“Biz bu çalışmamızda önyargılardan ve mürit fanatizmden arınmış bir değerlendirme denemesinde bulunacağız. Bunun için önce tartışmanın teorik dayanaklarına göz attıktan sonra süreçleri kendi tarihsel bağlamlarına oturtarak zaman içinde ortaya çıkan olumlu ve olumsuz sonuçlar üzerinde duracağız. Ve yeri geldikçe, sosyalizm ve sınıfsız komünist toplum uğruna kavganın bugünü ve geleceği açısından bizce bunlardan çıkarılması gereken derslere ara yorumlar biçiminde işaret edeceğiz.”

Böylesi içerikteki kitapların kapağını açarken, kuşkular-kaygılar sarar bizi.

Duyduğumuz kuşku; tarihler boyunca “keşif-yenilik” iddiasıyla yazılmış, bunlar yazılırken keskin tarihsel pratiklerde süzülmüş-sınanmış teorilerin artık bir tercih olarak da unutulması yeğlenmiş ve aslında üzerine bir taş koyma zahmetine dahi katlanılmamış, bize yabancı olmayan bazı kategorilere sıkışılacağına dair bir kuşkudur.

Buna rağmen, bu kaygılarımızın birer önyargı olabileceği ihtimalini unutmadan okumaya dalmayı deneriz. Ancak, aslında bunların birer önyargı değil, aksine tarihsel olarak içerisinde bulunduğumuz gerçekliğin bizzat kendisi olduğunun yine-yeniden farkına varırız. Ve kocaman bir “yeteeeeer” çekiveririz!

Bilince Dönüşen Zorunluluk’un ilk sayfalarını açışım da, elbette ki böyle bir hafızayla oldu.

Ve elbette ki Sevgili Selim Açan’ın da, kitabında çözümlemeyi denediği konular üzerine yazılmış sayısız kitap-fikir hakkında bilgi sahibi olmaması, ihtimal dahilinde bile değildi!

Henüz kitabın ilk bölümünde, “kaygılı okurlara kaygı duymama kılavuzu” olarak nitelendirebileceğim, kör döğüşe mahal vermeyen bir üslupla sunulan, benim hesaplayabildiklerimden çok daha fazlasını az-öz bir dille dupduru hale getiren bir kılavuzla karşılaştım.

Bu kılavuz bana, böylesine ağır-sancılı bir konudaki bu okuma-düşünme yolculuğunda tarifsiz bir memnuniyet yaşattı.

Daha şimdiden, bu yazının en başında: Hem kendi mücadele tarihine karşı hem de genel olarak mücadele tarihlerine karşı sorumluluğu çok ağır olan bu kitapta, yolculuğun güzergâhını belirleme yöntemine sağlık Sevgili Açan!

***

“1956’daki 20. Kongre sonrasında uluslararası komünist hareket saflarında yeni kamplaşmaların da ortaya çıkmasıyla tablo iyice karmaşıklaştı.

Kimileri bu tartışmayı dünde kalması, üzerinden atlanması, kapatılması, olduğu gibi kabul edilmesi veyahut unutulması/aşılması gereken bir tarih tartışması olarak görebilir. Bu yaklaşımdan hareketle, “Konuyu bugün yeniden açmanın gereği var mı?” diye düşünenler çıkabilir. Tartışma o yılların somut tarihsel koşullarından ve gelecek perspektifinden koparılan “alıntılar savaşı” olmaktan öteye geç(e)mezse eğer, bu yaklaşım haklılık kazanır.”

Yazarın burada bahsettiği tartışma, “neredeyse yüz yıldır aynı şekilde süren” olarak ifade ettiği; “tek ülkede devrim” tartışmasıdır. Bu tartışmanın özü ise sosyalist kampın neden çöktüğü sorusudur.

