Böylesi zamanlarda yazmak zor. Komplo teorilerine, bilim düşmanı bağnaz gericiliğin hezeyanlarına, ırkçı-milliyetçi söylemlere zihnimizi bulandırma fırsatı vermeden ve egemenlerin otoritarizminin çözüm olabileceği naifliğine kapılmadan bilgi paylaşmak ve söylenmesi gerekenleri söylemek kolay değil. Ama yazmak, bilgi paylaşmak, cesaret vermeye çabalamak tam da böylesi zamanların gereğidir.

Henüz hastalanma belirtisi göstermeyen, ancak gönüllü izolasyonda bulunan ve yüksek risk grubuna ait bir birey olarak, dar çevremde olsa da, dayanışmanın, yardımlaşmanın ve karşılıklı cesaretlendirmenin ne denli büyük moral verdiğinin, dik durmaya ne denli yardımcı olduğunun bizzat tanığıyım. O nedenle bugünkü yazım ile okuru sosyal değil kişisel mesafelenmeye ve kişisel değil toplumsal dayanışmaya cesaretlendirmek istiyorum.

Hükümetlerin resmî açıklamaları, alınan tedbirler (yoksa tedbirsizlikler mi demeliyiz?), hastalıkların sınıfsal farklılıkları ve kapitalizmin halk sağlığının en büyük tehdidi olduğuna dair hemen her sayfada bir şeyler okumak mümkün. Bunlar herkesin bildiği, ancak sadece korkunun yayıldığı dönemlerde toplumsal bilince çıkan gerçeklerdir. Aynı her on saniyede bir çocuğun açlık veya hastalık nedeniyle öldüğü veya bir milyara yakın insanın, bırakın sabunu veya dezenfektanı, temiz suya dahi ulaşamadığı gerçeği gibi...

Kriz dönemlerinde – gerçi son on yıllarda pek krizlerden kurtulamıyoruz ya – hükümetlerin salt sermaye kesimlerinin çıkarlarını kolladıkları, ezilen ve sömürülenlerin ceplerinden çalınan milyarlarca varlığın bir azınlığın lehine kullanıldığı, krizlerin kendilerinin yeni egemenlik araçlarının yaratılması için fırsat hâline getirildiği ve daha nicesi bilinmiyor mu? Biliniyor bilinmesine de, gereğini yapmak yerine kolay yollar seçiliyor.

Konuyu dağıtmadan sadede gelelim: Öncelikle korkmadan, paniğe kapılmadan çıplak gerçeği bilincimize çıkartmak zorundayız. Durum ciddi. Uzun sürecek bir olağanüstü hâl ile karşı karşıyayız. Salgın nedeniyle yaşlı veya genç yakınlarımızı, dostlarımızı, yoldaşlarımızı kaybetme riski yüksek. Hatta, İtalya’da olduğu gibi, kimsenin katılamadığı cenazeleri de kaldırmak zorunda kalışımız bir olasılık. Metanetli olmalı, basiret göstermeli ve sorumluluk almalıyız. Kendimiz, sevdiklerimiz, dostlarımız ve elbette inandığımız şeyler için.

Devletin ne yaptığına bakmadan – eleştirilerimizi sakınmadan tabii -, sokağımızda, mahallemizde dayanışma ve yardımlaşma ağları örgütlemeli, çekirdek aile egoizmi yerine sınıf dayanışmasının pratiklerini yaşama geçirmeliyiz. Önceliğimiz yardıma muhtaç, zayıf ve yalnız insanlar olmalı. Bilhassa marjinalleştirilmiş, fiilen illegaliteye itilmiş, hijyenik ortamdan ve tıbbi yardımdan yoksun olanlara elimizi uzatmalıyız. Çünkü, devletlerin kamu kaynaklarını güçlüleri ve avantajlı olanları korumaya ayırdığı gerçeği, başka bir gerçeği, Ertuğrul Kürkçü’nün yazdığı gibi, birbirimizin canının birbirimize emanet olduğu gerçeğini ortaya çıkartmaktadır. Yaşlıları, yoksulları, mültecileri, sistem dışında bırakılan tüm zayıfları kollamak, geleceğimizi kollamakla eş anlamlıdır. Çünkü bugünler, gelecekte nasıl bir toplum içerisinde yaşamak isteyeceğimize karar vermemiz gereken günlerdir.

»Yaşamak güzel şey be kardeşim« demiş Nâzım. Elbette öyle, ama ot gibi, hükümetlerin her dediğine inanıp, boyun eğen koyun sürüsü gibi değil, paylaşarak, yardımlaşarak, dayanışarak yaşamak kadar güzeli yok. Nerede olursak olalım, birlikte, beraberce, direnerek...