Türk devleti, 7. Haziran 2015 seçimlerinden beri, siyaseten yönetilememektedir. Yaşanan siyasal krizin sonucunda ise bugün gündemde olan ekonomik kriz ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla mevcut kriz yönetenlerin anlattığı gibi, dış güçlerin ortaya çıkarttığı bir kriz değildir.

Bu kriz, Erdoğan’ın Kürtlere karşı sürdürdüğü savaşın, bu savaşa uluslararası destek yaratmak amacıyla çeşitli devletlere verdiği tavizlerin, Gülen’le yaşanan pay kapma kavgasının, ABD’ye karşı yapılan hırsızlıkların, kendi zenginini yaratmak amacıyla hempalarına peşkeş çektiği kaynakların ve son olarak toplumu bağımlı kılmak için dağıtılan sadakaların sonucunda ortaya çıkan bir krizdir, sorumlusu da, muhatabı da Erdoğan ve krizden yararlanmak isteyen şürekası
sermayedarlardır.

 Krizin arkasındaki temel ve belli başlı olgular incelendiğinde gerçeğin böyle olduğu görülmektedir. Aslında, Erdoğan, çözüm sürecinden vazgeçip savaşa yöneldiğinden beri devam eden sürecin geldiği son noktadır yaşanan kriz. Daha önemlisi bu kriz bilinmeden ortaya çıkmış değildir. Tam tersine Erdoğan, Kürtlere karşı savaşı derinleştirmeye, yaygınlaştırma başladığında, bunun ekonomik bir faturasının olduğunu biliyordu. Ancak Erdoğan, Kürtlere karşı sürdürdüğü savaşın ekonomik faturasını, kendine mahsus “korsan”ca yöntemlerle çözebileceğini hesaplamıştı. Doğrusu Erdoğan, bu hesabın tıkır tıkır işleyeceğini sanıyordu. Ortağı Gülen’e ve müttefiki ABD’ye kazık atmaya başladığı an’a kadar da her şey yolunda gidiyor gibiydi.

Ne zaman ki Erdoğan, ortağı ve hocası Gülen’le kapıştı ve onu devre dışı bırakmaya yöneldi, aynı şekilde ABD’nin “göremeyeceğini” düşünerek İran üzerinde ABD’ye kazık atmaya çalıştı, işte o zaman hesaplar bozuldu.

Bu iki gelişmenin açığa çıkmasına ve Erdoğan’ın hesaplarının bozulmasına yol açan temel gelişme ise, Kürt halkının ve demokrasi güçlerinin Erdoğan’ın zorbalığına karşı ortaya koyduğu direniş oldu.

Kısaca ve temel olarak, Kürtlere karşı başlatılan savaş, Gülen’le yaşanan kapışma ve ABD’yi aldatma faaliyetleri, mevcut krizin doğmasını sağlayan gelişmeleridir.

Erdoğan’ın Kürtlere karşı sürdürdüğü savaş, basit bir çatışma değil, tam donanımlı bir savaştır ve çok büyük bir ekonomik boyutu bulunmaktadır. Bu savaş nedeniyle dünyanın en büyük ordularından birisini beslemek, silahlanmaya harcanan parayla ekonomik kaynakları israf etmek, krizin doğmasına yol açan en önemli etkenlerdir.

Savaşın bir başka boyutu daha bulunmaktadır. Erdoğan, bu savaşta müttefiklerini artırmak için kapı kapı dolaşırken, gittiği ve desteğini istediği her devlete ekonomik tavizler/rüşvetler veriyordu. Putin’den destek istediğinde önüne, S-400’leri alması için bir fatura getirildi. Erdoğan kabul etti. Yetmedi, Rusya’ya iki nükleer santral ihalesi verildi.

Bilindiği gibi bunlar basit rakamlarla ifade edilecek işlemler değildirler. Burada kullanılan her rakam, milyonlarca insanın eğitim, barınma, su ve yemek ihtiyacını karşılayabilecek rakamlardır. Aynı rüşvet/taviz verme/peşkeş çekme durumu bir çok devletle, benzer şekillerde yaşanmıştır.

İkinci olarak, ABD’yi, İran ambargosu üzerinde “aldatma”nın da bir faturasının olacağını bilmek, özel bir yetenek veya zekâ gerektirmiyordur. En masum deyimle beraber iş tuttuğu kimseye “kazık atmaya”, onun ekonomik çıkarlarına zarar vermeye çalışan herkes, bu yaptığının bir karşılığının olacağını bilir.

