“Hayvan, hayvan olarak doğar;

insan, insan olarak doğmaz,

sonradan oluşturulur.”

Coğrafyamızı Marksist-Leninist klasiklerle tanıştırandı; 25 Şubat 2020’de veda edip ayrıldı aramızdan; 88 yaşındaydı ve yoldaşı Remzi İnanç’ın ifadesiyle, “Çok acı çekti”…

O Muzaffer -İlhan- Erdost’du.

“Sol’un çınarı”ydı; “İki kişi olarak yaşadı, çalıştı.”

“Bir kişi tek başına ne yapabilir” sorusunun yanıtıydı; ufku değil, ötesini gören/ gösterendi... 

Gün olur kendisini şiirle; gün olur resimle ifade ederdi. Görüneni değil, arkasında yatan gerçeği yazardı…

Şairdi, yazardı, ressamdı, yayıncıydı. Ama bütün bunların ötesinde mücadele insanıydı...

“İşini kuyumcu titizliğiyle yapardı”; “İyi bir entelektüel olmanın da ötesindeydi”; “Son derece çalışkan, tertipli, disiplinli ve üretken bir insandı. Olaylara geniş açıdan bakabiliyordu. Dünyaya ezilen ve sömürülenler, hakları ve özgürlükleri ihlâl edilenler penceresinden bakıyordu.”

“Üreterek çoğalan” O; hayatlarımıza, fikirlerimize dokunan, katkısı olandı.

Bir harf değil bir hayat öğretti bizlere. Bilimsel sosyalizmin lûgatımıza girişine vesile oldu…

Sessiz, sakin gülümseyişinde vakur bir babacanlık, birikmiş bir acı, en çok da ışıldayan gözlerinde naif bir umut vardı. Bir Anadolu dervişi gibi kucaklayıcıydı; nezaketiyle müsemmaydı.

Marksist-Leninist klasikleri yayınlayan Muzaffer İlhan Erdost’un Sol ve Onur Yayınları’yla -“doğal olarak”- DGM’ler pek bir ilgiliydiler...

12 Eylül’de “sınıf tahakkümü kurmak” suçlamasıyla yargılanıp; kardeş(ler)ini yitirmişti! (Kardeşi İlhan Erdost’un gözünün önünde işkenceyle katledildi!)

Bir yalnızlık ezgisiydi veya biriken güneş; inandığı gibi yaşadı ve öldü; pes eden ya da yılgınlığa düşenlerden olmadı.

* * * * *

“Bizim, sol ve sosyalizmle tanışmamız bu iki kardeşin yüzü suyu hürmetinedir. İlhan zaten bundan dolayı öldürülmüştür… Marksist-Leninist bir örgütün çok sayıda üyesinin yakalandığının duyurulduğu bu haberlerin en renkli sahnesini, o bitap çocukların hemen önündeki kitaplar oluştururdu.”

“Birçok kişi, onun kitaplarıyla bilgi dağarcığını nasıl büyüttüğünü, zenginleştirdiğini unutmamıştır.

“Sol Yayınları”yla üstüm(üz)de emeği çoktur; hayatımızda müstesna bir yeri vardır; üzerimizde(ki) hakkı sonsuz, sınırsızdır.

İlhan Erdost’u işkencede katleden 12 Eylül faşizminin karanlık rüzgârları bile o Sol Yayınları meşalesini söndüremedi.

Kolay mı?

O(nlar); sosyalizmin “editörü”ydü; büyük uyanışın öğretmeniydi; Denizlerin, Mahirlerin, İbrahimlerin, 68 Kuşağı’nın “Kitapçı Muzaffer Abisi”ydi…

Sol Yayınları’nın o rengarenk basılan kitap kapaklarının içerisinde kapitalist işleyişin siyahı ve sosyalizm deneyimlerinin kızıl tonları ile bir de İlhan(’lar) vardı; yani Ahmet Telli’nin, “yine el basacaksın o kitaplara/ dostun, kardeşin, aydının el basacak/ bir şeyi hiç unutmayacak üniversiteli genç/ bedeli canla ödenmiştir elindeki kitabın,” dizeleri İlhan Erdost kadar Muzaffer Abi içindi de…

Ve Vahap Erdoğdu’nun da işaret ettiği gibi, “Sol Yayınları Erdost’un yalnızca düşünce dünyasında değil, yaşam tarzında da büyük değişimlerin başlangıcı olmuştu.”