Bu sorunun, hele hele yirmibirinci yüzyılın kaynak edinmede alabildiğine kolaylık sağladığı bugünkü olanaklar içerisinde, layıkınca yanıtlandığı düşüncesi yaygın bir düşüncedir.

Ancak bu soruyu yanıtlayanlar ya da layıkınca yanıtladığı sanrısına kapılanların ağırlıklı bir bölümü, “resmi tarih yazımı” kültürüyle beyinlerini yıkamayı tercih etmiş olanlardır. Ve bu yeni değildir. Neredeyse bir yüz yıl öncesinde de, bir elli yıl öncesinde de tarih yazımı-çözümlemeleri böylesi bir “buharlaştırmaya” tabii tutulmaya başlanılmıştır.

Selim Açan bu anlamda, gerek boyunda gerekse belde gerçekleşen, bedenin hareketini ise alabildiğine kısıtlayan bu omur kaymalarına karşı, gerekli ve ciddi bir fıtık ameliyatına girişir.

Daha doğrusu bu kitap, bu ameliyata girişmek üzere yetkinleşmeye bir davettir:

“Tarihsel gerçeklerin ideolojik tutum ve görüş ayrılıklarına, kişisel ölçü ve duygulara göre eğilip bükülmesi, çarpıtılıp istenilen kalıba sokulması anlamına gelen “resmi tarihçilik” 1930’larda SB’nde de maalesef tarz haline gelmiştir.”

Bu ameliyatın dahi izler bırakacağı, sadece bir pansuman niteliği taşıyacağı açıktır. Yazar bunu da es geçmez. Bu pansumanı, hastalıklarımızı yeni kuşaklara adeta genetikmişçesine aktarmaya bir dur demenin zorunluluğu olarak ve buna yönelik önerilerle birlikte sunar.

***

Yazar, Marksizmin bir dogma olarak ele alınmasının köklü bir tarihsel kültüre dönüştüğüne parmak basar. Şüphesiz ki bu konuda da sayısız kitap-makale yazılmıştır. Ancak Marksizmin bir dogma haline geldiğini açımlamaya çalışanların ağırlıklı bir bölümü, Engels’i aşmaya ve Stalin’i tarihin çöplüğüne atmaya soyunarak bunu yaparlar.

Bu noktada da Selim Açan, 160 sayfalık bir kitabı alıntılar yığınına çevirmekten özenle kaçınır. Geçmişten günümüze bir dizgi halinde yaptığı alıntılarda, bu yönlü yazılan sayısız kitaba, doğallığında kısa ve özlü cevaplar verir.

Ve Marksizmin bir dogma olarak ele alındığını haykıran bu koronun aslında, “Marksizmi bağrına basarak öldürme” korosundan başka bir şey olmadığının izini sürer, belgeler.

“Aralarındaki farklılıklara karşın Marksizmin bütün dogmatik yorumcuları, öncelikle Marx ve Engels’in kapitalizmin mezar kazıcısı proletaryayı da büyüterek ve mücadeleye zorlayarak geliştiği bir evrede yaptıkları teorik çözümlemeden çıkardıkları öngörülerini “bütün zamanlar ve ülkeler için aynı ölçüde geçerli sabit bir reçete/mutlak bir model” olarak ele almakta birleşirler.

Bu yaklaşım her şeyden önce “Bizim öğretimiz bir dogma değil eylem kılavuzudur” diyen Marksizmin ruhuna ve yöntemine aykırıdır.” der ve Marx’ın alabildiğine mütevazi, ancak etkisi görkemli yumruğunu bu koronun ağzına yerleştiriverir:

“Dünyanın karşısına yeni bir ilkeyle çıkıp doktriner bir havada “doğru budur, önünde diz çökün” demiyoruz. Dünyanın kendi ilkelerinden hareketle dünya için yeni ilkeler geliştiriyoruz. Dünyaya dönüp “savaşımlarınızı kesin, aptalcadır, biz size mücadelenin doğru sloganını vereceğiz” demiyoruz. Biz sadece dünyaya gerçekte ne için mücadele ettiğini gösteriyoruz. Ve bilinç dünyanın istemese de kazanmak zorunda olduğu bir şeydir.” -Marx, Arnold Ruge’ye Mektup, Eylül 1843-

