Behice ÖZDEN

İyi bir okur için önemlidir çevirmenler. O hevesle gidip aldıkları romanın yazarının kelimelerini görmek isterler sayfalarda. Okur-yazar ilişkisi de bir tuhaftır keza. Satır aralarına bir başkasının sızdığını anlarlarsa –ki anlarlar – tüm keyifleri kaçar.

Aman aman ‘şu çevirmen takip edilmeli’ diye meseleyi takip edenlerden biri değilim aslında. Ancak yüzün üzerinde çevirisi bulunan Gazeteci Yazar Sevin Okyay’ın geçtiğimiz ay Çeviri Derneği tarafından Onur Ödülü’ne layık görülmesiyle dikkat kesildim. Ahmet Hamdi Tanpınar Müze Kütüphanesi’nde düzenlenen törende Okyay, “Doğru olsun istiyorum, bu bir onur işi. Ama aynı zamanda bir sevgi işi. Eğer sevmiyorsan yapma, zaten başka bir karşılığı olmuyor” deyince mesele daha da dikkat çekici hale geldi. Öyle ya, bu ülkede yazının hangi alanında kalem oynatan kim nasıl bir karşılık alıyor ki?

İşte bu ve benzer soruları, çevirmen kimliğiyle Sevin Okyay, yine onlarca çeviriye imza atmış olan ama birçoğumuzun kendisini gezite.org’tan tanıdığımız Barış Yıldırım’a sordu. İki çevirmen, yayınevlerinin politikalarından genç çevirmenlerin sorunlarına, yazara ve okura karşı çevirmenin sorumluluklarına kadar ‘çevirmenin meselesi’ni masaya yatırdılar. İyi okumalar…

sevin

Sevin OKYAY

Sevin OKYAY: Hepimizin başında olan dertlerle başlayalım. Çevirmenlerin karşı karşıya olduğu sorunlar, sınırlar… Ben 1963’ten beri çeviri yaptığım için biraz unuttum. Herhalde şartlar da değişmiştir. Ama kendini kabul ettirmek, çevirisini kabul ettirmek, hatta çeviri alabilmek yeni başlayan bir insanın en önemli sorunları olsa gerek değil mi? Gerçi siz yeni başlamamışsınız ama bu sorunlar bir müddet devam eder zaten.  Siz de çeviriye yeni başladığınız zamanlarda karşınıza çıkan ilk, en önemli sorun ne oldu?

Barış YILDIRIM: Çeviriye başlarken ilk önemli sorun, çeviriye başlamaktı. Bir okulu bırakmış, diğerine henüz başlamamıştım ve okullarımın hiçbirinin çeviriyle ilgisi yoktu. Ama ben oldum olası dille iç içeydim. Kuryecilikten redaktörlüğe iş bakınıyordum.  Birçok iş kolu gibi çeviri bürolarına da özgeçmiş bırakmaya başladım (ki o da epey “fakir” bir özgeçmişti). Birinin sürekli büroda oturan çevirmenleri işi bırakacakmış, bana deneme çevirisi verdiler, “deneme çevirisi” kavramıyla da orada tanıştım. Yaptım, verdim, beğendiler. Hayatımın ilk sürekli işi bir çeviri bürosunda oldukça düşük bir sayfa başı ücretle gelen günlük çevirileri yapmak oldu. Bu, CV bıraktığım herhalde on beşinci büro falandı, sektöre girmek epey zor oldu yani. İlk ciddi ve profesyonel çeviri işim petrol rafineleriyle ilgili epey teknik bir metindi, epey cebelleştiğimi hatırlıyorum. “Minimalist” bir yaklaşım benimsedim: Kaynak içeriği olabildiği kadar basit, tam ve doğru olarak hedef dile aktarmak. Dilin dahanative, daha “güzel” durması meselesi arkadan geldi.

Bürolara teknik çeviri (aslında her alanın teknik şartnamelerinden, sözleşmelerinden her disiplinin yüksek lisans tezine kadar sayfa başı ücret karşılığı çevrilen her şeyi kastediyorum) yaparken çok önemli bir mesele de ofis yazılımlarını, özelde Word’ü kullanmak. Programın help dosyalarında epey  dolandığımı, çeşitli özellikleriyle boğuştuğumu hatırlıyorum. Çünkü müşteri aslında verdiği metnin yalnızca çevirisini değil formatını da mümkün olduğunca aslına sadık görmek istiyor.

