Uzun senelerdir Hamburg'da yaşayan  Süleyman Deveci'nin  son yazdığı "Hamburg'da Hayat" kitabını kendi kaleminden tanıtalım.    

Roman aşağı tabakanın edebiyat türü değildir. Bu benim değil edebiyatbilimcilerin, edebiyat tarihçilerinin ve eleştirmenlerinin ortak iddiası ve söylemidir. Göçmenlerin bir kısmının alt tabakadan orta tabakaya seyahatleri, işveren olmaları, zenginleşip daha bir kök salmaları 50 yıl gibi uzun bir sürece sarktı. Neden bu güne kadar göçmenlerin romanı yazılmadı sorunsalını biraz da böylesi sosyolojik gelişmelerde aramak gerekir. Adam bağını tarlasını bırakmış, daha şehir yüzü görmeden Avrupa metropollerinin en gelişmişlerinin ortasında kültürel anlamda çırılçıplak çıkmış gelmiş, gelmeye zorlanmış, hayat koşullarının zorluğu ve ağırlığı bunu dayatmış. Gel ondan haksız yere edebiyat ilgisi ve sevgisini bekle. Okumayı sevmeyen, romandan anlamayan, sanatı davul zurna sananların edebiyat denilince tüylerinin diken diken olduğunu görmek artık üzmüyor. Zira edebiyat ve edebiyatseverler hem sayıca, hem nitelikçe arttıkça artıyor. Bu gelişmeler de hem sevindiriyor, hem gururlandırıyor. Zifiri karanlık gitgide daha da aydınlanıyor.

 

            Edebiyat ilaçtır, ekmektir, su, hava, tatlı, ihtiyaç duyulan gıda, vücudun ve zihnin gereksinim duyduğu en önemli doğal ihtiyaçlardan biridir. Ot gelmiş sığır gitmek istemeyenlerin, kendisini geliştirmenin önünde kişisel tembellikleri ve cehaleti dışında hiçbir engelin olmadığını görenlerin sürece müdahalesiyle ortaya çıkarılanların güzelliği mutluluk vericidir. Yeni bir kültür, yeni bir tarz, yeni bir hayat anlayışı her geçen gün daha bir yayılıyor, kendisini gösteriyor. Anlatmak, anlamak, anlarken anlatmak, yine anlatırken anlamak gibi içiçe geçmiş karmaşık görünen ama üzerinde sabır ve ısrarla durulursa insanı geliştiren, zevklerini ve sanatsal bakış açısını güzelleştiren, farklı bir bohem tarzın tabiki anlamayanları, düşmanları, çekemeyenleri olacaktır. Ama onlar da alışacaklar bize, aynen bizim adı, sıfatı ne olursa olsun, hangi çevreye ait olursa olsun kaba, cahil, yobaz, ilerici ve entel geçinip dibine kadar tutucu ve dogmatik kalabalığa alıştığımız gibi.

 

            Roman Hamburg'da kendisini ilk defa gösterdi. Bir edebiyat fakültesi öğrencisi Ankara'dan çıkıp buralara geliyor “Hamburg'da Hayat”da. Amacı göçmen öyküleri toplamak. Sen nasıl geldin, ben nasıl yaşadım, onun geride neleri bıraktıkları, bizim özlemlerimiz, sizin yaşama biçiminiz, onların günlük kavgaları asıl ilgilenip toplamak istedikleri. Edebiyat öğrencisi bu malzemelerini nerede nasıl toplayacağını bilenlerden yani. Yola çıkışı, yol boyunca karşılaştıkları, aksilikler, başına gelen komik vakalar bir yana, gelişinde meymenet yok dedirten türden gelişmeler romanı farklı ve sıradışı kılar. Her insanın başına gelebilecekler Arar Öykücü'yü de yakalarlar. Öykü toplamaya gelen Öykücü göçmen öyküleri yerine birebir yaşanmış ayrımcı uygulamaları, ırkçı ve ölümcül saldırıları, dışlanmaları, ötekileştirilmiş insanların karşılaştıkları sivriltilmek yerine alttan alınmış yinede çarpıcı uygulamalı yalın ve gerçek örnekleri toplar. Başlı başına öyküler romanın belkemiğini oluştururlar. Roman içinde öykü olurlar ki, bu romana yabancı yeni bir denemedir. Kabul görür mü görmez mi bunun yanıtını okur en çok da zaman verecektir.

