ARKADAŞLAR MERHABA!
 

12 EYLÜL FAŞİST DARBESİ SONRASI ÜLKEDE YAŞANAN SİYASİ ORTAMI ANALİZ EDEREK DEVRİMCİ-SOSYALİSTLER AÇISINDAN GEREKLİ VE DOĞRU OLAN SİYASİ ADIMI(TAKTİĞİ)NASIL ATTIĞIMIZI VE NELERLE KARŞILAŞTIĞIMIZI SİZLERLE PAYLAŞMAK İSTEDİM. 
 

AYRICA BELİRTMELİYİM Kİ: 
 

SOSYALİST HAREKET DEVRİMCİ VE SİYASİ ÖZELLİKLERDEN OLUŞUR 
VE BU ÖZELLİKLERİNİ DE EMEKÇİ SINIFLARIYLA OLAN KARŞILIKLI GÜVEN İLİŞKİSİNDEN ALIR.

 

ÜLKEMİZDE MARXİST HAREKETİN DEVRİMCİ ÖZELLİKLERİ GELİŞMİŞTİR. 
 

FAKAT
SİYASİ ÖZELLİKLERİ SIFIRDIR.

 

DAHASI 
EMEKÇİ KİTLELERLE GÜVEN ÜZERİNE YÜKSELEN SİYASİ BİR İLİŞKİSİ YOKTUR.

 

İŞTE AŞAĞIDA ANLATIKLARIM BU GÜVENİ YARATMA YÖNÜNDEKİ ADIMLARDIR.
 

VE
BU ADIMIN NASIL KÖSTEKLENDİĞİNİN VE ENGELLENDİĞİNİN
HİKÂYESİNİ DE BURADAN OKUYABİLİRSİNİZ…  

1986-87 YILLARINDA SHP İÇİNDE ÇALIŞMA 
 

Siyasi mücadele içinde çalışma tarzının ana eksenini kitle içinde çalışma tarzı ve gizlilik teknikleri oluşturmaktadır. Bunu yeterince bilince çıkartamazsak, tıpkı 1987’lerde Kurtuluş hareketi içinde tartışılan SHP içinde çalışma taktiğini sapma olarak veya sosyal-demokrat olmak gibi suçlamalar yaparak değerlendirip tarihin önümüze koyduğu bu fırsatı kaçırır ve tarihin çöplüğüne itiliriz. Konuyu ayrıntılarıyla ele almadan önce benzer bir taktikle ilgili Krupskaya’nın verdiği örneğe bakalım derim. Krupskaya anılarında 1905 devrimi sonrası Petersburg’da Panina Halk Evi’nde Lenin’in büyük bir işçi kitlesi karşısında konuşmasından bahsetmektedir. “… Bir Anayasacı Demokrat (Kadet) olan Oporodnikov’un konuşmasını tamamlamasından sonra, Başkan sözü Karpov’a(Lenin y.n) verdi. Ben kalabalığın arasında ayaktaydım. İlyiç, son derece heyecanlıydı …”  (N. Krupskaya, LENİN’DEN ANILAR-I, sf. 130, bibliotek yayınları)
 

Sanırım bu taktiğin üzerinde durmamız gerekiyor. Yukardaki tarzı, elbette ki 1987 yılı Türkiye’sindeki taktikle bire bir eşitleyemeyiz!

Konunun özü olarak konuya yaklaştığımızda tamamen benzer bir yaklaşımı ifade ettiğini görürüz. Önce 1986-87 yılına bakalım. 1985 yılı itibariyle Cezaevinden çıktığımda ülkedeki siyasi durumun görünümü özetle şöyleydi: 12 Eylül faşist cunta, kitleleri sindirmiş fakat özellikle geçmişte farklı siyasi ve mesleki örgütlenme içinde olanların önemli kesimi(tabi içeriye alınmayan veya alınıp kısa zamanda bırakılanlar vb.) o zamanki SHP(Sosyal-Demokrat Halkçı Parti)içinde kendilerini korumaya almış veya mevzilenmişlerdi. Tabi birey olarak! Bu eski sosyalist kişiler bu partide sadece nicelik olarak önemli bir yekûn tutmuyorlardı, aynı zamanda nitelik olarak oldukça etkiliydiler. Henüz eski değerleri terk etmemiş fakat sosyal-demokrat burjuva mekanizmasının çarkları arasında toz olmaya yüz tutmuşlardı.

Onları etkileyip yeniden aynı saflara(1980 öncesi) getirebilmek için önümüzde geçici bir zaman dilimini(bu dilim bir iki yıldan fazla değildi) içeren iki taktik vardı. Birincisi, SHP içindeki devrimci, demokrat insanların yanında olup onlarla birlikte aynı yapı içinde demokrasi mücadelesini yükseltmek ve onları yeniden devrimci değerlerle buluşturmayı hedeflemekti. Bu kazanım sonucu zamanla bu kişiler, hem sosyalist harekete, hemde içinde bulundukları Parti aracılığıyla demokrasi mücadelesinde emekçiler, çalışanlar lehine katkı verecek bir örgütlülük ve bilinç düzeyine, bütünleşmiş olarak ulaşabileceklerdi-ki bu benim geliştirdiğim ve o zamanki Teori ve Pratik adlı grubun taktiğiydi; ikincisi de, dışardan kişisel ilişkiler yürüterek onların ilişkilerini örgütsel olarak kullanma, değerlendirme adına yapılan ‘istemem arka cebime koy’ türünden (ki bu da Kurtuluş hareketinin düşündüğü) bir taktikti.

