Sevgili Orkunoğlu ile ‘hoşgörü’ üzerine başlattığımız polemik devam ediyor. Bu tartışmanın 1980 öncesi, kısır ve üretmeyen tarzından farklı olması için iki şeye kendi adıma dikkat etmem gerekiyor. Birincisi üsluba! Yani kırıcı, itici ve küçümseyici olmamak, salt öğretici ve genel geçer doğruları tekrarlamaktan sakınmak. İkincisi ise, tartışma sonucu ortaya çıkan yanlışları fark ettiğimde ayak diretmeyip bunu açık yüreklikle kabul etmek. Evet, bu yol ve yöntemlerle tartışmamıza devam edebiliriz. 

Orkunoğlu’nun yazısının başına aldığı Goethe’nin ‘hoşgörü hakaret anlamına gelir’ tespiti ve bu tespit doğrultusunda ki: “Çok uzun yıllardır ‘Tolerans’ ve ‘Hoşgörü’ sözcüklerini eleştiriyorum.” görüşüne karşı ciddi bir eleştiri yöneltmemiş fakat kendi görüşlerimi yazarak okuyucunun bunu karşılaştırmasını istemiştim. Sonuçta okuyucu değil Orkunoğlu bu karşılaştırmayı yapmış. Ne varki cevabı yazısında hoşgörü ile ilgili bir kafa karışıklığı yaşadığını görüyorum.  

Ayrıca çok haklı olarak Goethe ve Schiller ile ilgili yaptığım tespitleri eleştiri konusu yapmış. Yazısının nerdeyse yarısını oluşturan Alman aydınlarıyla ilgili aydınlatıcı açıklamalarının konumuzla ilgisi olmasa da yararlanacak bilgiler olduğunu düşünüyorum. Fakat genel olarak Alman aydınları ile ilgili yaptığım; “Alman aydınları Marx ve Engels hariç tek kanatlı kuşlar gibi kalmışlardır: Hegel ’in idealist diyalektikçi, Feuerbach’ın metafizik materyalist, Kant’ın milliyetçi…”tespitimi bugün de savunmama rağmen, Goethe ve Schiller ile ilgili yaptığım “Goethe gibi çok yönlü bir aydının burjuva devrim düşmanı ve feodal bir dükün hizmetkârı, Schiller ve diğerlerinin anti-aydınlanmacı olmaları sayılabilir” biçimindeki tespitimin, konunun dışında, amacını aşan olduğunu ve bu nedenle yanlış olduğunu kabul etmem gerekiyor. Zaten Orkunoğlu arkadaşımız da bu yanlış üzerinden eleştirel yazısını şekillendirmiş. 

