İşte Can Dündar'ın yoğun alkışlarla desteklenen o konuşmasının tam metni:

Çok değerli hanımefendiler, beyefendiler ve değerli konuklar,

Hepinizi tek tek selamlıyorum ve bu sıcak karşılama için de hepinize teşekkür ediyorum. Benim için çok anlamlı bir gün. Thalia Tiyatrosundan bu daveti aldığımda çok heyecanlandım.  Böyle değerli bir festivalde açılışı yapıyor olmak ve sizinle buluşuyor olmak çok değerli, çok heyecan verici. En son bir tiyatrodan davet aldığımda çok heyecanlanmıştım. O zaman, iki yıl önce, Silivri’de hapisteydim ve tam bir tecrit koşullarında tutuluyordum. Herhangi birini görmemiz yasaktı; yan yana yattığımız tutuklu arkadaşlarımızı bile görmemiz bile yasaktı. Sadece gardiyanları görebiliyorduk ve avukatlarımızla görüşebiliyorduk. Birini görebiliyor olmak büyük nimet kabul ediliyordu. O sırada bir duyuru geldi, Silivri’ye tiyatro gelmiş ve isteyen tutuklular izleyebilecekmiş diye. Tabii çok heyecanlandık, ilk kez değişik bir insan göreceğiz, bir sanatçıyla karşı karşıya geleceğiz. Bir tiyatro eseri izleyeceğiz. Bir tutuklu için çok büyük bir nimet. Heyecanla ismimizi yazdırdık.  Yanı başımda yatanı bile göremeyecek haldeyim. Onlarla da ilk kez tanışacağız aylar sonra tiyatro salonunda. Hazırlandık tiyatroya gideceğiz diye, bir tutuklunun hazırlığı ne kadar olabilirse. Sonuçta bizi büyük bir salona aldılar, köşeye bir sahne kurulmuştu, siyah perdenin önüne. Sahnede bir oturma bankı vardı ve bir demir parmaklık vardı. Oyun başlayınca anladık ki tiyatro bir zindanda geçiyor, hapishanede yani ve başrolde oynayan oyuncu da idam mahkûmu bir tutuklu. Bizler için durumun ne kadar vahim olduğunu sanırım anlarsınız. Zaten o koşullarda olan insanlara, daha beter bir koşulda olan bir insanın oyununu göstermek hakikaten hüzün vericiydi. Ben iki kez müebbet, yaşam boyu hapis istemiyle yargılanıyordum ama sahnede idamla yargılanan biri vardı. Onu görünce içimize biraz su serpildi, biz daha iyi koşullardayız diye. Büyük bir ıstırap ve ağlamalar eşliğinde süren oyun bittiğinde hepimiz biraz daha perişan haldeydik. İnsanlar, hiç kimse mecbur olmaya mecbur bırakılmamalı; bu bir tiyatro için de geçerli. Bugün çok daha farklı koşullarda, iki yılın ardından burada bu daveti alınca ayrıca sevindim çünkü tehdit altında bir tiyatroda tehdit altında bir yazarın konuşması düşünce özgürlüğünü savunmamız açısından son derece anlamlı bir buluşma. Sanatla gazeteciliğin buluşması aslında ve birbirimize ne kadar ihtiyacımız olduğunu göstermemiz açısından eşsiz bir fırsat. Bana bu fırsatı verdiği için Thalia Tiyatrosuna teşekkür ediyorum. 

