Korona virüsü, doğanın bir uyarısı veya öç alması mıdır? Yoksa insanlık için büyük tehlike olmaya başlayan kapitalist uygarlığın geliştirdiği biyolojik bir silah mıdır? Diyalektik bakış açısı, bu iki karşıt düşüncenin bir arada ele alınmasını gerektiriyor. Burada sorun, bu karşıtlardan hangisinin daha ağır bastığı sorunudur. Bakteri ve virüs kaynaklı salgın hastalıklar, sadece doğal bir fenomen değil, aynı zamanda toplumsal bir sorundur. Başka bir deyişle, mesele sadece tıbbın, özellikle mikrobiyolojin değil, aynı zamanda makro-sosyolojik bir mesele olarak ele alınmalıdır. Sorunu, yalnızca mikro-biyolojik soruna indirgemek, dünyayı tek-boyutlu yorumlamak demektir. Kısacası, sağlık sorunu, doktorlara bırakılamayacak derecede önemli olan toplumsal bir sorundur.

Kriz dönemlerinde komplo teorilerin ortaya çıkması normaldir. Virüsün laboratuvarda üretilip yayıldığı çok yaygın görüşlerden biridir. Evet, çağımızda laboratuvarlarda virüslerle ilgili deneylerin yapıldığı doğrudur. Ama eski çağlarda ortaya çıkan salgın hastalıkları nasıl izah edilecek?

Dolayısıyla ciddi bilimsel araştırmalar, virüslerin hayvanlardan insanlara geçtiğini ortaya koyuyor. Ama dünya savaşlarında biyolojik ve kimyasal silahların (zehirli gazlar vb.) kullanılması, çok küçük bir ihtimal de olsa virüsün biyolojik bir silah olarak geliştirildiği, ama kontrolden çıktığı olasılığını düşündürüyor insana.

Neolitik Devrim ve Salgın Hastalıkları

Salgın hastalıklarının tarihi konusunda bilgiler bize yol gösterebilir. Almanya’daki Max-Planck-Enstitüsü, “İnsanlık Tarihi” alanında da araştırmalar yürütüyor. Bu araştırma alanlarından biri de bakteri, virüs ve bunlardan kaynaklanan salgın hastalıkları konusudur. 1954 yılından beri yapılan araştırmalardan birine göre, bakterilerden kaynaklanan ilk salgın hastalığı tahminen M.Ö 6.500’de Avrasya’da ortaya çıktı. Bu salmonella bakterilerden kaynaklanan salgınların hayvanların evcilleştirilmesinin sonucu olarak ortaya çıktığı iddia ediliyor. Dolayısıyla salgın hastalıklarının kökeninin çok eski çağlara, özellikle Neolitik Devrim diye bilinen döneme kadar gittiği ileri sürülüyor.

Yaklaşık 10 000 yıl önce, yani MÖ. 8000'den itibaren Anadolu, Suriye ve Mezopotamya'da yaşanan “Neolitik Devrim” insan uygarlığını değiştirdi. İnsanlığın yerleşik yaşama geçmesini olanaklı kılan bu devrim, insanlık tarihinin akışını belirleyen bir devrim olarak kabul edilir.

Mezopotamya'nın dağlık ülkelerinin güney yamaçlarındaki avcı-toplayıcılar yabani ot yetiştirmeye ve hayvanları evcilleştirmeye başladılar, yerleşmek ve daha büyük yerleşimler ve toplumlar oluşturmak için kaynaklar elde ettiler. Yeni ekonomi biçimine (tarım) ve yeni yaşam biçimi olarak yerleşik toplumsal yaşama geçiş, bazı riskleri de birlikte getirdi. Hayvanlar ve çiftçiler topluluğunda, bakterilerin ideal yaşam koşulları bulduğu görüşünden hareket ediliyor.

