“Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde,

beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak”

(Kızılderili Şefi Seattle)

Ülke toprakları büyük bir tehlikeyle karşı karşıya. Ormanlar, endemik bitkilerin yetiştiği tarım alanları, su kaynakları, akarsular... siyanürlü altın aramaların, HES'lerin, JES'lerin tehdidi altında.

Türkiye’nin altına imza attığı Uluslararası Bergen Sözleşmesi’ne göre, yöre halkını doğrudan etkileyecek faaliyetlerde o yöre halkının görüşleri alınmak zorunda. Türkiye devleti, uluslararası anlaşmaları/sözleşmeleri ilk imzalayanlar listesinde ön sıralarda yer alsa da, gereğini yapmamak için elinden geleni ardına koymuyor. Bunun bir örneğini Bergama'da görmüştük.

Yabancı şirketler 1988’de ülkemizde altın arama çalışmalarına başladılar. Bergama-Ovacık, Artvin-Cerrattepe, Gümüşhane-Mescitli, Balıkesir-Edremit, Eskişehir-Kaymaz yörelerinde işletilebilecek düzeyde altın tenörünü içeren rezervlere rastladılar. Gelinen noktada, ülkemizin her tarafında maden arama çalışması izni almaktalar.

Fatsa Doğa ve Çevre Derneği, şu açıklamayı yaptı: “Fatsa’da birçok ülkede yasak olan açık liç yöntemiyle siyanürlü altın madenciliği uygulanıyor. Maden uğruna Ordu kestane balının ana kaynağı kestane ormanları talan edilmekte, fındık bahçeleri yok edilmekte, toprağın adeta derisi yüzülmekte, su kaynakları zehirlenmekte.”

Artvin’de Kafkasör Yaylası, Cerattepe ve Genya Dağında ve Kazdağlarında Cengiz Holding tarafından çıkarılmak istenen madenin temelinde halka açıkladığının aksine bakır değil siyanürle altın çıkarma amacı yatıyor. Kaz Dağları’nda 155 firmaya, 279 ruhsat verilmesi, dünyanın oksijeni en zengin ikinci ormana sahip Kazdağları'nın çölleştirilmesi anlamına gelmektedir. Çünkü, siyanür işlemi sırasında altınla birlikte çözülen çinko, nikel, bakır, demir, arsenik gibi ağır metaller de ciddi tehditler. Bu metallerin yer altı ve yer üstü sularına, toprağa bulaşması, sadece insanları değil, besi hayvanlarının da geleceğini karartıyor. Aynı zamanda, hayvansal gıdalarla insanlara bulaşıyor.

Siyanür yüksek miktarda alındığında akut zehirlenmeye yol açmaktadır. Kalp ve beyni etkileyerek koma ve ölüme sebep olmaktadır. Siyanürün zararlı etkileri saymakla bitmiyor; solunum güçlüğü, kusma, kan tablosunda değişim, baş ağrısı, tiroid bezinde büyüme. Kanda siyanür düzeyi yükseldiğinde yürüme güçlüğü, işitme sorunları, görmede bozukluk yanı sıra, doğumsal bozukluklara yol açıyor. Vahşi hayvanlar da bu felaketlerden en az insanlar kadar etkilenmektedir. Toksik göller ile madenciliğin kirlettiği su kaynakları, su kuşları, suda yaşayan canlılar, dinlenme noktası arayan göçmen kuşların doğal yaşamları açısından ciddi tehditler oluşturuyor.

Bir zamanlar ormanlara, temiz su kaynaklarına ev sahipliği yapan alanlar altın madenciliğine açılmaktadır. Buralar yıllar sonra üzerinde canlıların yaşayamadığı kraterli dağlara dönüşüyor. Endemik bitkilerin yetiştiği araziler, tarım yapılamaz hale getiriliyor. Bitkiden yoksun, kırık kaya ile kaplı, kirli bölgelere dönüşüyor. Açık maden çukurları yer yüzeyinin deformasyonuna, çökmelere yol açıyor. Atık havuzlarındaki sızıntıların nehirlere, denizlere dökülmesi ekolojik dengeyi bozuyor.