ÜLKEM DÜN SAVAŞA GİRDİ BEN SÜRGÜNDEYİM

Dündar, Hamburg Kültür Senatörü Brosda ile

Sayın Brosda ve Lux’e de teşekkürler. Açılışta yaptıkları konuşmalar son derece değerliydi ve bana çok az söz bıraktılar doğrusunu söylemek gerekirse. Demokrasi tartışması yapacağız bugün. Özel bir gün. Ülkem dün savaşa girdi Suriye’de ve dünden beri savaş uçakları, Türk savaş uçakları Suriye’nin kuzeyini bombalıyor. Ülkem savaşta, ben Almanya’da sürgündeyim, Almanya hükümet arayışında, arkadaşlarım, yoldaşlarım hapisteler. Türkiye dünyanın en büyük hapishanesi haline geldi ve bu koşullarda biz demokrasiyi tartışacağız. Bir şeylerin yanlış gittiği ortada, o şeyleri anlamaya, bulmaya, çözmeye çalışacağız. Biraz demokrasinin güncel sorunları üzerine fikir jimnastiği yapmak istiyorum sizlerle, tartışmaya açmak istiyorum. Hepimiz biliyoruz, demokrasi tüm dünyada tehdit altında. Biz maalesef Türkiye’de hiç bir zaman tam anlamıyla onu teneffüs edemedik, bizim için hep bir ütopyaydı demokrasi veya tam demokrasi. Ne zaman biraz demokrasiye yaklaştığımızı hissetsek bir askeri darbe ile önü kesildi ve sadece ben kendi hayatım içinde 4 askeri darbe gördüm. Bütün gençliğimizin, ömrümüzün içinden askeri tanklar geçti. Dolayısıyla bizim için demokrasi keşke teneffüs edebilsek dediğimiz bir rejim, bir ütopya oldu. Ama görüyorum ki artık yalnız değiliz. Sadece bizde değil, tüm dünyada demokrasi tehdit altında, üstelik demokrasinin beşiği sayılan Batı dünyasında, Avrupa’da, Amerika’da da tehdit altında olduğunu görüyoruz. İlk kez sizler de yaklaşan bir otoriterliğin kokusunu alıyorsunuz. Terörü önleme gerekçesiyle yükselen bir güvenlik tehdidi ve güvenlik devleti hissediyorsunuz. Sokakta büyüyen ırkçılığı hissediyorsunuz ve Avrupa’nın çeperlerinden yükselen totaliter rejimlerin baskısını hissediyorsunuz. Bunun nedenlerine girmeden önce isterseniz biraz şunu sorgulayalım.

BATI DÜNYASI DEMOKRASİNİN BEŞİĞİ UNVANINI HAK EDİYOR MU?

Avrupa, genelde Batı dünyası, Amerika’yı da içine alarak sorayım, acaba demokrasinin beşiği unvanını hak ediyor muydu? Hep bu ifadeyi kullanırız, Türkiye’de de çok sık kullanırız, demokrasinin beşiği Avrupa’da bakın bu oldu diye. Evet, Avrupa’da parlamenter demokrasi ya da başkanlık rejimi, hukukun üstünlüğü, insan hakları, dünyanın diğer bölgelerine göre çok daha iyi durumda, daha iyi bir sicili var. Ama orada öyleyken başka yerlerde böyle olmaması ve bunda Batı dünyasının sorumluluğunun olması acaba Batı’yı başka bir gözle görmemizi gerektirmiyor mu? Bir dönem bir işkencecinin çocuğu ile bir röportaj yapmıştım. Konuşurken ağlıyordu ve diyordu ki babam bize karşı o kadar şefkat doluydu ki onun işkence yapan bir insan olduğuna inanamıyorum. Hâlbuki babası gerçekten Türkiye’de yüzlerce insanı işkenceden geçirmiş vahşi bir adamdı. Bazen insanlar kendi çocuklarına karşı çok iyi olup başkalarına işkence yapabilirler. Guantanamo’da bütün bu işkenceleri yapan Amerika’nın kendi ülkesinde demokratik olması acaba ona demokratik bir ülke dememiz için yeterli mi? Acaba kendisi kusursuz bir demokrasi iken başka ülkelere faşizm ihraç eden ülkeler demokratik sayılabilirler mi? Ben artık ülkelerin nasıl yönetildiğine değil başka ülkelerde neyi desteklediklerine de bakmamız gerektiğini düşünüyorum, onlara demokrat sıfatını uygun görmemiz için. 
Alkışlar...
Amerika’nın dünyanın en büyük demokrasisi sayıldığı yıllarda, 1980’lerde, ben Amerika’nın desteklediği bir darbenin altında gazetecilik yapmaya çalışıyordum ve birçok insan hapishanelerde işkencelerden geçiriliyordu. O yüzden biz Amerika deyince başka şeyler hatırlıyoruz. Latin Amerika’da darbeler yapan bir Amerika’yı, işgalci bir Amerika’yı hatırlıyoruz. Cezayir sicili olan Fransa’ya acaba demokratik bir Fransa diyebilir miyiz? 
Alkışlar...
Bosna’daki katliama göz yuman bir Hollanda’ya demokratik bir Hollanda diyebilir miyiz?
Alkışlar...
Dolayısıyla ülkelerin kendi evlatlarına iyi davranması başkalarına işkence yapılırken seyirci kaldıkları sürece onları demokratik saymamıza yeterli olmayacaktır. Daha güncel ve zor sorulara gelmek istiyorum. Demokratik yollardan iktidara geldiğini söyleyen hükümetler acaba iktidara geldikten sonra demokrasiyi tahrip etme hakkına sahip midirler? Sadece demokratik yolla, halk desteği ile gelmiş olmaları demokrasiyi tahrip etme hakkı verir mi onlara? Bir başka soru. Anti-demokratik bir hareketin demokratik kanalları kullanmasına ne kadar göz yumabiliriz? Günümüzde karşı karşıya olduğumuz sorunlar bunlar. Peki, sadece hükümeti değil biraz da aynayı kendimize, halka tutalım. Bir ülkede çoğunluk demokrasinin yok edilmesinden yana oy kullanıyorsa buna izin verecek, göz yumacak mıyız, demokrasiyi savunan insanlar olarak?