Kitap çevirilerine başlamak ise görece kolay oldu. Birkaç aydır hayatımı çeviriden kazanıyordum. Bir sahafa girdim, odanın birinde İngilizce sözlükler vardı, fiyatlarını sordum, “Onlar benim, ben bu yayınevinin editörüyüm” dedi odada oturan kişi. “Ne güzel,” dedim, “Ben de çevirmenim, size çeviri yapayım mı?” Bir deneme çevirisinden sonra Rasselas çevirisini aldım, gerisi çok daha rahat geldi. Aslında asıl yapmak istediğim iş buydu: edebiyat ve kuram çevirmek, ama o zamanlar, çok popüler ve istisnai kitaplar çevirmediği sürece insanın kitap çevirisiyle hayatını kazanamayacağını bilmiyordum.

Sevin OKYAY: Genç meselesini bir yana bırakalım artık. Yayınevlerinin çevirmenlere gereken önemi verdiğini düşünüyor musunuz? Çünkü, belki tek tük bundan şikayet etmeyen insanlar vardır ama ben ediyorum hâlâ. Verdiklerini düşünmüyorum. Ben çok yakın bir zamanda “[yeni] baskıya para vermiyoruz” tavrıyla karşılaştım. “Bu bir yayınevi tavrıdır,” dediler. Ben de dedim ki “Ben bu meslekte örnek gösterilecek, ileri yaşta bir insanım. Ben bunu yaparsam herkese kötü örnek olur.” Yani şöyle bir şey var mesela pek çok yerde görmüşümdür, çok baskı yapsa kitabınız –Allahtan bizim Harry Potter’da hiç başımıza gelmedi– biraz aldığınız para fazlalaşsa göze batar veya biz niye bu adama bu paraları veriyoruz diye sorarlar. Bu tabii bir çevirmeni küçümseme tutumu. Böyle bir şey başınıza geldi mi? Sık sık geliyor mu ya da farklı durumlarla karşılaşıyor musunuz?

baris_kestim

Barış YILDIRIM

Barış YILDIRIM: 15’ten fazla kitabı yalnız ya da başka arkadaşlarla çevirdim ve bunlardan yalnızca birinin yeni baskıları yapıyor (Metis için çevirdiğim Metafor Olarak Mimari, Kojin Karatani). Bunların birkaçı da “popüler” olması beklenen, en azından ilk dillerinde iyi satmış kitaplar. Sektöre girdiğim andan itibaren gerçek ile bildirilen baskı sayıları “paritesi” hakkında çok şey duydum, ama bunlar hep spekülasyon kalmaya mahkûm. En azından benim oturup araştırma yapmaya mecalim yok. Mecbur kalmadıkça sözleşmelerimi hep telif üzerinden ve yeni baskıları da kapsayacak şekilde yaptım. İki kitabı adeta teknik çeviri gibi, sayfa sayısı üzerinden yaptım, daha fazla ücret aldım ama yeni baskılar için sözleşmem yok, muhtemelen de yeni baskıları olmaz. Üzerinde en çok çalıştığım kitap (yapısalcılık ve sonrası elli ayrı düşünürü ele alan çok yoğun bir metindi)  ise yayınevinin telif hakkı karmaşası yüzünden neredeyse elimde kalıyordu, onun için de tek seferlik bir ücret aldım. Ama dediğim gibi, ilke olarak yeni baskıları sözleşmeye hep alsam da çoğu kitabın yeni baskı falan yaptığı yok.

Yayınevleri çevirmene önem veriyor mu? Galiba yayınevinden yayınevine değişiyor. Öyle yerlerle çalıştım ki götürü işçi gibi “Aman iş bitsin de…” kafası vardı. Önsöz yazarsın basmazlar, kitap ve satışları hakkında sorsan bile bilgi vermezler. Ama öyle yerlerle çalıştım ve çalışıyorum ki editörleri dostum, arkadaşım.

Sevin OKYAY: Çok daha tatsız bir sorun olarak para almaktaki zorlukları ya da alınan yüzdenin çok düşük olmasını da konuşabiliriz ki zaten bir önceki sorunun içine giriyor bu da.