 

            Irkçılığı protesto seslerinin yükseldiği, işlenen cinayetlerin bir kısmının yeni yeni su üstüne çıktığı bu günlerde bu romana yerli basının ilgi göstermemesi normal, ama göçmenlerin kendi basınının bunu anlamaları, kavramaları, tartışmaları için umarım yine bir 50 yıla ihtiyaç duymayız. Zira öykülerde onlar da var. Hüdaverdi Sessizce, romanın bir başka kahramanıgazeteci olmak istemektedir. Evli, iki çocuğu olan sıradan bir aile babasıdır. Temizlik işini bırakıp gazeteci olmak için gösterdiği çaba, verdiği mücadele gazeteciliği sevenlerin, öğrenmek isteyenlerin, bu dünyanın arka kapısı gibidir. Nasıl gazeteci olunur sorusuna Hamburgca bir yanıttır aslında. Hüdaverdi de aykırı biridir aynen Arar Öykücü gibi. İşsizlik en büyük korkusudur bu arada.

 

            Hep denir, hep diyoruz: Geçen yıl göstermelik ve cılız kutlamalarla çarşaf çarşaf boy gösterdik 50 yıl kutlamalarında. Ama dikkat çeken bir konu hep göze battı. Kimseler göçmenler arasındaki işsizliği, çözümsüzlüğü, bu konuya değin sorunları ele almadı, buna yanaşmadı. Bekiro Adıgüzel bu anlamda “Hamburg'da Hayat”da işsizliği edebiyata sokan işsizin dünyasını, ruh halini, delice bunalımlarını en kapsamlı ve geniş biçimde aktaran belki de ilk kahramanımız. Okurun en çok onu seveceğine eminim. Çünkü o konuşulmayan bir tabuyu ele almaya çalışan ilk örnek. Eee Alamancı psikolojisi bu, kimseler ben yoksulum, param yok, borcum çok demiyor. Hava yapmak, çalım atmak, gösterişli ve abartılı hatta şaşalı biçimde kendisini göstermeye çalışmak hala bu garip toplulukta erdem sayılıyor. Bekiro Adıgüzel bu anlamda gerçeği söylediği, uzun uzun anlattığı için hiç sevilmeyebilir de.

 

            Okunan her kitap, her edebi eserin okurunu kendi gerçeğine yakınlaştıracağına inamak belki kimilerine saflıkmış gibi gözükebilir. Okumamak için binbir dereden su getirenlerin, ömründe üç kuruş verip bir kitap satın almanın mutluluğundan kendilerini mahrum edenlerin, çocuğuna biraz kitap okumanın veya onların kendisini kitap okurken gözlemlemesi ve bunun onların okuma alışkanlıkları hakkında ciddi kalıcı izler ve etkiler bırakacağını bilmeyenlerin, ileri geri konuşmaları ancak kendilerine zarar verebilir. Edebiyata en karşı cepheyi bunlar oluştururlar, yapıcı değil tahripkardırlar, çevresini güzelleştirmek değil kirletmekte daha ustadırlar. Okumanın binbir türlü propagandasını yaparlar. Bu konudaki her türlü teorileri, mazeretler, ceplerinde ve ağızlarının bir köşesinde hazır bekler. Uygun an ve ortamda saçarlar zehirlerini ortalığa.

 

            Yazılan her bir şiir, bir öykü, anlatı, anı, biyografi, senaryo, gezi, röportaj, roman cehaletin yüzüne vurulmuş bir şamardır. Kitabı, edebiyatı, insanın ruh hallerini bilip tanımadan, kim olduğunu, ne olduğunu bilmeden, kavramadan, ki bunları ancak ve ancak bu denli köklü ve kapsamlı şekilde kitaplar insana anlatıp verebilir, insanı sevdiğini sananlar sadece kendilerini aldatırlar. Bilgi kibirlilere gitmez, hırsları gözlerini kör etmişlere uğramaz, kendisini dev aynasında görenlere, ezileni küçümseyenlere uğramaz, onları cehalet sever en çok, yanlarından, kapılarından, dolap, çekmece ve ekranlarından eksik olmaz. Bin yıllardır süregelen bir kavgadır bu karanlıkla aydınlığın savaşı. Galiba dönem dönem değişse bile uygarlık en büyük yanıttır diğer yandan. “Hamburg'da Hayat”a ne mutlu ki bu kavgada o da yer alarak saflarını belirleyebilmiştir.