Eğer bu bilgilerin doğru olduğundan hareket edersek, nasıl sonuç çıkarılabilir? Bu bilgilerin ışığında, modern yaşamda salgın hastalıklarının nedeni konusunda neler söylenebilir? En son söylenecek şeyi, hemen söylemek gerekirse, bakteri ve virüs kaynaklı salgın hastalıklarının yayılmasında hem doğanın hem de toplumsal koşulların önemli bir payı vardır.

Yaşam koşullarının kötü olması, ortamların hijyen olmaması, salgın hastalıkların yayılmasını kolaylaştırmaktadır. İnsanlık tarihinde çok büyük salgınlar yaşandı. Örneğin “Kara Ölüm” adıyla bilinen ve 1346-1353 yılları arasında ortaya çıkan Veba salgınıyla Avrupa’da 75-200 milyon arasında insanın hayatını kaybettiği biliniyor. Avrupa nüfusu %40-60 arasında azaldı. 1918 yılında İspanya Gribi denilen salgında 30-100 milyon insanın öldüğü söyleniyor.

Dünya’da birkaç kez kolera salgını yaşandı. 1831 yılında büyük Alman filozofu Hegel, Kolera’dan öldü. Doktorların koyduğu teşhis böyleydi. Son dönemde okuduğum bir kitaptan uzun bir alıntı için mazur görülmemi rica ediyorum:

1830 sonbaharında, Rusya'da bir kolera salgını ortaya çıkmıştı (önce Odessa'da, sonra Kırım'da ve daha sonra Moskova'da). Temmuz Devrimi'ni takip eden 1830 Leh Ayaklanması'ndan sonra, Ruslar ayaklanmayı yatıştırmak için Polonya'ya birlikler gönderdiler, birlikler farkında olmadan kolerayı taşıdı, bir süre sonra kolera Polonya'da patlak verdi. Rusya'daki kolera salgını, bütün Avrupa'nın buna önem vermesine yol açmıştı, ama salgının Polonya'da da patlak verişiyle beraber önlemler artırıldı. Salgın batıya doğru yavaşça ilerlemeye başladı ve Mayıs 1831'de Danzig'de (o zamanlar Prusya sınırları içinde yer alan bir Polonya kenti) salgın başladı. Kolera "barbar" Doğu'dan, "medeni" Batı'yı ele geçirmeye gelen, kara, uğursuz bir bela olarak görülüyordu. Korkunç salgın yayıldıkça, Prusya'nın bütün bölgelerinde tansiyon yükselmeye başladı. Prusya Kralı'nın emirleriyle doğu sınırları kapatıldı, o bölgeden gelen bütün yolcular (aslında geçerli evrakı olmayan herkes) karantina altına alındı. Günün bilgilerine göre kolera havadan gelen bir felaketti, taşındığı kirli hava ya da "mikroplu hava"yla bulaşıyordu. Dolaşan -daha bilgili bir başka fikir ise hastalığın kişiden kişiye bir tür maddeyle (hasta birinin kıyafetlerine dokunmanın hastalığın bulaşması için yeterli olduğu gibi) geçtiği yönündeydi.” (Terry Pinkard, Hegel, s. 640-641)

Büyük Kentler ve Ekolojik Dengenin Bozulması

Peki ama modern çağda neden böyle salgınlar yaşanmaktadır? Somut konuşmak gerekirse, büyük kentlerin oluşumu, sanayinin belirli alanlarda yoğunlaşması, hava ve su kirliliğine ve insan başına düşen yeşil alanların giderek küçülmesine yol açmıştır. Yeşil alanların sürekli yok edilmesi, insan sağlığı için elzem olan oksijenin azalması demektir.

Milyonlarca arabanın çıkardığı karbondioksitin doğaya verdiği zarar biliniyor. Deniz ürünlerinin neslinin tükenmesi, sebze ve meyvelerin genlerine müdahale, kapitalizmin tüketim çılgınlığı doğanın ekolojik dengesinin bozulmasına yol açıyor. Çeşitli hayvan türlerinin yok oluşu, .çiçeklerin, bitkilerin vb. tozlaşmasını sağladığından insan yaşamı için son derece önemli rol oynayan arıların giderek azalmasının, doğa ve insanı sömüren kapitalist üretimden kaynaklandığını kimse inkâr edemez.

