“Bir ülkenin çağdaş demokrasisi sanatçının, yazarın, aydınının ve basının özgürlük alanının sınırları ile ölçülür.”

Her gün gençlerle Radyo, kültür çalışmalarından yorgun argın eve dönüyorum. Kendimi koltuğa atar atmaz önce merakla doğduğum topraklarda bugün neler oldu acaba diyorum. Hemen TV‘den bir Türkçe kanal açıyorum. Gerçi Türkiye giderek tek seslileşti. Halkın sorunu veren radyolar, TV’ler, gazeteler artık yayın yapmıyor. Yasakların hışmına uğradılar. Arkalarında büyük sermaye ve siyaset desteği alamadıkları için ardı ardına verilen cezaların yükünü de taşıyamadılar.

TRT kanalları sadece siyasi hükümetin sesi olmaktan öteye geçmiyor. Her gün aynı konular yeniden aynı anlamlı farklı kelimelerle yorumlanarak veriliyor. HALK TV bir koluyla siyası hükümet in baskılarında kendisinin korumaya çalışırken öbür kolunu Türk şovenizmin bataklığından kurtaramıyor, daha da bataklığın dibine doğru yavaş yavaş iniyor. Kürt kökenli siyasetçileri hep hedef tahtasına koymakla basın haberciliği yaptığını sanıyor. CEM TV. daha çok Alevi - Kızılbaş, Bektaşi türküleriyle zamanını doldurmaya çalışıyor. Bu Türküler sayesinde küçümsenmeyecek bir izleyici kitlesi buluyor. Siyasi yapının hışmına uğramamak için ne dünyada olup bitenlerle, ne de halkın sorunlarını, düşüncelerini, beklentilerini saptamaya çalışacak gücü var, ne de emekten yana bir yayıncılığı temel almaya niyetli görünüyor.  Bu yaşanan karanlığın yırtması için katkıda bulunma çabası yok.
 

CNN,   AVRUPA, Kanal D, CEM TV. de Şirin Peyzın’ın programları ve Cüneyt Özdemir’in programları olmasa izlenecek bir şey yok.  Gerçi son bir yıldır ŞİRİN Hanımda hep aynı insanları programlarına davet ediyor. Aynı insanlar eğitim, hukuk, ekonomi, siyaset, psikoloji, teknik, sağlık her alanda tartışmacılar. Bunlar gerçekten hangi alanda uzmanlar? Bu soruyu insan sık sık kendisine soruyor. 80 Milyonluk Türkiye’de her branşın kendi gerçek uzmanları yok mu?

Bu kadar geniş bilgiyle donanmış Şirin Peyzın hanıma bunları sormak elbette doğru bir davranış değildir. Onun içinde sıkıcıdır her zaman aynı insanlarla program yapmak. Ama çalıştığı iş yerin sorumları katılımcılara karar veriyorlarsa bir çalışan olarak Şİrin hanımın yapacağı bir tek şey kalıyor, kendisi bütün yeteneğini kullanarak soru sorma metodu, özel diliyle izleyicileri sıkıntıda kurtarmak ve böylece izleyiciyi programına bağlı tutmak. Oysa  Şirin Payzın ve Cüneyt Özdemir bu konuda dünyada sayılır bir kaç moderatörden biriler. 

Konumuz hangi kitaplardı TV. Ve Radyo moderatör ve haberciler kendilerinin ve yakın meslektaşların dışında ki yazın adamaları göremediklerine göre biz okuyacağımız kitapları nasıl nerede tanıtacağız? Doğrusu bu soruya yanıt bulmak çok zor.

Bu ay ben hangi kitapları aldım? Önce Edebiyatımızın Modern gerçekçi yazarlarından biri olan Murat Tuncel bana  “GÜNEŞSİZ DÜNYA” adlı eserini imzalayıp yollamış. Severek okudum.  Gece bu yapıtında 12 Eylül 1980 Askeri rejimim yaşadıklarını edebi bir dille, kendine has yalın bir anlatımla özetleyerek yeniden gözlerimizin önüne serer. Bir nevi o büyük acıları hatırlatmakla kalmaz sanki yeniden yaşatıyor okuyucuya.  Memurun nasıl oradan oraya sürüldüğünü, yüksekokul öğrencilerin nasıl okuldan uzaklaştırıldığını, sendikacıların hangi işkencelerden geçirildiğini öykülerinde ustaca işlemiş.