 

            İslamofobinin özellikle Avrupa'da gündem olduğu bir dönemde radikal fundamentalistlere Hamburg'da isyan ettirip hükümeti devirtmek, belediye sarayını ele geçirtip yeni bir cumhuriyetin kurulmasını anlatmak kime ne yarar sorunsalına gelince ki bu bölüm romanda Selim Bağrıyanık'a denk gelir. İnsanın insanı hangi nedenden dolayı olursa olsun dışlaması, görmezden gelmesi, ezmek istemesi her yerde ve her zaman itiraz, direniş, karşı dalgayı beraberinde getirmiştir. İnsanları dini inançlarından dolayı bu çağ ve zamanda yadırgamak, ayıplamak, dışlamak hiçbir demokraside yer bulamaz. Bu anlamda isyanın cezbedici yanından çok, neden gerektiği yönünde kaba ve yüzeysel değinmelere rastlamak mümkün.

 

            Roman dönüşümlü olarak yukarıda adları geçen, farklı rollerdeki ve karakterdeki insanların kendi hikayelerini anlatır. Ortak yanları Hamburg'daki hayata bulaşmış olmalarıdır ve o meşhur sisli güne dair ortak yanlarının olmasıdır. Bunun ne olduğunu romanı okuyarak elde etmeyi dilemek umarım aşırı bir beklenti değildir.

 

            “Hamburg'da Hayat” Hamburglu göçmenlerin ilk romanıdır. Bu anlamda öncelinin olmamasından ilkliğin dezavantajlarını da göz önünde bulundurmak gerekir. Yazılması, basılabilir olgunluğa getirilmesi, uygun bir yayınevinin bulunması, basılması, gelmesi, elimize geçmesi, okurunu bulması başlı başına bir macera. Peşimizden gelecek yazar ve edebiyatçı arkadaşların farklı konuları, farklı üslup, tarz ve tekniklerle ele alıp işleyecekleri muhakkak. Ama ana olgu bence göçmenlerin sıradan yaşamlarını kurgu dahi olsa, estetik ve sanatsal kaygılar uğruna bile olsa satmamak, gerçekleri ters yüz etmemek, var olana sadık kalmalarını istemek umarım çok şey istemek değildir. Arkadaş, tanıdık, hatır gönül aşkına kalemini satanları biliyoruz ama öyküyü, romanı lütfen satmayın derim ben.

 

            Romanın anlaşılması, kavranması, hazmedilmesi, kollektif tartışılması uzun yıllara sarkan bir alışkanlıktır. Ortada kar edecek büyük yapılanmalar ve şahıslar yoksa hele pazarda yerini bulması dahi çoğu zaman mucize olarak adlandırılabilir. Bir romanın ortaya çıkması, yıllara sarkan hazırlık, araştırma inceleme süreci, uzun, sancılı, kesintisiz özveri dolu yazılma süreci göz önünde bulundurulduğunda, en azından hak ettiği ilginin gösterilmesini beklemek bir tek benim değil, sanırım her yazarın hakkı olsa gerek. Herkesin işi, herkesin yeteneği farklılıkları gözönünde bulundurulduğunda beklenilenin fazla bir şey olmadığı anlaşılır. Kısaca yani okuyun demek istiyorum, tartışın, anlatın, tanıtın. Yazarların bereketli olduğu bir toprakta yaşıyoruz, çoğu kentin yazarı bile yok.

 

            Yazmak hiçbir zaman bir yazarı yormaz, onu okunmadığını bilmek, yazdıklarını anlamamak, tepkisizlik, bir yaprağın dahi yazdıklarından sonra kımıldamaması etkiler, meşgul eder. Yorgunluk asıl öylesi bir tehlikeden sonra başlar. Şükür öyle bir kaygı da yok ortalıkta, hayranlar, sadık okur kitlesi her geçen gün biraz daha büyüyor, geriye daha çok yazmak, daha fazla anlatmak, daha verimli üretmek kalıyor. Bu da yazar ahlakı ve sorumluluğu gibi genel konuların değişmez ilkeleri gibi bir şey.

 

            Göçmenlerin ilk şiirleri, anıları, mektupları, röportajları, öyküleri derken romana geldik dayandık. Bundan sonrası ne, nasıl olacak onu da kabaca irdelemkte yarar var: Eleştiriler sırada, bura, yerli ve memleket edebiyatına dair ciddi araştırma, inceleme ve değerlendirmelere acil ihtiyaç var, ki layık olduğumuz yeri hak ettiği biçimiyle arayıp bulabilelim. Burada oturup köyü yazmak yetmiyor. Aynen köyde oturup buraları yazmaya kalkışmak gibi.