ERDOĞAN 15 YILDIR DEMOKRASİNİN ALTINI OYUYOR

Demokrasiyi kullanarak iktidara gelen ve iktidara gelince de onun altını oyan liderlerle karşı karşıyayız bugün. Bu durumda ne yapacağız? Çünkü bu liderler, biz halkın desteği ile iktidara geldik diyorlar. Amerikan halkı ırkçılığı tescilli bir lidere oy verdi ve o lider şimdi kendi ülkesinde basın özgürlüğünü yok etmek için elinden geleni yapıyor. Oyla geldi, bir şey yapamayız mı diyeceğiz. Aynı şey benim ülkem için de geçerli. Erdoğan, halkın çoğunluğunun oyuyla iktidara geldi, 15 yıldır iktidarda. Demokrasiye inanmadığını söyleye söyleye iktidara geldi ve 15 yıldır demokrasinin altını oyuyor. İzin verecek miyiz? Oy, oy vermek, sandık zaferi ile iktidara gelmek bir dönem demokrasi demekti. Oysa bugün demokrasiden artık başka bir şey anlıyoruz. Şimdi iktidarlar, seçmenlerden, yurttaşlardan değil seçmenlerden, 4 yılda bir sandığa gidip oy vermelerini bekliyorlar ve ondan sonra evlerine dönüp bir sonraki seçimlere kadar beklemelerini istiyorlar. Günümüz demokrasisi ise bunun çok ötesinde bir bekleyiş içinde yurttaşlardan. Biz artık bu iktidara katılmak, yönetime katılmak, onu denetlemek istiyoruz. Demokrasinin tanımı çoğunluk idaresinden değil, azınlık haklarından daha çok geçiyor. Yüzde 99’la bile iktidar olsa biz yüzde 1’in hakkı için mücadele etmek zorundayız; demokrasi artık bu demek. 