***

Geçmişi değerlendirirken, bugün sistemin okuma-yazma bilmeyen insana dahi şırıngaladığı “çocukluk psikolojisi tüm yaşamınızın asıl çekirdeğidir” yönlü bilincin, ilerici-devrimci kesimlere de sirayet ettiğini görüyoruz. Ve hiçbirimiz bu etkilenimden muaf değiliz. Bu şırıngalamaların etkisiyle bireyler çocukluklarını, sanki bugünkü koşullarda geçirmişçesine değerlendirme yönelimindedirler. Bu şırıngalamaların bizdeki etkisi ise, tarihi bu şekilde değerlendirme eğilimidir. Yüz yıl öncesini, bugünkü olanakların hiçbirinin olmadığı dönemleri, önce bugünkü birikimlerimizle-olanaklarımızla değerlendiriyor ve ardından kendimize sürekli, “o zamanlar bugün gibi değildi” hatırlatmasını yapmak zorunda kalıyoruz.

Şüphesiz ki bu sorun, yukarıda karikatürize ettiğim kadar basit bir sorun değil. Bu yanlış-yanılsamalı ele alış, aslında çözümleme yapma yetimizi dahi kaybettiren-tüketen bir yönelim. Selim Açan bu kitapta, sık sık bu hatırlatmayı yapmayı ihmal etmiyor:

“Onlar yollarını bir anlamda koşulların izin verdiği sınırlar içinde deneme-yanılma yoluyla, sık sık kendi hatalarından öğrenerek açmak zorunda kalmışlardır. Dolayısıyla bazı politika ve kararlarının o anın yakıcı sorunlarına çözüm aranırken olası olumsuzlukları gözden kaçıran bir tek yanlılık ve öngörü eksikliği taşımasını da, meşrulaştırıcı bir yaklaşımla evrenselleştirip model haline getirmemek koşuluyla, anlamak gerekir.”

***

Yazar, sadece “yöntem hataları” olarak değerlendirilemeyecek olan daha bir dizi tarih yazımı çeşitlerine ve sebeplerine değindikten sonra, yine işin bam teli olan “resmi tarih yazımı” kaymasına parmak basar.

Bu tarih yazımında Stalin, özel olarak “buharlaştırılan”dır ve Selim Açan:

“Sorunun ortaya konuluşu ve yürütülen polemiklerin düzeyi konusunda belki daha çok şey söylenebilir ama bunları öne çıkararak asıl tayin edici nokta yani öz gözden kaçırılmamalıdır: Stalin’in temsil ettiği tek ülkede sosyalizmi inşa yönelimi o tarihsel koşullarda izlenebilecek tek devrimci strateji ve yönelimdi.” dedikten sonra, “resmi tarih yazımı” noktasındaki kayımın, hangi ellerden çıktığını ve bu ellerin Stalin’i nasıl-nerelerde “buharlaştırdıklarını” belgeler.

***

Yazar bu kitapta, sadece “Stalin üzerine yürütülen polemikler”de değil, yanısıra Engels üzerine yürütülen polemiklerde de dayanak haline getirilen harabe iskelelere değinir. Tıpkı bizzat Parti içerisindeki resmi tarih yazıcılarının Stalin’i, üstelik 1930 sonrası resmi kongre tutanaklarında “buharlaştırma” girişimleri gibi, Troçki de Engels’i, hem de Engels’in yazınlarını tercihen kırpa kırpa “buharlaştırma” girişimlerinde bulunur. Selim Açan bu kitapta, bu verileri aktarmayı olabildiğince sınırlı tutar. Ancak bu veriler dahi, bugün sırtını bu harabe iskelelere dayayanların, tabii niyetleri görmek istemekse, tarih yazışlarına daha sağlam gerekçeler bulmaları için bir fırsat olacaktır.