Burada çok önemli soru karşımıza çıkıyor: Neden büyük kentler oluşuyor ve oralara göç ediliyor? Tek neden değilse, asıl neden kapitalist üretim tarzıdır. Bu olgunun iyi açıklanması gerekiyor. Sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşmesiyle, büyük kentlerin oluşması arasında bir bağ vardır. Sermaye, bir yanda hemen ulaşabileceği ucuz işgücüne ihtiyaç duyar, öte yandan da kısa zamanda üretme ve ürettiklerini mümkün olduğu kadar çabuk satmak ister. Zamanın hızlanması ve uzamların küçülmesi bununla ilgili.

Sermayenin bu amaçlarına ulaşması, büyük kentlerde daha kolay olmaktadır. Dolayısıyla büyük kentlerin oluşması ve kırdan kente göç etme, sermaye düzeniyle yakından ilişkilidir. Habertürk yazarlarından biri olan Nagehan Alçı, bir TV-programında İstanbul’a göçün durdurulmasının mümkün olmadığını iddia etmişti. Çok konuşan, ama az düşünenler böyle mantık yürütebiliyor işte. Oysa sermayenin mantığını kavramış olsaydı, böyle fikir kırıntısı içermeyen sözleri sarf etmezdi

Eğer ülke çapında planlı bir ekonomi olsaydı, göçü engelleyecek ekonomik ve politik tedbirler alınsaydı, yeni imar alanları açılmasaydı İstanbul’un nüfusu 16 milyona ulaşamazdı. Eğer insanların yaşadıkları bölgelerde, geçimlerini sağlayacağı ekonomik olanaklar yeterli ölçüde yaratılmış olsaydı, insanlar büyük kentlere göç etmek zorunda kalmazlardı. İstanbul’un bir sürü yeşil alanlarının, imara açılması ise belirli politikaların ürünüdür. Sermayenin mantığı bu politikalarda ifadesini bulur.

Virüs ve Yoksulluk

Virüsün, zengin ve yoksul insan arasında ayrım yapmadığı doğrudur. Ancak, burada şöyle bir farka dikkat çekmem gerekiyor: Zengin ve yoksulun tedavi olanakları aynı değildir. Yoksul ülkelerin ve insanların bu salgından daha fazla etkileneceği kesindir. Hastaneleri ve ilaçları yetersiz olan yoksul ülkelerde Korona virüsü daha yıkıcı olacaktır. Ayrıca, zenginler ve devlet adamları birbirleriyle video-konferansları aracılığıyla görüşürken, fabrikada yan yana çalışanların, tramvay ve otobüs gibi araçlarla işe gitmek zorunda olanların kendilerini bütünüyle korumaları mümkün müdür? Sağlık sigortası olmayan ve bu virüsten olumsuz etkilenen bir ABD’li emekçinin durumu nedir acaba?

Pandemi önceden biliniyor muydu?

Virüs salgını olacağı konusunda ilginç bir uyarı, Almanya’daki Robert Koch Enstitüsü başkanlığında birçok kurumun katılımıyla, 2012 yılının sonunda hazırlanan ve 2013 yılında Alman parlamentosuna sunulan raporda yer alıyor. Ancak rapordaki uyarı, şu anda dünyayı saran Korona Covid 19 virüsü ile ilgili değil. Uyarı, esas olarak önceki virüs tecrübelerine dayanarak varsayımsal bir virüse ilişkin. Rapor, ortaya çıkacak yeni virüsün 2003 yılında ortaya çıkan SARS’a benzer olacağı varsayımından hareket ediyor. Modifikasyona uğrayacağı tahmin edilen bu varsayımsal virüs MOD-SARS olarak adlandırılıyor.