Barış YILDIRIM: Yüzdeler sorun ve daha da olacak gibi. Dağıtımın payı yükseldikçe kitabın fikri mülkiyetten ziyade ayni mülkiyet yanı öne çıkıyor. Bu da önce çevirmeni, sonra da yazarı vuruyor. Popüler ve istisna değilsen yazarak yaşamak olanaksızlaşıyor. Ben de zaten hayatımı asıl olarak simültane çeviri ve senaryo yazarlığıyla kazanıyorum. Ancak içerik olarak çok çekici kitap çevirilerine ayağımı sürüye sürüye dahil oluyorum. Çevirmensen ödeme almak bir sorundur, sektörün neresinde olursan ol. Ben galiba bu sorunu (bir iki yayınevi hariç) görece daha az yaşayan şanslı çevirmenlerdenim.

Sevin OKYAY: Seninle aynı ad ve soyadı taşıyan iki çevirmen daha var, üçünüzü düşünelim, üçünüzün birer çevirisi var sizin adınızla, hanginiz olduğunu tanıyabilir miyiz? Herhangi birinizi bile biliyor olsak onun olduğunu anlayabilir miyiz? Yani çevirmenin yorumunun, algılamasının önemi nedir? Bir noktaya kadar gitmelidir. Türkçe söyleyen Can Yücel noktasına gelmeli midir? Yazara karşı ne gibi bir sorumluluğumuz var? O yazarı bilip de o dili bilmediği için orijinalini okuyamayan ve okuyabilmek için sizin çevirmenizi bekleyen okura karşı ne gibi bir sorumluluğumuz var?baris_ceviride3Barış YILDIRIM: Çevirmen Barış Yıldırım’lar meselesi epey eğlenceli yerlere gidebiliyor, çeviri blogumda yazmıştım Açıkçası bir söylem karşılaştırması yapmadım, ama kesinlikle herkesin bir “dili” var. Herkes sadakat – güzellik sürekliliğinde kendine bir yer saptıyor, kimi aslını aslında olduğu gibi yansıtmaya azami dikkat gösteriyor (ki ortada dilden dile aktarım varsa, bu olanaksızdır), kimi de aslında söylenen şeyi mümkün olan en “güzel” ya da en akıcı şekilde karşı tarafa aktarmaya çalışıyor. Burada da hermenötiğin kadim sorusu ortaya çıkıyor: İyi de bir metnin aslı ne? Onun yeniden ifade edilebilir içeriği mi, yazarının estetik tutumları mı, ortaya çıkardığı duygular mı, dilsel karmaşıklık/basitlik düzeyi mi, bunlardan hangisinden ne kadar?

Bunun ölçülebilir olmadığını düşünüyorum. Bir cümleyi, iki cümleyi analiz edebilirsin, ama bir metnin organizmasını başka bir dile “ışınlarken” (gerçekten bir türmoleküler transportasyondur bu, kaynak metni moleküllerine ayırır sonra hedef dilde yeniden yaratırsın) metnin hangi veçhesine ne kadar sadık olup olmadığın ölçüp değerlendirmesi olası bir kritermiş gibi gelmiyor bana. Yine de kendi çeviri tutumumu sanırım ana hatlarıyla tarif edebilirim:

Çeviri yaparken metne göre tavır alıyorum. Önümdeki metin bir kuramsal metinse düşünsel içeriğine, bir edebiyat metni ise yazarın estetik seçimlerine daha fazla vurgu yapıyorum. Elbette daha edebi yazan kuramcılar ile daha kuramsal yazan edebiyatçılar var. Yine estetikten ziyade akıcılık kaygısıyla yazılmış edebi metinler, özelde bestseller olması istenen romanlar var, bu durumda da elimi daha serbest tutuyor, metni Türkçede mümkün olduğunca akıcı ve zevkli biçimde inşa etmeye çalışıyorum.

Can Yücelvari çeviri metinlere ihtiyaç duyduğumuzu düşünüyorum, ama o metinlerin çeviri olmasından ziyade Can Yücel gibi büyük bir edebiyatçı tarafından yazılmış (evet, çevrilmişten ziyade yazılmış) metinler olması önemli benim için. Bense, metnin “çeviri kokması”nı değil ama yazarının yalnızca söylemek istediklerini değil söyleme tarzını da aktarmasını istiyorum. Bu benim için metne sadakat kadar okura sadakat meselesi. Okur, bilmediği bir dilin ve yazarın oyunlarına katılma hakkına sahip. Bir İspanyolca deyimin Türkçede “cuk oturan” bir karşılığı olabilir, ama İspanyolca deyimin kendisi de yeterince anlaşılırsa, onu o şekilde çevirmeyi tercih ediyorum, ki okur bir fikrin, bir duygunun bir başka dil ve kültürde başka nasıl ifade edilebileceğini görsün. Hem dünyası genişlesin, hem dünyamız genişlesin.