Ve sıra “Ne Yapmalı” sorusuna verilen diğer yanıtlara gelir:

“O koşullarda ne keskin devrimci lafazanlık ya da soyut teorik gevezeliklerle üstünden atlanıp geçiştirilebilirdi bu konu ne de “dur bakalım, biraz daha bekleyelim” denilebilirdi. Hayat ve tarih somut ve acil bir yanıt bekliyordu.”

Yazar bunu belirttikten sonra, sorunu sadece Parti içi tartışmalarla, düşünce alıntılarıyla sınırlamaz. Parti’den beklentisi olan, nasıl yaşayacağının-ne yapacağının perspektifini bekleyen ülke halkının durumunu da aktarır: “Bu insanların çoğu, doğrudan savaş, tarafların kitlesel terör uygulamaları ve çeteci kıyımlarından dolayı değil, salgınlar, çeşitli hastalıklar ve açlık nedeniyle ölmüştü. 1918-1921 tifo salgınında yaklaşık 2 milyon, Volga bölgesi ve diğer güney bölgelerindeki açlıktan ise yaklaşık 5 milyon insan hayatını kaybetmişti...

Dolayısıyla, tek ülkede sosyalizmi kurma yönelimi doğru muydu yanlış mıydı tartışması yapılırken bu tarihsel koşulların ve nereden nereye gelindiğinin üzerinden atlayarak ahkâm kesmek ne Marksizmle ne de tarihsel materyalizmle bağdaşır. Konunun kendisi gibi o kritik tarihsel kavşakta birbiriyle çatışan tercih ve görüşlerin gerçekte ne anlama geldiğini ve eğer o yollar izlenseydi sonucun ne olabileceğini de yine ancak bu tarihsel çerçeveyi akılda tutarak yerli yerine oturtabiliriz.”

***

Politik iktidar mücadelelerinin tarihi, kirli yöntemlerle yürütülen mücadele tarihlerini de içerisinde barındırır.

Selim Açan bunları aktarırken, adeta bir referans olarak almak moda haline gelen Isaac Deutscher’nin, hem kişileri-kişilikleri hem de bu iktidar savaşı verilirken izlenen yolları aktarışındaki, bilinçli bir tutarlılıkla belirsiz bıraktığı noktaları iyi yakalar. Ve bunun altını şöyle çizer:

“Bu tarz aslında Troçkist tarih yazıcılığının alameti farikalarındandır: İsimlerin bilinçli olarak anılışı ya da anılmayışı bile gerçekleri tahrifatın aracı kılınır. Görece “en tarafsız” sayılabilecek olanlar bile değme takım taraftarına taş çıkartacak bir fanatizmle malûldür. Tarihçi kimliğinin saygınlığına gölge düşürmeme hassasiyetini göstermesi gereken Deutscher bile o kimlik ve iddiaya yakışmayacak kaba tahrifatlara başvurmanın dışında, Stalin’i Troçki’nin gölgesi bile olamayacak bir çapsız olarak resmedebilmek için Stalin’in yaptığı her şeyi Troçki kıyaslaması ekseninde anlatır: “Onu önce Troçki dile getirdi”, “Troçki onu zaten öngörmüştü”, “Troçki’nin dediğine gelindi”... Kaleme aldığı üç ciltlik Troçki, iki ciltlik Stalin biyografilerinde karşınıza sık sık böyle kıyaslamalar çıkar.

Bu tarih anlatımlarında düzey bazen gerçekten yerin yüzlerce metre altına kadar düşer...”