Adı geçen raporun virüs ile ilgili yerlerini Almanca’sından okudum. Bazı bilgileri paylaşmayı gerekli görüyorum. Rapor, ortaya çıkması beklenilen varsayımsal MOD-SARS virüsünün yayılmasının nasıl cereyan edeceği konusunda simülasyon sisteminin yardımıyla bazı tahminlere yer veriyor. Bu tahmine göre; virüs salgını 300 gün sürecek, bu sürecin sonunda Almanya’da 6 Milyon insan virüse yakalanacaktır. Ölüm oranlarından da bahsediliyor. Çocuklarda ve gençlerde 1%, 65 yaşının üzerinde olanlarda ise ölüm oranın 50% olacağı dile getiriliyor. Raporda pandemiye karşı alınması gereken tedbirlerden de bahsediliyor. Alman hükümeti ise 2012’deki raporu görmezden geliyor

Her halükarda olaylar şu gerçekleri ortaya koyuyor: Kaynağı ne olursa olsun, bir virüs salgınının geleceğinin bilinmesine karşın, tedbir almamak, yüz binlerce hatta milyonlarca insanın ölümüne sebep olmak insanlık suçudur. Üstelik bu insanlık suçunu işleyen hükümetler ve devletler, bir yanda virüs salgınını, özgürlükleri kısmak için bir bahane olarak kullanıyorlar. Öte yandan dünya çapında gelişmekte olan ve korona virüsü pandemisi sonucu daha da derinleşecek olan dünya ekonomik krizinin, yalnızca virüs salgınından kaynaklandığı görüşünü kalkan olarak kullanmaya hazırlanıyorlar. Ayrıca birçok devletin, özel sektörün ekonomik durumuna, halkın sağlığından daha fazla önem verildiğini görmek için zeki olmak gerekmiyor.

Bu yazıda pandemi sürecinde ve sonrasında nasıl bir dünya ile karşı karşıya kalacağımıza dair bazı öngörülerde bulunmayı deneyeceğim. İlkin, insan aklının gücüne inanan ve iyimser bir insan olarak şunu vurgulamayı gerekli görüyorum: İnsanlık, modern tıbbın yardımıyla, Korona virüsünün üstesinden gelecektir. Bundan şüpheniz olmasın. İyimser olmak, kötü gelişmeleri, kötümserliği görmezden gelmek demek değildir.

Pandemi süreci devletlerin sağlık sistemini sorguluyor

Can kayıpları, pandemi uyarılarını ciddiye almayan devletlerin ve hükümetlerin gerçek yüzünü; Pandemi süreci, devletlerin salgına karşı başarısızlıklarının nedenlerini açığa çıkaracaktır. Nasıl “Deprem değil, binalar insanı öldürür” sloganı gerçeklik payı içeriyorsa ”Virüs değil, yetersiz sağlık tedbirleri insanı öldürür” söylemi de belirli bir hakikati ifade eder. Elbette, her şeyi devletten beklemek yanlıştır; herkesin kendi tedbirini alması gerekir.

ABD gizli servislerinin, Ocak ayında pandemi tehlikesi karşısında Trump hükümetini uyarmalarına karşın, hükümet hiçbir girişimde bulunmuyor. Şu günlerde ABD, Korona virüsünün en çok yayıldığı ülke haline geldi; ABD, Çini geçmiş bulunuyor. Korona virüs salgınının Çin, Güney Kore, Singapur, Vietnam gibi ülkelerde kontrol altına alınmasında, bu ülkelerde yaygın olan dayanışma ve toplum karşısında sorumluluk duyma kültürünün büyük etkisi vardır. Böylesi toplumlarda, aile ile devlet birleşmiş bir bütünlük olarak görülüyor, devletin tedbirleri kolayca kabul ediliyor ve uygulamaya konuluyor. Ne var ki, sadece bu yolla Korona virüsünü kontrol altına almak, mümkün değildir; teknolojik denetimden de yararlanıldığı açıktır.