* * * * *

Yıl 1980, mevsim sonbahar, Kasım’ın 7’siydi. Çığlıklar yükseliyordu Mamak’ta. İlhan’la Muzaffer’in çığlıkları. Başlarında Astsubay Şükrü Bağ, iki er İlhan’ın başında, iki er de Muzaffer’in başında…

“On yaşındaki küçük bebeleri zehirlediniz, içerisi sizin zehirlediklerinizle dolu” diyordu Şükrü Bağ.

Asker ve polis copları altında çığlıkları yükseliyordu Muzafferle İlhan’ın.

“Uyuyan küçük kızımı uyandırmaya kıyamadan buraya getirdiler, bizi dövdürmeyin komutan” diyordu İlhan. Başçavuş dinler miydi Muzafferle İlhanın acılarını… Sürekli “vurun” diye emir veriyordu. Emir alan dört er vur deyince öldüresiye dövüyorlardı Muzaffer’le İlhan’ı.

“Ölüyorum yeter artık dayanamıyorum” diyen İlhan’ı öldürdüler orada… Muzaffer yarı sağ kurtulmuştu.

Muzaffer İlhan Erdost, ‘Politikyol’dan Dilara İlbuğa’ya 2018’de verdiği söyleşide o günleri şöyle anlatmıştı:

“İçeriye girdik, İlhan’ın yüzü kan içinde. Bağırdım, bir yudum su getirin diye. “Midem bulanıyor, kusacağım” diyerek yere düştü İlhan. Vahap diye bir çocuk var, tıp fakültesi öğrencisiymiş. O koşturdu, şekerli su istedi. Beni içeri aldılar o sırada. İlhan’ı iki ranzanın arasına yatırdılar, yığıldı zaten. “İlhan İlhan” dedim, ses vermedi. Biri nabzı durmuş dedi. Battaniyenin arasında alıp götürdüler İlhan’ı…

Sonra beni alıp götürdüler. Bir yudum su istedim. Astsubay bana “Kardeşinin kalbi vardı niye söylemedin” dedi. Kardeşimin kalbi yoktu, ayrıca sordunuz mu ki dedim.

Sonra ifade verdim. Halit Çelenk’e “Halit Abi beni çıkar, İlhan’ı ben gömeceğim” dedim.

Sonrası zaten malum. Tek bir yasak yayınımız yoktu ama bizi dövdüler, öldürdüler. Hikâye bu kadar basit aslında…”

Ve nihayet geriye şu dizeler kaldı:

“ilhan gelir türküler’le/ türküler’le biz elele/ güleriz güzel günlere

ilhan uzatmış kadehi/ güler gözlerinin içi/ çağıldar cümle sevinci

ilhan’la biz nezarette/ yanyana bir kanepede/ akar gündüz uçar gece

ilhan’ı gördüm düşüyor/ yanım ateşe düşüyor/ elim kolum yetişmiyor

ilhan’ı gördüm yaralı/ gözleri kandan hareli/ yüzü güllere çevrili

ilhan’ın paltosu kanlı/ alazlanmış tüter canı/ düşmüş omuzdan kolları

ilhan ilhan, ilhan ilhan/ sular çavlan kuşlar pervan/ gittin mi can gittin mi can.”

* * * * *

Yayıncılığı yanında “Türkiye Sosyalizmi” ve Sosyalizm’ (1969), ‘Türkiye Üzerine Notlar’ (1970), ‘Bilim ile Yazın Arasında’ (1984), ‘Osmanlı İmparatorluğu’nda Mülkiyet İlişkileri’ (1984), ‘Şemdinli Röportajı’ (1987), ‘Kapitalizm ve Tarım’ (1984), ‘Demokrasi ve “Demokrasi”‘ (1989), ‘Adam İçin Türevler’ (Eskiz, ‘1990), ‘Ulus, ‘Uluslaşma, ‘Demokratikleşme’ (1991), ‘Bir Fotoğrafta Alt Yazı / İki 7 Kasım’ (1991), ‘Üç Şair / Nâzım Hikmet, ‘Cemal Süreyya, ‘Ahmet Arif’ (1994), ‘Kanı Kanla Yıkamak-İnsan Hakları ve Türkiye’ (1994), ‘Faşizm ve Türkiye 1977-1980’ (1995), ‘Türkiye’nin Yeni-Sevr’e Zorlanması Odağında Üç Sivas’ (1996), ‘İkinci Yeni Yazıları’ (1997), ‘Küreselleşme ve Osmanlı Devlet Modeli Makasında Türkiye’ (1998), ‘Yeni Dünya Düzenine Zorlanması Odağında Türkiye’ (1999), ‘Pandora’nın Bir Başka ‘Kutusu’’ (2000), ‘Türkiye’nin Kararan Fotoğrafları’ (2003), ‘12 Eylül Turkaları’ (2004), ‘Azınlıklar Sorunu’ (2005), ‘Sosyalizmi Seviyorum’ (2007), ‘Türkiye 2009’ (2009), ‘İlhan İlhan (Kardeşi İlhan Erdost Hakkında Yazılar ve Şiirler)’ (1983), ‘Havada Kalan Güvercin’ (1990), ‘Ey Karanlık Mavi Güneş’ (1990), ‘Onu Anlat İşte’ (1989) başlıklı yapıtların yazar ve şairiydi de...