Birinci taktiği Kurtuluş örgütünün yurt dışı merkezine, dışardan gelen temsilcisi aracılığıyla sundum. Fakat uzun bir zaman ses seda çıkmamıştı. O tarihlerde bana gelen herhangi bir resmi cevap olmayınca bu görüşe sıcak bakan yurt içi merkez komitesi üyesi Bahattin Günel’le birlikte harekete geçip teorimizi pratikte sınamaya karar verdik. SHP’nin Sivas kongresinin yapılacağını öğrenince Bahattin’in Sivaslı olması nedeniyle kongre öncesi ikimiz bu İle gittik. Hipotezini sınayan iki bilim adamı edasıyla çalışmaya koyulduk. İlişkilerin tamamını ve bize katılan yeni üyelerle birlikte tek tek veya toplu toplantılar, ziyaretler yapmaya başladık. Sanırım kongreye bir hafta bile kalmamıştı. Benim gördüğüm; 1980 öncesi hemen hemen her siyasi gruptan kişilerin parti içinde üye olarak faaliyet yürüttükleriydi.

Bu gruplar arasında Kurtuluş, Dev-Yol, Dev-Sol, TKP, TİP den arkadaşlar başı çekse de diğer gruptan kişilerin de olduğunu söyleyebilirim. Parti İl merkezinde yapılan geniş toplantılarda gerçek partili olanlar Bahattin’i uyarıyorlardı: “abi boşuna uğraşıp zamanını ve moralini harcama! Birkaç günlük çalışmayla yönetime gelmek imkânsız! Partiyi tanımıyorsun!” Vb. laflar ediyorlardı. Tabi ben endişelensem de ilişkileri yürüten Bahattin kendinden emin onlara şöyle sesleniyordu: “Kongre sonrası görüşelim” vb. laflar ediyordu.

Gerçekten de herkesin şok olduğu bir sonuç alınmıştı. İl Başkanlığına gösterdiğimiz aday seçilmiş ve yönetim de hatırladığım kadarıyla paylaşılmıştı. Benim için sonuç çok fazla sürpriz olmamıştı. Her ne kadar Bahattin kadar emin olmasam da tezimize olan inancım tamdı. Çünkü bu tezi Develi’de, İstanbul’da bizzat gözlemlerim; Samsun, Antalya, Mersin ve şimdi hatırlamadığım bölgelerden gelen bilgiler ışığında oluşturmuştum(Kurtuluş grubu SHP içindeki gençlerle kurduğu ilişkiler sayesinde kitlesel bir güç oluşturabiliyordu).

Hemen hemen her yerde, geçmişte grup içinde olan sempazitan veya kadrolar 12 Eylül’ün ağır baskı koşullarında kendilerini koruyacak bu alana sığınmışlardı. Benim geliştirip savunduğum taktik, bu alanı boş bırakmamak üzerine oluşturulan yasal siyasi bir adımdı. Merkezi, önemli kadroları ve bilgileri sağlama alıp, bu konuda yetenekli ve sağlam unsurları SHP içinde çalışmaya sevk eden, koşullara uygun(tamamen koşullarla sınırlı) siyasi bir çalışmayı içeriyordu(ki yurt dışından gelen temsilciye bu şekilde anlatmıştım). Zaten 1989’lara gelindiğinde SHP içindeki devrimci unsurlar ayrılarak Yeni Oluşum adıyla ayrı bir parti içinde yer aldılar(hatta ilgisiz bıraktığımız eski örgütten kalan unsurlar parti içinde kalarak yozlaştılar ve sisteme entegre oldular).

Eğer ülkedeki çoğu İllerde söylediğim çalışmayı yapabilseydik sanırım Türkiye’nin en büyük ve yasal demokratik oluşumuna bizler öncülük edebilecektik. Kürt ulusal hareketi güçlü olduğu için bu oluşumu kendi kanallarına akıttı ve bunda da sonuna kadar haklıydılar. Dolayısıyla Kürt hareketine bugün katılan Marx’ist lerin marjinal pozisyonları onları nasıl etkisiz yapıyor ve Kürt hareketi onlardan ‘alan genişletme’ isteğiyle yararlanmaya çalışıyorsa sanırım bunların hiç biri olmayacak ve kitlesel Türkiye komünist hareketiyle kitlesel Kürt ulusal hareketi eşit koşullarda yan yana ve ortak, anlaşılmış hedefler etrafında(hedefin ve eylemliliğin bir yerlerde çizilmediği) birleşik güçlü bir hareket yaratılmış olacaktı. Sanırım yaşadıklarımı yeterince özetledim. Şimdi de Bolşeviklerin izlediği çalışma anlayışıyla yukarıda anlatmaya çalıştığım bizim taktiğin özde aynı olup olmadığına bakalım. 
 