***

Yazar kitabın “1930’lu Yıllar: Gurur ve Utanç Tabloları, Nedenler ve Sonuçlar” başlığını taşıyan dördüncü bölümünün başında Rus aydınlanmasının önde gelen isimlerinden yazar ve eleştirmen Belinski’nin “Bir görüş ne kadar tek yanlı olursa çoğunluk için o kadar kabul edilir hale gelir. Çoğunluk iyinin hep iyi kötünün de hep kötü olmasını sever ve aynı maddenin kendinde hem iyi hem de kötü olanı bulundurmasını duymak bile istemez” sözünü aktarır.

Belinski’nin bu sözü aslında Sovyetler Birliği’nde “Stalin dönemi” olarak adlandırılan dönemin soldaki yaygın ele alınış biçiminin bir özeti gibidir. Yazar da sık sık bu tek yanlılığa dikkati çeker ve her defasında sözünü “taraftar fanatizminden uzak durma” çağrısıyla bağlar.

***

Selim Açan, 1930’lu yılları; “Sosyalist büyük dönüşüm”, “Atılım Yılları”, “Kaş yaparken göz çıkarma: Tarımda kolektifleştirme hareketi”, “Olumsuzun olumluya dönüşmesi”, “Olumlunun içinde filizlenen olumsuzluklar: İki büyük tarihsel kırılma”, başlıklarıyla ele alır ve kısa ancak yeterli olabilecek verilerle-belgelerle aktarır.

Genel tartışmalara ilişkinse şu görüşünü belirtir: “Geçmişe dönük tartışmalar sırasında gerek sanayileşme hamlesinin gerek tarımda kolektifleştirme hareketinin zamanlamasını da tartışanlar, daha doğrusu bu adımları erken bulanlar vardır ama “her ikisinin de temposu daha yavaş olamaz mıydı” sorusunu soran kesimler daha geniştir. Bugünden geriye bakıldığında bu soru yerinde görünebilir ama o günlerde ileriye doğru bakmak zorunda olanları bu rahatlıkla mahkûm etmek kolaya kaçmak olur.”

Ve yukarıda da belirttiğim gibi, gerçekten de tarihi değerlendirirken sıklıkla düştüğümüz bir tarihten kopuştur bu. Detaylı öğrenmeyi ve uyanık olmayı gerektiren bir çalışmadır tarih değerlendirmesi. Şimdi tam sırası gelmişken, Açan’ın “Mao’nun Stalin’in sanayileşme hamlesine haksız eleştirileri” olarak, sadece ama sadece birkaç satırla ifade ettiği bir değerlendirmesine değinmeden geçemeyeceğim. Kitabın hazırlanış-düşünülüş-toparlanış yöntemini oldukça iyi bularak okuyan ben; bu satırlarda ister istemez gülümsedim! Madem Mao’nun değerlendirmelerine iki satır da olsa yer verilmişti, neden o değerlendirmeleri yapış sebebi-dönemi iki satırla da olsa aktarılmamıştı? Bu kitapta, özelde SSCB’de sosyalizm yaşandı mı ve Stalin-Engels hakkında “resmi tarih” yazımının evriliş dönemleri, günümüzde sadece Türkiye topraklarında değil, tüm dünyada jet hızıyla sürdürülen ve önemli oranda da başarıya ulaşan ‘buharlaştırma’ harekâtlarına karşı, tarifsiz bir memnuniyet duyduğum bir sunum gerçekleştirilmiş. Ancak aynı kitapta, dünya çapında “buharlaştırılan” Mao buharlaştırılmış. Stalin 1878 doğumludur, Mao ise 1893. Ve Mao tüm yaşamı boyunca, “Stalin ve sosyalizm inkârcılığına düşülmemesi” noktasında büyük bir mücadele verendir. Kaç ciltlik Mao Seçme Eserleri’nden en azından iki satır alıntılanıp, bu konuda nasıl bir mücadele verdiği de belirtilebilirdi. Tıpkı kitabın diğer bölümlerinde, gayet istikrarlı bir şekilde yakalanan, gerek kişilere gerekse tarihsel dönemlere ilişkin değerlendirmelerde, teğel kaçmasına rastlanmayan düşünce tarzı-ifadelendirilişi gibi! Mao da Stalin’in tarihsel olarak “buharlaştırılması”nı önemli oranda engelleyenler arasındadır! Diyorum ve Sevgili Selim Açan’ın, büyük bir memnuniyetle okuduğum bu kitabının içerisinde, kitabın matematiğine-yöntemine uymayan bu “yöntem” eleştirimi de bir tebessümle karşılamasını umut ederek, bu konuyu bir polemiğe dönüştürmekten-kitabın niteliğine gölge düşürmekten özenle kaçınarak geçiyorum.