‘İkinci Yeni’nin isim babasıydı. ‘Son Havadis’ gazetesindeki bir yazısının başlığı (1958) “İkinci Yeni”dir ve bir şiir hareketinin adı olur bu başlık artık…

“Şiirin hasını, ozanın ustasını ayırt ederdi Erdost. Onun Marksist dönemine denk düşen şiirleri, nitel bir değişimle farklı boyutlar kazanmıştır. Anadolu’nun ağıt, deyiş ve ilahi türündeki şiir geleneğini, çağdaş bir söylem biçemiyle, dört boyutlu bir uzam içerisinde sürdürmüştür.”

‘İkinci Yeni’nin en toplumcu ve en cefakâr şairiydi ve “Şiirin bir yazın türü olmaktan çok, doğrudan ayrı sanat sayılmasına dönük savı dillendirir ve ‘çember’ örneğini verir. Çemberin hiçbir yerinde kişioğlunun yaşantısının bulunamayacak olmasına karşın, bir an için yeryüzünden kaldırabildiğinizi varsaydığınızda, hemen hiçbir uygulayım olanağının, kolaylık ve güzelliğin kalmayacağını söyler”di.

* * * * *

İlhan’ın ağabeyi, Barışta’nın babası, Gülhanım’dan doğma (1931), Yusuf oğlu, İbrahim Hoca’nın torunu, Türküler’in, Alaz’ın amcası, Suları’nın babası, Çavlan’ın dedesi, Rana’ın eşi, Gül’ün ağabeyi (kayınbiraderi) Naşide’nin eniştesiydi Muzaffer İlhan Erdost.

Ardos’un yaylalarından Rus işgalinden kaçıp, Artova’nın çorak ovasına sığınan bir ailenin üçüncü kuşağındandı. Artova’nın Çiftlik köyünün tezek kokan, İbrahim Hoca’nın iki katlı kerpiç damında doğmuştu...

Şöyle derdi kendine dair:

“Kimliğimde doğum tarihim ‘1932’ yazar. 18 Eylül 1931’de Artova’da doğmuşum. Annem evimizin avlusunda bulgur kaynatırken. Yerleşim yerinin adı Çiftlik. Kimlikte de ‘Çiftlik’ yazar. Sanki babamın çiftliğinde doğmuşum gibi. ‘Artova’ ilçe merkezinin adı. 1948’de ilçe merkezi Kızılca’ya taşınınca, adı da ‘ova’dan kalktı. Cumhuriyetten sonra yapılan Sivas-Samsun demiryolu üzerindeki istasyonun bulunduğu yere kondu. Ben ‘Çiftlik’ olan Artova’da doğdum. İlhan ‘Kızılca’ olan Artova’da doğdu. Benim doğduğum ev, dedemin oğullarıyla birlikte Sivas-Tokat şosesi üzerine yaptığı evdi. İki katlı. İkinci katta üç oda, geniş bir sofa. Alt katta mutfak ve günlük oturma yeri. Geniş ve açık bir avlu. Avluya açılan fırın. Yanında buğday ambarı. Bahçe. Köy tarafından kanatlı kapıdan girince sağda büyük bir ahır, solda samanlık. Köşede odunluk. Tavuklar, odunlukta ‘geceler’di.