 

            Populizmden hızla uzaklaşıp kalıcı ve köklü edebiyata değin temeller atmak, yeni ürünlerin, eserlerin çıkmasını teşvik etmek, yeni yazarlara kişisel deneyimlerimizden yola çıkarak yardımcı olmak, ihtiyaç ve talep olduğunda yazmaya değin teknik bilgileri devreden kurslar organize etmek, yazıya değin teşviki yönlendirecek ve cezbedecek yarışmalar, kültürel günler, edebiyat haftaları, yazarlar buluşmalarını organize etmek, hala kapıda büyük bir ihtiyaç olarak kendisini gösteriyor.

 

            Günü gelecek dernekler kahvaltı ede ede kilo alıp nihayet doyacaklar. İyimser olmak gerek o gün geldiğinde ruhlarının da aç olduğunu, onu da ancak sanat, edebiyatla doldurabileceklerini görüp anlayacaklar. Sonra da yazar avına çıkacaklar. Kim gelsin bize hayatı güzelleştiren anlatılarla çevremizi aydınlatıp ışık saçsınlar diye. Kin, kıskançlık, çekememezlik, ayak kaydırma, dedikodu, basitlik, insanın insanın kurdu olma hastalığı zayıflatılıp güçsüz duruma düşürüldüğünde eminim derneklerinde maneviyatı, psikolojik etkileri, demokratik çoğulculuktaki hak ettikleri saygınlığı kazanacaklardır. O günler gelene kadar biz göle maya çalmaya devam etmek zorundayız.

 

            Edebiyatın Kürtlere de, Kemalistlere de, dini camiaya da, radikal solcularımıza da, sıradan işçimize, ilticacıya, anneye, dedeye, komşuya, patrona, eşe dosta akrabaya kısaca hepimize lazım olduğunu, büyük bir ihtiyaç ve gereklilik olduğunu yıllardır bağırır söylerim.
Bugün de farklı bir ifadede bulunmadığım bilinmeli. Değil kitabı eline almak, karıştırmak, koklamak, hissetmek, elini deymeye korkup sağda solda çok bilmiş geçinen tanınmış simalara gülüp geçin. Cehalet hepimizin değil insanlığın ortak düşmanı. Azbuçuk okuyup bir boktan anlamayanların, ne oldum budalalarının hayatınızı yönelendirmesine, sizleri etkilemesine izin vermeyin. Onun bunun tesiri ile değil vicdanınınızın, kalbinizin, içinizden gelen sesin önemine kulak verin. Dedikodulara değil, onun bunun dediklerine de değil kişisel tecrübelerinize göz atın.

 

            Okumak göçmenler arasında hala büyük bir sorun. Benden illa da Almanca öğrenin gibi aptalca talep ve beklentilerde bulunmayın. Okuyun, yazın, edebiyata, kitaba bulaşında hangi dille yaparsanız yapın. İnsanlığın bir tek dili vardır o da insanlıkdır. İnsan olduğunuzda onun neyi gerektirdiğini, nelere ihtiyacı olduğunu, neleri dışlaması gerektiğini, neyi sevip neyi reddetmesi zorunluluğunu hemen anlayacaksınızdır. Gelecek nesillere, çocuklarınıza yatırım yapmak istiyorsanız paraya pula, mala, eve, arabaya, dükkana değil kitaba, okuma sevgisine, edebiyata yatırım yapın. Okuyun ki çocuklarınız okusun. Konuşun tartışın ki evlatlarınız konuşup tartışılarak da sorunların çözülebileceğini anlasınlar. Hakkınızı arayın ki onlar da yol yordam öğrensinler. Siz sevin ki onlar da sevginin anlamını ve önemini görüp anlasınlar.

 

            “Hamburg'da Hayat” genel olarak yukarıda değinilen konuların hemen hepsine yer vermeye, değinmeye, insanı insana bazı boyutlarıyla göstermeye çalışan kendi halinde, çok büyük iddiaları olmayan sıradan bir romandır. Tek farklılığı başlıkda da değinildiği gibi göçmenleri göçmenlere anlatan ilk roman olmasıdır.

 

        Süleyman Deveci    22.Mayıs 2012