Oysa pandemi sürecinin Amerika ve Avrupa’da giderek yayılması, birey merkezli bakış açısının iflasını göstermektedir. Birçok ülkede tuvalet kâğıtlarına hücum, bencilliğin en üst seviyeye çıktığının belirtisidir. ‘Yeter ki, benim kıçım temiz olsun! Gerisi beni ilgilendirmez!’ Avrupa’da bencilliğin ulus düzeyinde bir görünümü de, İtalya’da yaşanan salgın karşısında diğer Avrupa devletlerinin tavrıdır. Avrupa Birliğini sarsan bir olgudur pandemi dönemi. İtalya halkı, Avrupa Birliği’ndeki diğer ülkelerin İtalya’ya destek olmadığına ve kendilerini yarı yolda bıraktığına inanıyor. İtalya’ya en çok yardım, Çin, Küba ve Rusya’dan geldi. Bu yardım olgusu bile, henüz tam bilemediğimiz olayların arka planda cereyan etmiş olduğunu gösteriyor.

İnsan bedenini kontrol etmeyi amaçlayan Biyo-İktidar

20. yüzyıldaki emperyalist savaşların bir amacı vardı: Dünya pazarlarına ve ham maddelerine egemen olmaktı. Dünya çapında virüs salgınının bir amaç için kullanılıp kullanılmadığı sorusunu gündeme geliyor. Eğer bir amaç varsa, bu amaç nasıl formüle edilebilir? Bu amacı anlamak için bazı karşılaştırmalar yapmak gerekiyor: Nasıl ki 11 Eylül günü ikiz kulelere saldırı, dünyayı değiştirdiyse, Korona pandemisi de dünyayı değiştirecek büyük bir olaydır. 11 Eylül sonrası dünyada ne oldu? Güvenlik tedbirleri, özgürlüklerin önüne geçti. Hava alanlarına insanı usandıran güvenlik kontrolü getirildi. Korona süresi sonrasında insanlığın değişeceği kesin. Eğer ileri sürülenler doğruysa, yeni virüsler hep gündemde olacaktır. Ölüm korkusunun gündemde olduğu ortamda, insanların rasyonel düşünme yetenekleri azalır. Devletler, bundan yararlanmaya; virüsleri bahane ederek, insan bedenini tümüyle denetim altına almaya çalışacaklardır. Tıpkı hava alanlarında olduğu gibi, çeşitli kurum ve dairlerde, işyerlerinde, insan bedeninde virüsleri gösteren cihaz yerleştirmeleri, hatta böylesi cihazları cep telefonlarına yerleştirmeleri bile mümkündür. Bunlar ilk akla gelen şeyler. Hedeflenen yeni bir dünyanın nasıl şekilleneceği pandemi sonrası süreçte açığa çıkacaktır.

Korona virüs sonrası dünya farklı olacaktır. İnsan bedeni bütünüyle kontrol altına alınma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Silah taşıyan değil, virüs taşıyan insan ‘virüs terörist’ olarak görülecektir. Ölüm korkusu nedeniyle insanların büyük bir çoğunluğu, devletin bedenimiz üzerindeki denetimine onay verecektir. Yıllar önce 1970’li yıllarda Fransız Filozof Michael Foucault, ‘Biyoiktidar’ terimini getirmişti. İktidar teorisyeni olan Michael Foucault, modern ulus devletlerin amacını ortaya koymaya çalışmıştı. Ona göre ulus devletlerin amacı, insanların bedenlerini zapt edecek ve denetleyecek çeşitli teknikler geliştirmektir. Ona göre bu tekniklerde bir patlama yaşanacaktır. Biyoiktidar, yaşamın her alanına egemen olmayı hedeflemektedir.