Baba evi… Kızılca’ya ilk gidişimizde, babamın kiraladığı ‘bakkal’ dükkânında kaldım. Evi getirince babam, bir oda, dar bir koridordan oluşan kerpiç bir evde kaldık. Damı toprak sıvalıydı, ısırgan otu, efelikle kapatılmıştı. Fareler her ‘seyahat’e çıktığında ya da seviştiklerinde yorganımın üstüne yağan toprak/ısırgan otu tozundan kaşınırdım. Uyuz oldum. Öyle bunalmıştım ki, anneme bir gün ‘Verem olsam daha iyiydi!’ demiştim de annem kızmıştı…

Tokat bozkırının çocuğuyum. Ekin sarısının ve kırmızı güneşin, sazan balığının, kar beyazının çocuğu. Tokat, söğüdün ve kavağın, buğdayın ve mercimeğin ovasındaki çocuk için renkli bir düş gibidir.”

Sonrası da Cemal Süreya’nın ‘99 Yüz’ünde şöyle kayıtlıdır:

“27 Mayıs 1960 sabahı mahpustan salıverilen gençlerden biri de oydu.

12 Mart döneminde türk ceza kanunu’nun 142. Maddesine aykırı eylemde bulunduğu gerekçesiyle yargılandı ve mahkûm edildi. Daha sonra af yasasıyla serbest bırakıldı.

12 Eylül döneminde ise Sol Yayınları yöneticisi olarak yine içeri alınacak, bu kez dünyada benzersiz bir dram da yaşanacak… kardeşi onur yayınları sahibi İlhan Erdost da kendisiyle birlikte gözaltına alınmıştı. İlhan dövülerek öldürüldü. Muzaffer’i bu olay üzerine serbest bıraktılar.

Muzaffer olmasa, ilhan belki de gözaltına alınmayacak ve dövülerek öldürülmeyecekti. İlhan öldürülmese, muzaffer kesinkes kısa günde serbest bırakılmayacaktı. Acının kökeni burada. Muzaffer Erdost, Muzaffer İlhan Erdost oldu. Yazılarını o adla yazmaya başladı.

Zaten onun hayatında rastlantı ve yazgı çok kez yan yana düşmüş ve birbirini açıklamıştır. İlkokulu bitirdiği yıl Erzurum’daki ortaokula gönderilmişti. Sınıfta kalınca okuma işi de ortada kalmış. Ama babası bir gün bir rüya görecek ve onu okutmaya karar verecek…

1970’te, bir dergide edebiyatla, yazıyla ilişkisini anlattığı şu cümleler Muzaffer İlhan Erdost’un bütün hayatı, düşüncesi, sevgileri, eylemi için de geçerli geliyor bana: ‘yazdığım zamanlar bir canlı olarak kendimi sunarım. Uyku, tıraş olmaya nasıl benzemezse; kahvaltı, otobüse binmeye nasıl benzemezse; sevişmek, kravat bağlamaya nasıl benzemezse, onun gibi, yaşantımdan parçalardır yazdıklarım. Yazdıklarım beni bütünler mi? Pek sanmıyorum. Ama benim parçalarımdır. Değişirim. Ben değiştikçe, düşüncemde önemli değişiklikler olur.’

Veteriner fakültesi’ni bitirdikten sonra mesleğe başlamadı. Baştan beri içinde bulunduğu rüzgârlı sokak’a geçti. Pazar postası’nda çalıştı. 1960’tan sonra milli birlik komitesi’nden bir grubun da girişimiyle yayımlanmaya başlayan ülke dergisini yönetti. Askerlik dönüşü bir süre ulus gazetesinde basımevi müdürü olarak çalıştıktan sonra Sol Yayınları’nı kurdu.

Erdost’un çok uzaktan ve çok yakından bakıldığında değişmeyen bir yüzü var. Ara uzaklıkları bilmem. Sanırım kendisini ıralayan yanı, asıl özetleyen yanı, sanatçılığıdır. Şairliği her zaman ağır basar. Baştan beri onun hemen yanında gelişen düşünsel gücü zamanla öne geçmiş göründü. Bu iki nitelik eşzaman içinde erdost’u polemiğe iter. Soruna birdenbire girer erdost. Sezgisinde de usçu bir birikim vardır; duygusal yanıyla da nesnelliğini etlendirir sanki. Gerçek anlamda yaratıcıdır. Aramaya vakit kalmadan bulur. Hem yabancı ve insancıl, hem duygusal ve nesnel.

Ödünsüz. Bu konuda öyle aşırı plandadır ki ödünsüzlük bir yerde bencillik gibi de görünebilir. Oysa özseverliğinden yalnızca parıltı olarak yararlanma eğilimindedir. Uzay düşüncesine ulaşmış, ama köylülüğün diri ve doğal tatlarından vazgeçmemiştir.