İkinci kitap’ yıllarca Almanya’da ağır işlerde çalışarak kazandığını Türkiye’ye aktarmış. Bu ağır işlerde sağlığını yitirmiş aydın bir işçi yazar dostum Ali Özenç Çağlar’dan geldi. Çok yönlü şair- yazar, karikatürist olan bir sanatçı. Fakir Baykurt ‘un Almanya’nın NRW Eyaletinde oluşturduğu Türkiyeli yazarlar Çalışma grubun aktif üyelerinden biriydi. Bu çok yönlü yeteneğini halkı için, işçi sınıfı için kullanan Ali Özenç Çağlar’ “ATEŞKÜSKÜNLERİ MADIMAK” Türkiye’den yollamış. Kitabın adında da anlaşıldığı gibi Madımak katliamını ve aynı yıllarda Almanya Solingen’de yaşanan katliamı işliyor.

Madımak’ı işleyen öyküdeki şu satırlar dilin başarısını örnek vermek bakımında önemli görüyorum.

“Duman koyulaşıyordu. Nefes alabilmek için herkes merdivenlere yığılmıştı şimdi. Kapının dışı, sokak araları, sakallı kabuklu kara haşerelerle doluydu. Kıllı parmakları arasında tutukları çıralarla yaklaşıyorlardı. Prometeus çırpınıyorlardı… Böcekler, sakallarını, kirli duyargalarını sallayarak, hoplaya zıplaya ölüm dansına başlamışlardı.

Çığlıkları böğürtüye dönüşüyordu. Ağızlarının kıyılarından sarı köpüklü sular sızarak yalana sokuluyorlardı. Kalabalık, bir noktada ikiye bölündü. Grubun biri heykele, Pir Sultan’ın anıtına, doğru gidiyordu. Beyaz gömlekli eğildi yüzüne; hemşire kollarını ve alnını bastırarak hareket etmesini engellemeye çalışıyordu. İri beyaz pense dalıp çıkıyordu bedenine. Yanan deriler ağaç kabuğu gibi soyuluyordu. Altındaki et önce pembeye sonra kırmızıya keserek kana dönüşüyordu. Dişlerini sıkarak acısını hissetmemeye çalıştı bir ara. Ama boşuna bütün beyni sancıyordu. Kulaklarındaki milyonlarca ses birbirine girerek çınladı. Arada titrek titrek Şarkışlalı Veysel’inkini seçebiliyordu ancak. Pir sultan dile geliyordu sanki:

"Deryamız derindir bizim boylanmaz 
Bin nasihat etsen biri dinlenmez
Gidi merkep hiçbir yere bağlanmaz
Başında yularını sürüyüp gider…”

Yanan madımak kokusu doldurmuştu içini. Güzel ile çirkinin, iyi ile kötünün, ışık ile karanlığın çarpışmasıydı yüreğini zorlayan. On yaşındaki yeğeninin feryatlarıyla kendine geldi…”

Yazar Ali Öenç çağlar yıllarca Almanya’da yaşadı ve erken emekli olduğu için, parçalanan ailelerin, anne ve babada ayrılan çocukların dramını ve doğduğun topraklara, yakınlara olan hasreti yüreğinin derinliklerinden yaşadığı için  göçün psikolojik olarak insan ruhunda yarattığı derin yaraları bir şarkı gibi işlemiş ‘ONUR,  PARÇALI YORGAN, HAKKI , FOTO EREN ile ERİKA”  adlı öykülerinde.  Öyküleri okurken bazen gülüyorsun, bazen derin derin düşünüyorsun, bazen istemeden dudakların arasında onlarca küfür bir birini kovalıyor.