Pandemi Sonrası Dünya

Pandemi sonrası dünyada başka nasıl değişimler ortaya çıkabilir? İnsanlığın durumu ne olacaktır? İnsanlar nasıl ve ne düşünecektir? Bu sorunun cevabı, insanların dünyada egemen olan kapitalist sistemi sorgulayıp, sorgulamayacaklarına bağlı olacaktır. Pandemi süreci ve sonrası, biz sosyalistler için, sistemi daha kapsamlı bir şekilde sorgulamak için büyük olanaklar sunmaktadır. Örneğin, hastanelerin özelleştirilmesi nedeniyle ve yetersiz malzeme, hastane ve yeterli ölçüde sağlık personelinin olmamasından dolayı, ölüm vakalarının arttığını toplumun bilincine kazımak gerekiyor. Kapitalizmin kâr mantığı devam ettikçe, insanlığın çok daha büyük felaketlerle karşı karşıya kalacağını sürekli işlemek durumundayız. Ne yazık ki, Avrupa’da birçok insan, kapitalizmin değil, tüm insanlığın mahvolacağını düşünmektedir. Böylesi bir düşünce, red edilebilir bir düşünce değil, ama bunun kapitalizmin yaydığı kötümserliğin bir ürünü olduğunun da altını çizmek gerekir.

Eğer pandemi sürecinde, insanlarda sistemi sorgulayacak bir bilinç ve tepki gelişmezse, şöyle bir olumsuz gelişme mümkün: Biyo-iktidar ahtapot gibi toplumun bütün alanlarını egemenliği altına almaya çalışacaktır. Ne yazık ki, çoktandır eski uygarlıklar mezarlığına gömülmesi gereken Kapitalist uygarlık, insanların düşünceleri üzerindeki egemenliğini hâlâ sürdürmektedir. Dünyayı kendi çıkarlarına göre yeniden dizayn edebilecek konumdadır. Bir yandan 4. Sanayi devrimi dedikleri, yapay zekâ üzerine kurulan, dijitalize edilmiş ekonomi ve toplum kurmaya çalışılıyor. Bu amaca yönelik olarak, ‘ölümü gösterip sıtmayı kabul ettirmek’ söylemi aracılığıyla insanlar etki altına alınıyor ve sağlık sorunlarını bahane ederek insan bedeni üzerinde denetim kurmaya çalışılıyor.

Nasıl Bir Alternatif?

Korona virüs salgını, sağlık sorununu bundan sonra halkın gündemine oturacaktır. Dolayısıyla halkın sağlığı ile ilgili talepler ileri sürmek önemlidir. Özel hastanelerin devletleştirilmesi, sağlığın parasız olması, hekim ve sağlık personelinin artırılması, ilaç ve tedavi olanaklarının genişletilmesi gibi somut talepler, halkla bağ kurmak açısından önemlidir. Sosyalistler olarak ortaya çıkan olanakları, iyi kullanacağımızdan emin değilim. Bunun birçok nedeni var. Dört nedene değinmekle yetineceğim.

Birincisi; ister kabul edilsin, ister edilmesin, eski sosyalizm, dünya çapında gözden düşmüştür. Bu nedenle sosyalizmin 2. versiyonuna ihtiyaç var. Daha doğrusu yeni kavramlar (Komünar Toplum, Kozmos Komün vb.) bulmak zorundayız.

İkincisi; 1980’li yıllardan sonra tüm büyük öğretilerin, ideallerin çöktüğünü ilan eden post-modern felsefeler, toplum üzerinde güçlü etki yaratmıştır.

Üçüncüsü; hâlâ eskimiş olan ve gerçekliğe denk düşmeyen sosyalist görüşler, toplumda etki yaratmıyor ve destek görmüyor. Dolayısıyla hâlâ eski görüşlerinde direnen sosyalistler olarak, ideolojik, politik ve örgütsel açıdan güçsüz durumdayız. Politik ve entel güçlerimiz, toplumu etkileyemeyecek kadar yetersizdir. Kendi temelsiz hayallerini, gerçekliğin yerine koymanın bir anlamı yoktur.