Alkışlar...
Günümüz demokrasilerinin bir başka sorunu, uzlaşmakta zorlanmamız. Bugünlerde Almanlar bunu çok iyi anlıyor. Yönetmekte zorlanıyoruz, hâlbuki totaliter yönetimler için yönetmek çok kolay, iş yapmak, iş bitirmek çok kolay. Ne yazık ki gördüğümüz o ki uluslararası sermaye giderek zor uzlaşmalarla, koalisyonlarla kurulu demokratik yönetimlerden ziyade kolay iş yapabileceği totaliter rejimleri tercih etmeye başladı. Hâlbuki ne deniyordu, serbest ticaret için demokrasiye ihtiyaç var, dolayısıyla liberalizm aslında demokrasinin önünü açacak bir sistemdir. Oysa sonuca bakıyoruz ve hiç de öyle bir şey görmüyoruz. Tersine Almanya’da koalisyon hükümetinin iki üç ortağının hepsini birden ikna etmektense Türkiye’de iki üç bakana rüşvet vermek çok daha kolay iş yapmayı sağlıyor. Dolayısıyla biz bir takım uluslararası şirketlerin, silah şirketlerinin demokratik bir kaostansa istikrarlı bir totaliteryanizmi tercih ettiklerini görüyoruz ve utanç duyuyoruz. 
Alkışlar...

AVRUPA SERMAYESİ TÜRKİYE'DE BASKI REJİMİNİN KURULMASINA GÖZ YUMDU

Ne yazık ki Avrupa sermayesi, silah tüccarları, Türkiye’de bir baskı rejiminin kurulmasına bu açıdan göz yumdu. Avrupa hükümetleri, Almanya hükümetini de içine katarak söyleyeceğim, özellikle mülteci baskısına karşı koyabilmek için Türk hükümetinin her türden anti-demokratik baskısına gözlerini kapamayı tercih etti uzunca bir süre. Böyle yaptığı için de Türkiye’de Batı’ya, modern dünyanın değerlerine inanan bir kesimin desteğini kaybetti. 
Alkışlar...
Bu konuya tekrar döneceğim. Şu ana kadar üç konudan söz ettim. Birincisi, kendi ülkelerinde faşizmi baltalayan, demokratik olup faşizmi ihraç edenler; ikincisi, oyla geliyor olmasını her türden kuralsızlığına bahane edenler ve üçüncüsü ben çoğunluğu temsil ediyorum diyerek kendi baskı rejimini anti-demokratik yöntemlerle sürdürmeye çalışanlar. Bu durumda biz 4 yılda bir seçimleri bekleyerek bununla baş edemeyiz. Bunu yapanları ya da bunun yapılmasını isteyenleri ben bu durumu daha çok pasif demokrasi tutumu içinde buluyorum. Pasif demokrasi, yani biz köşemizde bekleyeceğiz ve arada bir bize çağrı geldiğinde gidip oyumuzu vereceğiz anlayışı. Hayır, bunun bizi bir yere götürmediğini artık biliyoruz. Bunun alternatifi aktif demokrasi, yani, gündelik hayatımıza demokrasiyi taşıyacak şekilde her gün demokrasi için mücadele etmemizi gerektirecek bir mücadelenin adı. Halkın ipleri eline alması, kamu denetimi, kamu yönetimi. Ben üniversite yıllarımda Althusser hayranıydım. Althusser, İdeoloji ve İdeolojik Aygıtları adlı kitabında şunu anlatır: Eski devlet silah zoruyla, biraz çoban gibi başlarına vurarak halkı yönetirdi, oysa yeni, modern devlet bir takım ideolojik aygıtlarla yönetiyor. Nedir bu aygıtlar? En başta içine doğduğumuz ailedir, sonra okuldur,  sonra kilise ya da camidir, sonra kışladır. Buralarda ideolojik bir bilinçlenmeden geçersiniz ve sisteme entegre olursunuz ve her türden farklılığınız veya aşırılığınız yontulur. Devlet sizi kendi istediği şekle sokar. Herhalde Althusser bugün yaşasa bunların arasına, belki de başına medyayı koyardı.