***

Yazar, kitabın ilerleyen bölümlerinde, ismen bilinen neredeyse tüm Parti kadrolarının önünü açanın Stalin olduğunu özetler. Adeta bir “ibret belgesi” olarak Kruşçev’in biyografisini aktarır.

Sosyalizmin kendinde şey olarak “amaçlaştırılması”na, bu yönelimin yarattığı dejenerasyonlara ve Parti’deki ideolojik-politik kırılmalara değinir. Bunları çözümlemeye çalışan Stalin’den:

“Biz, birinci kuşak yaşlı Bolşevikler teorik olarak çok sağlamdık. Kapital’i sayfa sayfa bilirdik, özetler çıkarır, tartışmalar yapar, birbirimizin bilgisini ölçerdik. Bu bizim gücümüzdü ve bu çok işimize yaradı.

İkinci kuşak daha az hazırlıklıydı. Pratik sorunlar ve sosyalist inşayla meşgullerdi. Onlar Marksizmi kitapçıklardan öğrendi.

Üçüncü kuşak ise satirik makaleler ve gazete makaleleriyle yetişiyor. Derin bir kavrayışları yok. [...] Çoğunluk Marx ve Lenin okuyarak değil, onlardan yapılan alıntılarla yetişiyor...” yönlü ifadeleri aktarır.

Yanısıra, Rozsnyai’nin de bu durumun altını çizişine yer verir:

“Genel kültürsüzlük parti üyelerinin ideolojik durumuna da yansımıştır. Üyelerin büyük çoğunluğu Lenin’den tek bir satır dahi okumamış, partinin amaçlarını bilmemekte, temel politik bilgilere dahi sahip değildi, çoğunluğu devlet başkanının kim olduğunu dahi bilmiyordu...”

Bu tarihi kırılma döneminin günümüze dek onarılamadığını ve kapitalist sistemin ürettiği “insan” gerçekliğinin artık iliklerimize dek sızdığı bu asırda, hasarların daha da boyutlu olduğunu söylersek, sanırım abartı olmaz.

***

“Komünizm tarihsel amacı doğrultusunda ilerlemenin esas alınması yerine emperyalist kapitalizmle rekabetin ön plana geçmesinden kaynaklanan bozulma bu sınırlar içinde de kalmaz. Giderek boyutlanıp vahimleşir.” der Selim Açan. Ve kitabın bu bölümünde, bu dönemde gerçekleşen “prolatarya enternasyonalizmi” pratiklerindeki kırılmalardan 1936-1938 yargılamalarına dek ayrıntılı bir pencere açar.

Bu yargılama-cezalandırma dönemlerini, özellikle 2000’li yıllara girildiğinde, iletişim olanaklarının da hızlanmasıyla birlikte “Stalin’in Temizlik Harekatı-Katil Stalin” spotlarıyla yaygınlaştıran medya bir yana; “Marksistim” diyen birçok araştırmacı-tarihçi de, sırtlarını Deutscher, Jukov vd.ne dayayarak, “Stalin” başlıklı sayısız kitap kaleme alır.