Dördüncüsü; sosyalistler olarak kapitalist sisteme karşı çok güçlü eleştiriler yapmamıza karşın, somut alternatif sunma konusunda çok yetersiz kalıyoruz.

Yeni bir uygarlık yaratılmadıkça, kapitalizmin, insanlığı böceğe çevireceğini, barbarlığa doğru gideceğini söyleyen düşünürler oldu. Bu tehlike her geçen gün daha da büyümektedir. Yaşanan ekoloji krizi ve dünya çapında virüs salgınları insanlık için sarsıcı uyarılardır. İnsanlığı bu sorunların üstesinden gelmeye davet ediyor. Ne yazık ki, insanlığın büyük çoğunluğu 20. Yüzyılın son çeyreğinden itibaren büyük bir hafıza kaybı yaşamaktadır.

Dünya kapitalist sistemine karşı, dünya çapında bir alternatif sunmadan, insanlık daha çok acılarla karşılaşacaktır. Bu nedenle artık dünya çapında planlı ve doğayı koruyacak bir üretim sistemini savunmak her zamankinden daha acil olmaktadır.

Gerçekleşmesinin on yıllar alacağını, hatta yüzyıllar alabileceğini bilmeme karşın, bir alternatif yaratmak mümkündür. Ama nasıl? Politik güç olmayı reddetmeden, verili bazı teknolojileri kullanarak, dünya çapında planlı ve ihtiyaca göre üretim yapan bir toplumsal sistemin mümkün olduğunu insanlığa göstermek olanaklıdır. Şöyle bir durumu göz önüne getirin: Yerküredeki bütün ülkelerde coğrafya koşulları, ekime uygun alanlar, nehirler, göller, hammadde kaynakları vb. üzerine bilgiler, çok büyük merkezi bir bilgisayar sisteminde toplanmış olsun, yani yerkürenin geniş bir envanteri çıkarılmış olsun. Bu bilgilere dayanan algoritmaların yardımıyla, bilgisayar sistemleri, her ülkenin koşullarını dikkate alarak, o coğrafyada doğa ile uyumlu bir üretimin nasıl olacağını, nerede neyin üretilmesi gerektiğini ortaya koyabilirler. Buradaki amaç, üretimin ülke çapında yaygınlaşması, büyük kentlerin oluşumundan kaçınmaktır. Planlı ekonomi sayesinde İstanbul’un en fazla 1 milyon nüfusu olan bir kente geri dönmesi, asırlar boyu sürecek bir çalışmadır.

Bilgisayar sistemi, tüketimi bir kütüphane sistemine benzer biçimde bazı şeylerin kullanımını örgütleyen bir sistem de önerebilir. Bir örnek vermek gerekirse, Avrupa’da her evde bir matkap vardır, belki senede bir kez kullanılıyordur. Neden, matkap veya buna benzer aletleri ödünç veren, kütüphaneye benzer bir sistem kurulması mümkün olmasın? Aleti ödünç al, kullan ve sonra geri götür. Örneğin böylesi “malzeme kütüphaneleri“ belediyeler tarafından oluşturabilir. Küçük adımlar olmadan, büyük işler başarılamaz.

Bu önerimin ütopya olduğunu söyleyenler olacaktır. Ütopyasız yaşam, zihinsel açıdan yoksul bir yaşamdır. Politik güç olmadan, bu gibi şeylerin mümkün olamayacağını düşünenler de olacaktır. Sanki politik güç havadan paraşütle inecekmiş gibi düşünülüyor. Oysa bu tür tedbirler, yaşadığımız çağda politik güç olmanın önemli araçlarından sadece biridir. Gerçekçi, insanları saracak bir ütopya olmadan politik açıdan güçlenmek mümkün görünmüyor. Tüm dünyada, insan sevgisine, özgürlüğüne dayanan ve toplumsal eşitsizlikleri ortadan kaldıran yeni bir dünya yaratılmadıkça, kapitalizmin yarattığı sorunları ortadan kaldırmak mümkün görünmüyor.