“Can uykudayken 
Memleket sarıldı
Gün görmeye yüz metre kala” 

 Bu dizler beni yer yer düşündüren, yer yer gözyaşlarımı akıtan ALİ BALI Dostumun bana imzaladığı “AÇ KALBİNİN GÖZLERİNİ” adlı Almanca - Türkçe yayınlanan kitabından. Önceden bilmiyordum, meğer Ali Bali de benim doğduğum köyün ait olduğu Akçadağ ilçesine bağlı Kürecik Aşiretine(Nahiyesi) ait bir köyden dünyaya gözlerini açmış.

Çocukluğumun, okulda yaz tatillerinde yaşadığım bin bir oyun oynadığım Arimazın (Başyurt yaylasın)da yaz tatillerini geçirmiş. Özgür atları yakalayıp sırtında koşuşturmuş. Ali Bali genç bir matematik öğretmeniyken sadece Kürtçe konuştuğu için 12 Eylül 1980 Askeri faşist darbesinin hışmına uğramış, işkence görmüş. Ardından yaşayabilmek için kendisini yurt dışına Almanya’ya atmış. Almanya’ya sığınmacı olarak yerleştikten sonra hemen bazı gazetelerde fotoğrafçı olarak ve bazı yayın evlerde de lektör olarak çalışmış. Sürekli gördüklerini, yaşadıklarını ya bir deneme yazısı olarak veya bir şiir olarak dile getirmiş. 

Ancak gördüğü işkence ve yurduna, sevdiklerine olan hasreti onun sağlığını bozmuş son birkaç yıldır kanserle boğuşuyor.  Durmuyor, içeriye kapanmayı devrimci kişiliğine yakıştırmıyor. Yazıyor, davet edilen okuma toplantılarına katılıyor.

Çok uzatmayayım. Ondan bir şiir okuyalım.

“Bir Güzel Cümle İçin…”

İki damla / Avcuma düştü / Emek dolu, barış dolu / İlle de barış dolu gözbebeklerim

Bir güzel cümle için ihanete uğradım / Gün ortasında suya uzandım
Su oldum susuzluğumu giderdim / Su dolu göz bebeklerim

Ay tanrı aşkına / Bir güzel cümle için / Sevgimi tattırdım bir ağacın çiçeğine

Çiçek oldum serpildim dallara / Büyüdüm / Büyüdüm / göze geldim
Gözüm memleketim / Memleket dolu göz bebeklerim

Sevgili Ali Bali dostumun bir an önce sağlığına kavuşması bu sevgi, barış dilekli şiirlerinin daha çok kaleminde çiçeklenmesini diliyorum.

Yoruldukça elime HIDIR DULKADİR Dostumun bana imzaladığı  “DERSİM FIKRALARI”dır. Bu kitap anımda ayrılmıyor. İş yerinde, evde yorulduğumda veya bir şeye canım sıkıldığın da hemen açıp içindeki fıkralardan birini okuyorum. Bu mizah kitabi Türkiye toplumun bir aynasıdır sanki. Haydi, gel de gülme.

“Bok Yoluna Yanan Ahmet her sabah komşusunun duvarı önünde geçen su arkına sıçıyormuş. Bu günlerce devam etmiş. Buna Dayanamayan komşunun kızı bir kazan kaynar suyu, saçaktan aşağı Ahmet’in başından aşağı dökmüş. Donunu yukarıya çekmeye fırsat bulmayan Ahmet, köy meydanına koşmuş bağırmış: ‘Yandım anam, yandım bok yoluna yandım, demiş.” 

Hıdır Dulkadir Tuncelili Alevi - Bektaşi kültürüyle fıkralarıyla yoğrularak büyümüş. Sohbet ederken “Ülkede demokrasinin içine sıçmak için EVET diyenlerin başına halkımız milyonlarca kova kaynamış HAYIR suyu dökecek” diye noktayı koyuyor sevgili HIDIR DULKADİR DOSTUM.   

Bende Türkiye halkı Almanya, İtalya, İspanya’nın II. Dünya Paylaşım savaşında yaşadığı acıları yaşamak istemiyorsa, çağdaş, özgür, halkların kardeşçe yaşadığı bir Türkiye için bu Referandumda HAYIR demelidir. 

Ben son yılarda Uluslararası Arenada da itibarını yetiren Türkiye’nin yeniden itibarını kazanması ve layık olduğu çağdaş bir itibarı kazanması için HAYIR diyorum…

18.02.2017