade özgürlüğü üzerindeki engelleri tek tek kaldırmıştır” demişti.