Yani bu konuda hiç abartısız, defilede moda neyse, podyuma çıkıp salınmaktan öteye geçmeyecek nitelikte olan kitap çalışmalarına girişilir. Selim Açan bu noktayı da es geçmez, çok uzatmadan ancak niyeti “iyi” olana “Sadece Jukov aktarımları baz alınarak Stalin değerlendirilmez”i göstermeyi dener ve farklı kaynakları da okura sunar.

***

“Komünizm, insanın kendisine yabancılaşması olarak özel mülkiyetin olumlu aşılması ve dolayısıyla insani özün insan tarafından ve insan için gerçekten sahiplenilmesidir. Komünizm, bu nedenle, insanın toplumsal (yani insani) bir varlık olarak kendisine eksiksiz geri dönüşüdür. [...] Bu komünizm, insan ile doğa, insan ile insan arasındaki çatışmanın sahici çözümüdür. Varlık ile öz, nesneleşme ile kendi kendini gerçekleme, özgürlük ile zorunluluk, birey ile insan türü arasındaki çekişmenin gerçek çözümüdür. Komünizm, tarihin önümüze koyduğu problemin çözümüdür ve kendisinin bu çözüm olduğunu bilir.” -Marx, 1844 Elyazmaları-

“İnsan” denen canlının bunu gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği hâlâ bir soru işaretiyken yazar, kitabın sonunda hepimize şu soruyu yöneltir:

“Sosyalizmin çekim gücünü yitirmesinde geçmiş deneyimlerimiz sırasında yapılan vahim yanlışlar ve işlenen suçların yarattığı hayal kırıklığı ve güvensizlik kuşkusuz baskın ve belirleyicidir. Ama bu tahribatın onlarca yıldır giderilemeyişi dahil kendisini Marksist olarak tanımlayan parti, örgüt ve çevrelerin sergiledikleri teorik-düşünsel donmanın, ezberlerinin tutsağı olan dogmatik tutuculuğun, sosyalizm idealine yeniden hayatiyet ve çekim gücü kazandıracak bir yaratıcılık sergileyememiş olmalarının rolü küçük ve önemsiz midir?”

Bu sorunun ardından ise günümüzde keşfedildiği sanrısı yaşanan bir “reçete”ye değinir: “Öte yandan, kendisini Marksist olarak tanımlayan çevre ve güçlerin çoğunluğu sosyalizmin zorunluluğunu hâlâ kapitalizmden hareketle, onun insanlığı ve doğayı nasıl bir çürüme ve yıkıma sürüklediği ve başımıza daha hangi felaketleri açabileceğinin tasvirinden hareketle propaganda ettiğini zannetmektedir. Her şeyden önce korkulara hitap eden bu yöntemle özellikle genç kuşakların sosyalizme kazanılabilmeleri imkânsıza yakın ölçüde zordur.”

Yazar bu yöntemin, ekonomik-politik değerlendirmelerden örgüt anlayışına dek yarattığı savruluşlara parmak basar.

***

Kitap piyasalarının, yayınevi yönelimlerinin, dil tekellerinin, çeviri popülaritesinin, adeta bir defileye çevirilerek, “moda bu-güncel olan bu” denilerek bunun arkasına takılınan yazarlar ordusunun ve jet hızıyla basım gerçekleştiren kitap fabrikalarının yaratıldığı bu asırda, okurlar ordusunun bölükleri azaldıkça azalmakta, bu bölükler biraraya dahi gelememekte.

Böylesi bir dönemde bu kitap, özellikle genç kuşaklara önemli bir kıyaslama kolaylığının yanısıra, düşünme yöntemine ilişkin de alternatifler sunmakta. Bu kitabın esasta genç kuşakların gözlerine-bilinçlerine dokunabilmesi umuduyla...

Kitabın künyesi: H.Selim Açan, Bilince Dönüşen Zorunluluk; Sel Yayıncılık, Ekim 2021.

Not: Yazıdaki tüm alıntılar kitaptan aktarılmıştır.