sevin_ceviriSevin OKYAY: Ben bunu çok yapıyorum da onun için soruyorum. Daha ileri gidip küçük bir koleksiyonlar yapmış arkadaşlarım bile var. Kendi payınıza denk düştüğünüzde aynı eserin çeşitli Türkçe versiyonlarını, çevirilerini okuyor musunuz? Hatta alıp saklıyor musunuz? Ben de birkaç tane vardır.Hayvan Çiftliği’ni çevirmiştim Kelebek’e o zaman bir iki tane bulmuştum. Celal’in var mesela şimdi yeni baskısı çıkan, onu hala saklarım. Sonradan bir arkadaşım Orçun Üçer bana Halide Edip Adıvar’ın hem de resimlenmiş aynı zamanda, Hayvan Çiftliği çevirisini getirmişti. Bunlar ille de okuyup da “Aman Allahım ben hata mı yapmışım” açısından değil, ne kadar farklı yorumlar olabileceğini, ne kadar farklı anlayışlar olabileceğini görmek açısından –tabii döneme göre bunların değişebileceğini gözönünden ayırmadan– insanı zenginleştiriyor diye düşünüyorum. Sever misiniz böyle bir şey yapmayı?

Barış YILDIRIM: Yapabilseydim, severdim! Sizin gibi kıdemli bir çevirmen olmadığı için benim metinlerimin hiçbiri başka bir çevirmen tarafından Türkçeye aktarılmış değil. Olsaydı –ya da ileride olursa– bu tür bir koleksiyonculuğa meyil verir(d)im kesin. Yalnız “Aman allahım ben nasıl bir hata yapmışım öyle” dediğim bazı yerler var; bir gün birileri “Hem çevirmen hem sosyal bilimci geçiniyorsun, şu terimi çevirişine bir bak!” demek isterse çevirilerimde birkaç kullanışlı örnek bulabilir, haberi olsun.

Sevin OKYAY: Bir de çok basit ve alçakça gelmezse, nedir çevirmen sizin için? Ne yapar? Ben, çok sevdiğim bir yazarın eserlerini onu seven insanlara aktarmak olarak düşünüyorum. Onun için daha önce sorduğum sorulardan birinin cevabı da bunun içinde gizli. Yani çok iyi anlaşılır, onun ruhunu yansıtan bir Türkçeyle çevrilmesini düşünüyorum ama Hayvan Çiftliği’nde ben yaptığım halde isimlerin Türkçeleştirilmesini sevmem aslında. Çok fazla müdahaleyi sevmem. Asla mot-a-mot bir çeviriyi kastetmiyorum ama yazarı mümkün olduğu kadar kendisi olarak Türkçeye çevirmeyi severim. Bu doğru mu? Siz ne düşünüyorsunuz?

Barış YILDIRIM: Ben ne’lik sorularını seviyorum. Çok gerekli ve cevap vermesi çok zor oldukları için sorulunca “basit ve alçakça” geliyor insana. Çevirmenlik benim için “Spread the word” ruhuyla ilgili bir şey, sözün duyulması, başka kulaklara ulaşması.  Bu söz ille de onay verdiğim, benimsediğim bir “söz” olmak zorunda değil. Mao’nun “Yüz çiçek açsın bin fikir yarışsın” sloganı var aklımda. Yeterince çiçek açarsa en güzel çiçekler hepimizin olur gibi geliyor bana. Çevirmen de bazı çiçeklerin tohumunu bir bahçeden alıp, başka bahçelerde büyüten kişi bence. Elbette o çiçek –mesela– İngilizce bahçesinde durduğu gibi durmayacak Türkçe bahçesinde. O topraktan çok şey alacak, başka bir çiçek olacak, ama aynı zamanda da aynı çiçek olacak. “Çeviri diyalektiği” bu bence. Sizde Hayvan Çiftliği, bende fantastik kurgu Shannara serisi gibi istisnai örneklerde isimleri çevirmeye bazen mecbur kalıyor insan, ama bir önceki soruda söylediğimi sizin “yazarı mümkün olduğu kadar kendisi olarak çevirmek” mottonuz ne güzel özetlemiş. “Kendisi” sözünün bütün ontolojik imkânsızlığı düşünülünce, hedefe ulaşmasak bile yolunda çırpınmak da güzel.