Öte yanda Gülen’le kavga etmenin, her ne kadar Gülen’in mal varlığına el konması gibi bir avantajı olsa da, ekonomi bu gelişmeden olumsuz etkilenmiştir.

Sonuçta üretimin olmadığı, her şeyin borçlanarak yapıldığı, savaşın temel politika olarak sürdürüldüğü, yolsuzluğun meşru kabul ettirildiği siyasal bir atmosferde, kriz olmayacak da ne olacaktı? Her şey güllük gülistanlık mı olacaktı?

Görüldüğü gibi mevcut ekonomik krizin doğmasına yol açan bu gelişmelerin tamamı siyasal gelişmelerdir. Bu nedenle aslında kriz sadece ekonomik değil, bilakis “siyasi bir kriz”dir. Ancak siyasetle ekonomi arasındaki ilişkiden dolayı, belirtilen siyasal gelişmelerin her birisinin ortaya çıkarttığı faturalar, bugün yaşanan krizi doğurmuştur.

Bu gerçeklerden bakıldığında yaşanan krizin, durup dururken gelmediği ortadadır. Suyun kaynamasının uzun bir ısınma süreci gerektiği gibi bu krizin gelmesi de bir dizi siyasal/ekonomik gelişmenin birikiminin sonucu yaşanmaktadır.

Bu gerçeğe rağmen mevcut ekonomik krizi, rahip Andrew Brunson’un tutuklanmasına tepki gösteren Trump’un öfkesi üzerinde anlamaya ve anlamlandırma çalışmak tam bir “cambaza bak” oyunudur.

Erdoğan, krizin kaynağını gizleyerek hem kendisini kurtarmaya, hem de siyasal planlarını gerçekleştirmenin koşullarını yaratmaya çalışmaktadır. Krizi dış düşmanların çıkarttığını ileri sürmek, hem faturayı halka ödetme, hem de savaş politikalarını devam ettirmek için ihtiyacı olan ırkçı gerici bloklaşmayı sürdürme olanağı sağlamaktadır.

Böylece Erdoğan, bizzat kendisinin izlediği siyasetin krizinden doğan ekonomik krizi, yine siyasal bir fırsata ve avantaja çevirerek diktatörlüğünü sürdürmeye çalışmaktadır. Bunun için sözde “dış düşmanlara” karşı, hükümetine/diktatörlüğüne destek çağrısı yapmaktadır.

Ne yazık ki, ırkçı ve gerici zeminde yapılan bu çağrılara, bazıları, anti-emperyalizm adına destek vermekten beis görmüyorlar. Halbuki Erdoğan’ın ABD’ye dik’lenmesinden Erdoğan’ın anti-emperyalist olduğu sonucunu çıkartmak, tam bir ikiyüzlülük örneği ve abesle iştigal hali’dir. Zaten dikkat edilirse Erdoğan bu çağrıları, emekçilere, Kürtlere Alevilere ve demokrasi güçlerine yapmamaktadır. Gericilik ve ırkçılık zehrine açık olan, bir anlamda Erdoğan’ın beslediği kesimlere bu çağrı yapılmaktadır. Dolayısıyla bu çağrılarda demokratik bir muhteva olmadığı gibi tam tersine, Kürtlere karşı sürdürülen savaşın derinleştirilmesinin sonuçları yaratılmak istenmektedir.

Sonuç olarak, Erdoğan’ın krizi, hem yapısal, hem başlangıç nedenleri itibarıyla siyasal bir kriz olduğu için, ne bugün, ne de yarın bu kriz çözülemeyecektir. Ayrıca Erdoğan bu krizi ırkçılığı ve gericiliği büyüterek kendi diktatörlüğünü korumanın aracı olarak kullanmak istediği için de bu kriz çözülemeyecektir. Tam da bu nedenlerle bu kriz, Erdoğan diktatörlüğünün yıkılmasını hızlandıracaktır.

Bu durumda, Erdoğan diktatörlüğünün yıkılması için çalışan demokrasi güçleri, örgütlü mücadeleyi, her duruma uyarlanabilen esneklikte, ama daha etkili, kitlesel ve yağın bir biçimde sürdüreceklerdir. Çünkü geleceğin sorumluluğunu taşıyanların “muhalefet etmek”le yetinmesi beklenemez.