Konumuzun, ‘hoşgörü’ olduğunu, özel olarak Alman aydınlarını analiz etmek gibi bir amacı taşımadığını hatırlatmak isterim. Fakat geçerken şu tespiti yapmamın zorunlu olduğunu görüyorum: Düşünce, irade, sanat vb üst yapı unsurlarını belirleyen, onlardan bağımsız olarak var olan alt yapıda ki ekonomik ve tarihsel gerçeklerdir. Bu açıdan Alman toplumunu domine eden ve yönlendiren, onun sanayileşme eşiğini atlayarak aydınlanma sürecini yaşayamamasıdır. Dolayısıyla Alman aydınları Marx ve Engels dışında tek kanatlı kuşlar gibidir. Örneğin 1800’ler öncesi ve sonrası ülkede ki yarı feodal ve yarı kapitalist sistem, aydınları etkilemiş ve onların yaratıcılıklarının ya gelgitli ya da tek yönlü olmasını sağlamıştır. Daha da önemlisi; bu sosyo ekonomik analiz sonucunda şu sorulara da cevap bulabilmekteyiz: Neden Fransa, İngiltere, İskandinav vb ülkelerde faşizm yaşanmadı da Almanya’da(tabi aynı şekilde İtalya-İspanya ve Portekiz’de) dünyanın en kanlı ve kıyıcı faşist anlayışı iktidar oldu? Neden Kuzey Avrupa ülkelerinde sanayileşme ve aydınlanma süreçleri yaşandı da Almanya-İtalya-İspanya ve Portekiz’de yaşanmadı? İşte bu vb. sayısız soruya salt aydınları inceleyerek cevap bulamayız. Bunun anahtarı ülkeleri sosyo-ekonomik olarak irdelemekten özellikle de bu alanda diyalektik materyalizm yöntemini uygulayan güvenilir aydınları takip etmekten geçer. Örneğin Hegel okumalarım yok ama Hegel’i Marx ve Engels sayesinde tanıma fırsatım oluyor: diyalektiği yaratan ama idealist. Yine Feuerbach, materyalizmi felsefi olarak ortaya koyan ama diyalektikten bir haber bir metafizikçi. Kant ile ilgili okumalarım yeterli değil ama Orkunoğlu’nun ‘Marksizm, Milliyetçilik ve Demokratik Ulus’ adlı kitabında onunla ilgili şu alıntıya yer vererek bizi bu konuda uyaran kendisi: “Milliyetçilik başlıklı kitabıyla milliyetçiliğin 19. Yüzyılda geliştirilen bir doktrin olduğunu ileri süren Elie Kedourie’ye göre milliyetçi düşüncenin düşünsel öncüsü Kant’tır.” (age, s.71) Ayrıca Enternasyonal’in liderlerinden Otto Bauer’nın şu görüşü de bana göre paha biçilmez kıymette: 

 “ Alman entelektüelleri Hıristiyanlık öğretilenlerinden tamamen kopamadıkları için, hümanist gelenekleri yaratamadılar.” (age, s.70) İsterseniz Alman toplumu ile ilgili Engels’in ‘dar kafalılar ülkesi’ tespitine de yer vererek Alman aydınları ile ilgili hepimizin dikkatli olması gerektiğini hatırlatmış olayım. 

Orkunoğlu son eleştirel yazısında Goethe’nin çelişkilerini ayrıntılayarak da, Alman Aydınlarının tek kanatlı olduklarına ilişkin tezimi doğruladığı için de ayrıca kendisine teşekkür ederim. 

Artık ‘hoşgörü’ konusuna girebiliriz.  