Altın arama için siyanürden başka yöntemler var. Fakat daha maliyetli olduğu ve daha uzun süreyi kapsadığından, kapitalist haydutlar çevre katliamını göze alıp siyanürü tercih etmekteler. Bir devletin yarattığı felaketi hiç hesaba katmadan bu tür projelere, üstelik ÇED Raporu alma koşulunu tanımadan izin vermesi, ülkeyi zerre kadar düşünmediğinin göstergesidir.

2011 yılında Kütahya'da Eti Gümüş tesislerinde bir kaza sonucu atık havuzu çökünce, 25 milyon ton siyanür ile diğer toksik maddeleri içeren su ovaya yayılmıştı. Yıllar geçtiği halde, o bölgede hayvanların zehirlenerek ölmesi sürmektedir.

Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü, Türkiye’de 9 bin 942 ruhsatlı maden işletmesinden 3 bin 81’inin altın, gümüş, bakır gibi metalik madenleri çıkardığını açıklamıştı. Bugün bu işletmelerin sayısı ile ne kadar projeye onay verdiklerini kesin rakamlarıyla bilemiyoruz.

Öte yandan, HES'lerin neredeyse tüm akarsuları zapt ettiği bir noktaya gelindi. HES projelerinin hangi sonuçlara yol açtığı, Karadeniz'deki yağmurlu havalardan sonra ortaya çıkmaktadır. Canlıların yaşam alanlarını oluşturan akarsular HES'lere kurban edilmektedir. HES'ler ile susuz bıraktıkları yerlerden biri de, 'Tek Adam'ın doğum yeridir. Oy aldıkları insanları bile dikkate almayan bir rantçı anlayış, devlet mekanizmasını ele geçirmiş durumda.

JES’ler de fiziksel, kimyasal ve biyolojik açıdan zararlı etkilere sahiptir. Jeotermalden çıkan zehirli akışkanlar çökerek toprağı zehirliyor. Bölge insanlarının sağlığı yanısıra, kısa sürede o bölgelerdeki tarımı, hayvancılığı sonlandırmaktadır. Havaya saldığı buharda yoğun CO2, metan gazı dışında bor, arsenik ve hidrojen sülfür gazı da tehlikeliler sınıfındadır. Bir kuyudan çıkan hidrojen sülfür gazı 26 km’lik alanı etkilediği gibi, 42 gün askıda kalabiliyor. Sadece Büyük Menderes'te 35 JES olduğu düşünüldüğünde, verdiği zararın boyutu anlaşılacaktır.

Tüm bunların yanı sıra, doğal koruma alanı ilan edildiği halde, 12.000 yıllık Hasankeyf'i Dicle'nin sularına gömdüler. Hasankeyf'in yok edilmesi kararı, insanlık tarihinin sırtına saplanan bir bıçaktır.

Doğayı, ekolojiyi koruma anlamındaki çevre mücadelesi, geleceği yaratma mücadelesinin bir parçasıdır. Bergama direnişçileri, jandarma zoruyla çadırları sökülerek Kirazlı'dan atılan Kazdağları nöbetçileri, “Devlet bizim sayemizde devlettur,” diyen Havva analar, Cerattepeliler, Fatsalılar... orantısız şiddet görüp, yüzlerine biber gazı sıkıldığında, bu toprakların gerçek sahiplerinin halk olduğunu haykırmışlardır.

Doğayı koruma mücadelesi de, tıpkı kadınlara yönelik şiddet, barış hareketleri, Cumartesi Anneleri, hak-hukuk-adalet arayışı gibi demokrasi mücadelesinin doğal parçasıdır.

Gezi'de üç beş ağaç için başlatılan direniş, ülke genelindeki sorunları dile getiren bir biçime dönüşmüştü.

Paulo Freire'nin, 'Ezilenlerin Pedagojisi' eserinde vurguladığı şu gerçeğin üzerinde durmalıyız.

"Mesela, çevreciler insani ve şiirsel bir dille çevreyi savunuyorlar. Hep söylediğim gibi, 'Er geç, hareketlerinin içinde uyuklayan siyasa galebe çalacak.' Sosyal hareketler zaten siyasi doğarlar, siyasi nitelikleri her zaman içlerinde yer alanlar tarafından anlaşılmasa bile." (Ayrıntı, s.186)

Gezi Direnişi de şunu haykırmıştı:

"Mesele üç beş ağaç değil, sen hala anlamadın mı?"