Türk(iye) entelektüelinin doğal prototipi. Bağımsız, kendinden çıkış yapan…

Ankara onun gibi birkaç kişiyle İstanbul’u ürkütür.

Marksizmin editörü, aynı zamanda şiirde ‘İkinci Yeni’ deviniminin de savunucusu ve bir bakıma kurucularından biri. Pazar postası’nda iki orta sayfayla çok şeyi yerinden oynattı.

Savaşçı ile ermiş aynı kişide. Bağışlar, bağışlamaz, bağışlar...

Aşk adamı aynı zamanda.

Sürprizler bir de onda sınanır.

Nedir Muzaffer İlhan Erdost? Şair mi, öykücü mü, yayımcı mı, düşünce adamı mı, ideolog mu, siyasetçi mi, aile reisi mi, savaşçı mı, ressam mı? Hangisi? En azından şöyle denecek bir gün: Hepsinde iyiydi! Evet, bir ‘canlı’ olarak sunuyor kendini. Muzaffer İlhan Erdost diye biri var, orda duruyor. Kurtarıyor. O var ya, daha yürekliyiz. Daha karagözlü, daha gerçekçi, daha ütopyacıyız. Gerçekçi ütopya.

Yayımladığı ilk kitabının adı ‘Kırkıncı Paralel’di.

Şemsiyesinde enlemler, boylamlar.”

* * * * *

Mahmut Temizyürek’in, “Boğun eğmedi hiç, yılmadı, durmadı, düşmedi. Ayakta öldü”…

Zeynep Oral’ın, “Muzaffer Erdost, İlhan Erdost... İkisi bir bütündü bizler için... İnsan hakları savunucusu iki nefer... Her tür haksızlığa, baskıya, sömürüye direnen iki sosyalist... Birkaç kuşağı besledi”…

C. Hakkı Zariç’in, “Çalışkanlığı ve uzlaşmazlığıyla örnek bir insandı. 12 Eylül zindanlarının postallarına rağmen insan olmanın ve sosyalizmin onurunu korudu”…

Şükran Soner’in, “İnsan hakları savunuculuğunda en ağır bedellerin acılarını şiirle, öykülerle, kitapla, resimle, fotoğrafla, eleştiriler, makalelerle..sanatla konuşarak paylaşan insanın.. Dostları 12 Eylül’de sorguda öldürülen kardeşi İlhan Erdost’la ilgili bir tek anısını bile gözyaşları akmadan paylaşamadığının tanığıdırlar,’ notunu düştükleri O; ‘Sayısız ilke imza atmış bir öncü, bir avand-garde yayıncı, yazar ve gazetecidir. Örneğin, NATO üyesi olarak TC’nin destek verdiği Cezayir Savaşı’na ‘Hayır’ diyen Sartre’ın önsöz yazığı Henri Alleg’in ‘La Question’ işkence tanıklığını 1959 yılında yayınlayan genç bir yayıncıdır Erdost…

Kürt ve Süryanî/ Nasturî gerçekliğini algılamamızı sağlayanlardan biri olmuştu Erdost, ilkin YÖN dergisinde tefrika edilen, daha sonra kitaplaştırdığı ‘Şemdinli Röportajı’ ile…

* * * * *

“Bir Aydınlanmacı”, “Muzaffer İlhan Erdost: Bir Aydınlanmacıyı Daha Yitirdik” (Cumhuriyet, 26 Şubat 2020, s.9.) olmaktan çok; sosyalist olarak anılması gereken Muzaffer İlhan Erdost kocaman bir çınardı; o güzel atlara binerek çekip giden güzel insanlarımızdandı…

Zülfü Livaneli’nin, “70’ler Ankara’sının iki yakışıklı, devrimci kardeşi, esmer gülümseyişleriyle hatırlanacak hep. Marksizm’i Türkiye’ye tanıtmak gibi çok onurlu bir görevi üstlenmişlerdi. Kahramanca gittiler,” notunu düştüğü O(nlar)ın kardeş, yoldaş acısı nihayete erdi, dizelerindeki üzere:

“ve biz

gene duracağız birgün

(böyle istiyorum öldüğüm zaman

eğer bir cesedim olursa taşınacak)

tabutumun önünde

biz ikimiz

iki kardeş

yan yana ve omuz omuza

fotoğraflarımızın ardında ben

sen önde

yüzümüzden eksilmemiş olan gülüşümüzle.”

23 Mart 2020 15:22:01, İstanbul.