Sevin OKYAY: Yayınevi ve çevirmen ilişkilerine şunu da katabiliriz, keşke yayınevi yazar ilişkisi olabilseydi. Şahsen Manguel hariç hiçbir yazarla bir iletişimim olmadı. O da çok faydalı bir ilişki oldu. Çeviri sırasında kendisine danışmadım ama sonradan kitabın üzerine konuşmak açısından verimliydi. Yayınevlerinin politikaları hakkında ne düşünüyorsunuz?


baris_ceviride2Barış YILDIRIM:
 Benim yolum da yalnızca Marvin Carlson’la kesişti. Eren Buğlalılar’la birlikte onun Tiyatro Teorileri’ni çevirmiştik, çok önemli bir başvuru kaynağı. Geçen yıl benim de mezun olduğum Ankara Üniversitesi Tiyatro Bölümü’ne 
geldiğinde ardıl çevirmenliğini üstlendim. Yayınevleri ne yazık ki bu konularda çok fazla uğraşmıyorlar. Şu sosyal medya çağında kendi yazarını kendin bul da denebilir, ama bu sorunu ancak kişisel olarak çözer, kurumsal olarak çözmez. Belki bu yazarların ve onların yayınevinin Türkçeyi o kadar da önemli bir hedef dil olarak görmemelerinden de kaynaklanıyordur. İngilizceden Fransızcaya çeviri yapıyor olsaydık daha sıkı ilişkilerimiz olurdu herhalde, ne bileyim. Ama yazarla çevirmen arasındaki iletişim aslında birçok durumda hayat kurtarıcı olabilir.

Sevin OKYAY: Bütün bunlar gözönüne alındığında çevirmen olarak edebiyata nasıl bir katkınız olduğunu ya da olup olmadığını da sormak isterim?

Barış YILDIRIM: Bunu ne kadar takdir ve ifade edebilirim, emin değilim. Roman çevirilerimden ikisini özellikle önemsiyorum, biri Samuel Johnson’ın Rasselas’ın Hikâyesi diğeri ise Arjantinli yazar Tomás Eloy Martínez’in cuntanın kaybettiği insanları işleyen Araf: Sonsuz Öğle Vakti romanı. İlki Voltaire’in Candide’i ile çağdaş ve eş-konulu bir İngiliz klasiği, diğeri ise İspanyolcadan çevirdiğim bir çağdaş roman. Teorik çevirilerimse genelde bir şekilde ilgilendiğim araştırma alanlarında oldukça önemli birincil ve ikincil kaynaklardı. Bir katkım olmuştur sanırım…

Sevin OKYAY: Sizin de çevirmenlik ile ilgili söylemek istediğiniz şeyler varsa lütfen söyleyin…

Barış YILDIRIM: Ticari çevirmenlik hayatını kazanmak için güzel bir iş, insana hareket alanı, boş zaman ve esneklik veriyor, ben bütün okullarımı çevirmenlik yaparken okudum; ama işin sıkıcı olduğunu kabul etmemiz gerek. Kim, zerrece ilgilenmediği bir alanda günde 6 saat konuşmak ya da 35 sayfa sözleşme falan çevirmek ister ki?

Kitap çevirmenliği ise, eğer edebiyatla, kuramla, politikayla ilgileniyorsan çok güzel bir iş, bir konunun ya da bir üslubun en derin noktasına inebiliyorsun ve ortaya bir “eser” çıkıyor, gerçek bir eser; ama bu işin de pek “geçindirici” olmadığını bilmek gerek.

Görünüşe göre çevirmenler olarak dilemmamız, hayatımızı kazanmak ile kendimizi gerçekleştirmek arasında. Ben uzun zaman bu iki ucun ortasında, şöyle bir yerde durdum: Ticari çevirilerle kendimi geçindirecek kadar meşgul olup, kalan vakitte düşünsel çevirilere (ve başka düşünsel üretimlere) eğilmek. Uzun zamandır bu işe “tövbe” ettim, “Ben artık kitap çevirmek değil, kitap yazmak istiyorum” dedim. Yazdım da bir şeyler, ama kitap çevirmeyi bırakamadım ya da çeviri beni bırakmadı. Bakayım… İlk tövbemden bu yana beş kitap daha çevirmişim, elimde de iki tane var. Çeviri de bir yazarlıktır, tesellim bu…