Bir an şöyle düşünelim: ülkemizde kendine komünist veya devrimci diyen bir hareketin liderine, Erdoğan diktatörlüğüne karşı, sağcı bir partinin (Çarlık Rusyasında KADET denen parti Çar’cı-monarşist-en gerici burjuvaziyi temsil etmekteydi) veya CHP’nin herhangi bir lideriyle aynı kürsüye çıkıp çıkmayacağını soralım. Sanıyorum bu teklifi kim yapmışsa onu uzlaşmacı ve oportünist ilan edeceklerdir. Zaten ülkemizde de böyle olmuştur: bu çalışmayı yürüten bizler tabi özellikle de ben sosyal-demokrat ilan edilmiş ve kendi söyledikleri ise Marx’ist ve tartışılmaz ilkeler olarak ilan edilmiştir. Sanırım bu baylara taraftarları şöyle bağırarak destek vermişlerdir: yaşasın yüce Marxizm! Kahrolsun bidon kafalılar ve göbeklerini kaşıyanlar!  Hâlbuki Lenin sahte isimle aynı platformda sırasını bekleyerek Anayasacı Demokrat (KADET) olan kişinin konuşmasından sonra aynı kitleye(yani bidon kafalılara) hitap etmiştir.

Demek ki buradan çıkartılacak taktik adım şudur: 

En gerici örgütlerin ve hareketlerin içinde bulunmadığınız müddetçe kitleleri kazanmanız ve devrime yürümeniz imkânsızdır.
 

Bu taktiği analiz ettiğimde ülkemiz Marx’ist hareketler için şu üzücü sonuca ulaşıyorum: 
 

Ülkemde ki Marx’ist gruplarda ideolojik ve siyasi olarak kendilerine olan güven nerdeyse SIFIR. 
 

Nedeni de açık: İşçi sınıfıyla siyasi mücadele anlamında ve örgütsel olarak ciddi hiçbir bağın olmaması. Sadece kitlelerin lafını eden bir komünist gelenek var karşımızda! Sanırım bu, bir tür Büyüklük Hastalığı olsa gerek! 
 

Yukardaki çalışma tarzını isterseniz Krupskaya’dan bir alıntıyla destekleyelim. Destekleyelim ki ülkemizde siyasi çalışmanın endazesinin olmadığını, komünizm adına sağ ve ‘sol’ anlayışların hala etkinliğinin sürdürdüğünü dolayısıyla komünist çalışma tarzın kitle ilişkilerinde izleyeceği temel yolu açmış olalım:
 

“En elverişsiz koşullara kendini uyarlayabilme yeteneğini kazanmak ve aynı zamanda kişinin toplumsal düzeydeki yüksek ilkelerini korumak ve bunları belirginleştirmek, Leninizmin geleneklerindendi” ( N. KRUPSKAYA, LENİN’DEN ANILAR-II, sf,6, biblioteK yayınları) 
 

Sanırım 1985 sonrası dönem, ülkemizde en elverişsiz koşulları ifade ediyordu. Ve bu görüşüme karşı çıkanlar hangi kitle çalışmasını ve nerelerde yaptıklarını bize aktarabilirlerse(ki bu ilişkiler bugüne kadar gizli kalmış olamaz, dolayısıyla da böyle bir ilişkiler ağı yok diyebilirim) biz de bu bilgiye göre onları belki affedebiliriz(!) Biliyorum ki bırakın kitle çalışmasını, kitle çalışması diyince köşe bucak saklananlar tarihi fırsatı ellerinin tersiyle iterek tarihe şu gevezelerin notunu düşüyorlardı: kitleler ki onlar birgün bizim doğrularımızın yanında olacaklardır ve biz bu sonuçtan asla şüphe etmiyoruz!!!!

Aslına bakarsanız ben de şüphe etmiyorum. Ama sanırım bu kaplumbağa hızıyla isimlerimizin bile hatırlanmadığı bir zamanda mesala bir 300-500 yıl falan sonra bu tarz hayata geçmiş olacak veya emperyalistler bu determinist tarihi ilerleyişi saptırarak insanlığın geleceğini karartacaklardır!
 

Burdan çıkan en özlü sonuçta şu olsa gerek: 
 

Sınıf mücadelesi, önümüze tarihi bir anda çıkan fırsatları değerlendirerek büyür, başarıyı yakalar, değerlendiremeyerek de küçülür ve tarihin çöp sepetine atılır.
 

Rusya’da 1917 Nisan tezleri eğer hayata geçmeseydi kesinlikle söyleyebilirim ki Ekim devrimi bir hayal olacak ve sonuçta Lenin ve arkadaşları, tarihin çöp tenekesine atılıp bugün isimleri bile hatırlanmayacaktı. Tıpkı şimdi bizdekiler gibi!