Goethe’nin ‘hoşgörü’ tespitini benimseyen Yener Orkunoğlu, bana göre yanlış bir tespitin peşinden gitmektedir. Yani hoşgörü hakaret değildir. Aksine demokratik düşünmenin, empati duymanın, hümanizmin olmazsa olmazıdır. Bu açıdan aydınlanma sürecinin yaşanmadığı, “Entelektüellerin Hıristiyanlık öğretilerinden tamamen kopamadıkları” Almanya’da, doğru bir hoşgörü kültürünün olmasını da zaten bekleyemeyiz. Goethe’nin İslam diniyle ilgili araştırmalar ve okumalar yaptığını okuyoruz. Ne kadar doğru bilmiyorum ama şu sözlerin ona ait olduğu söyleniyor: “Ne budalaca herkesin keyfince kendi fikirlerini yüceltmesi! Şayet İslam, Tanrıya tevekkül demekse, hepimiz İslam içinde yaşar ve ölürüz.” Aydınlanmacı bir aydının böyle bir tespiti yapabileceğini düşünmüyorum bile. Fakat en iyimser yorumla İslamiyet’e karşı gösterilen bir hoşgörü olsa gerek. Fakat Goethe’nin aydınlanmacı olduğunu söyleyen sevgili Orkunoğlu’nun bu konudaki açıklamasını merakla bekliyorum. Diğer yanda burada beni ilgilendiren; eğer bu sözler doğruysa, Goethe’nin hem kendisiyle hem de Orkunoğlu’nun Goethe’yle olan çelişkisinin varlığıdır. Goethe’yi ele alırsak; ‘hoşgörü hakaret demektir’ diyen bu Alman aydını bu sözleriyle acaba İslamiyet’e hakaret mi etmiş oluyor? O zaman İslamiyet’e duyulan ölümcül aşk nedir? Orkunoğlu’nu ele alırsak: biliyorsunuz yazarımız bana verdiği cevapta şöyle demiş: “ Erdoğan’a yönelik olarak; ‘Ayasofya’yı ibadete açacaksan aç’ diyen Kılıçdaroğlu’nun ‘fanatik İslam’a verdiği ideolojik ve siyasal tavize dikkat çekmek istemiştim. Bu çerçeve içinde, hoşgörü konusunu ele almıştım.” Yani Orkunoğlu, Kılıçdaroğlu’nun fanatik İslamiyet’e verdiği tavize karşı çıkıyor. Fakat aydınlanmacı olarak savunduğu Goethe’nin İslamiyet’e gösterdiği hoşgörüyle ilgili (bu konuda bilgisinin olmadığını sanmıyorum) bugüne kadar, örneğin cevabı yazısında ‘Goethe’nin Çelişkileri’ başlığı altında ki bölümde bile tek bir laf etmemiştir. Oldukça ilginç. Zaten kendisi de ve alıntı yaptığı Engels de Goethe’nin gel gitlerini ve çelişkilerini güzel bir şekilde dile getirmişler. Örneğin Orkunoğlu şöyle demiş:  “Bu ikili ruh hali nedeniyle, Goethe, bazen meydan okuyan, dünyayı küçümseyen dahi bir şair, bazen küçük düşünceli, dar kafalı bir burjuva idi.” Uzatmaya gerek yok! Hoşgörü Üzerine’ adlı yazımda ki Alman aydınlarıyla ilgili yaptığım ‘tek kanatlı’ tespitimin değiş biçimlerde ifade edildiğini görüyorum.  

Orkunoğlu arkadaşın ‘hoşgörü’ konusunu sınıfsal açıdan ele almadığını ve bu nedenle doğal olarak çelişkiler yaşadığını düşünüyorum. Bana göre onun “Çok uzun yıllardır ‘Tolerans’ ve ‘Hoşgörü’ sözcüklerini eleştiriyorum.” tespiti bu çelişkinin dışa vurumudur. Hoşgörü genel anlamda eleştirilemez aksine savunulur! Fakat özel olarak kimlere ve neye hoşgörü gösterileceğini bilmemiz gerekir. Şeriatçılara(radikal İslamcılara), ırkçı ve faşist anlayışlara hoşgörü olmaz. Çünkü hoşgörü empati demektir. Siz, bir şeriatçı ve de faşist anlayışın veya bunu savunan kişilerin, yani onların yerine kendinizi koyup onları anlamaya çalışır mısınız? Bu, gerçekdışı bir zorlama olur. Yani dogmatik anlayış içindeki kişilerle empati kurmak demek feodalizme, teröre, anti insani her türlü vahşete sempati duymak demek olur. İşte, sağı kutsayan ve savunan Türkiyeli aydınlarımızı ve ‘yetmez ama evet’cileri bu nedenle eleştiriyoruz. Haklı olarak Orkunoğlu da bu hoşgörü mantığını eleştiriyor. Fakat burdan kalkarak ‘hoşgörü’ kavramını tümden mahkûm etmek, ‘Tolerans(hoşgörü) sözcüğünü eleştirmek’, soruna sınıfsal açıdan bakamamak demektir. Sonuçta şunu söyleyebiliriz: Dogmatik anlayışlara hoşgörü olmaz! Ama sınıf mücadelesinde tüm dost güçler yani insan olan herkes bu hoşgörü pınarından kana kana susuzluğunu gidermelidir. Yani bu yönüyle asla eleştirilmemelidir.  

Özetle tüm kavramlar, eylemler ve organizasyonlar ancak sınıfsal olarak ele alınarak genel olarak insanlığa, özel olarak da emekçiler ve ezilenlere hizmet edecek biçimde ifade edilebilir ve düzenlenebilir.