MEDYA YALANLARLA SİSTEMİ AYAKTA TUTAN BİR MECRAYA DÖNÜŞTÜ

Medya masallar anlatarak, yalanlar söyleyerek sistemi ayakta tutan bir mecraya dönüştü ne yazık ki, özellikle benim ülkem gibi ülkelerde. Dün yayımcımdan öğrendim, Almanya’da son 5 yılda kitap okur sayısı 36 milyondan 30 milyona düşmüş. 5 Yıl içinde 5 milyon okur kaybetmiş Alman kitap sanayii. Tabii aynı oranda Netflix aboneleri artmıştır. Bütün burada insanların kitaplardan, gazetelerden, dergilerden dizilere kaçmasının bir anlamı var. Bizi uyarması gereken bir nedeni var. Bütün bunlara karşı, bu sistemin ideolojik aygıtlarına, giderek güçlenen propaganda aletine dönüşen ideolojik aygıtlarına karşı uyanık olmaya ve birlikte bir şeyler yapmaya ihtiyacımız var. Bunlara dair hepimizin söyleyeceği sözler olmalı ve aktif olmalıyız. Bakın Seyran Ateş aramızda. Din konusunda o bir şeyler yapıyor. Evet dinin, bir devletin ideolojik aygıtı olmaması ve dinin kendi anlamını bulması için çok önemli bir kişisel mücadele veriyor ve hayatını ortaya koyarak yapıyor bunu. 
Alkışlar...

TÜRKİYE DÜNYANIN EN BÜYÜK GAZETECİ HAPİSHANESİ

Medya alanında, Türkiye’de medyanın neredeyse yüzde 95’i hükümet tarafından kontrol ediliyor. Fakat yüzde 5 hayatını ortaya koyarak mücadele ediyor. Türkiye dünyanın en büyük gazeteci hapishanesi ve buna rağmen hayatını ortaya koyarak mücadele eden insanlar var, sadece o ideolojik aygıtı kırabilmek için. Aile, yine o ideolojik aygıtlardan biri, aileye dair büyük bir çalkantı yaşıyoruz. Ama görüyorsunuz MeToo hareketi, ailenin ne olduğuna, dünyada kadın-erkek meselesinin aslında ailenin içinde olup biteni gizleyen büyük bir örtü olduğuna dair çok önemli şeyler söylüyor bize. Orada da bir sorgulama var. Dolayısıyla, aslında demokrasinin altını oyan tüm hareketlere karşı, hepimizin demokrasinin kendini savunma hakkına ve demokrasiye sahip çıkmamız gerekiyor. Bunu da ancak uluslararası dayanışma ile yapabiliriz. 

DENİZ YÜCEL HAPİSTEYKEN WELT GAZETESİ NE KADAR ÖZGÜR OLABİLİR?

Size yeni bir örnek vereceğim. Bugünlerde medyada yaşadığımız bir örnek. İnsanlar tutuklanıyor, dünyanın her yerinde gazeteciler baskı ve şiddete maruz kalıyor. Kınamalar yayınlıyoruz, protestolar ediyoruz, mektuplar gönderiyoruz ve hiç biri bir işe yaramıyor. Bir diktatör için bir gazetecinin hiç bir değeri yok ve gelen protestoların da ancak bir yere kadar bir önemi var. Sonuçta sermaye rahatsız olmadıkça onları çok ilgilendirmiyor. Amerikan medyası yıllarca çok önemsemedi bunları ama bakın şimdi kendi başlarına geldi ve bizim yaşadığımıza benzer bir baskı yaşıyorlar kendi başkanlarından. Siz Alman basının özgür olduğunu düşünebilirsiniz, ama Deniz Yücel hapisteyken Welt gazetesi ne kadar özgür olabilir, hiç düşündünüz mü?
Alkışlar...

HÜKÜMET SİZİ EZMEYE ÇALIŞIYOR AMA BİR SES YALNIZ DEĞİLSİNİZ DİYOR

Çünkü onların yazacağı her cümle Deniz’i hapishanede zor duruma düşürebilir ve bir anlamda bu insanlar rehin durumdalar ve rehin almanın mantığı da bu. Söyleyeceğiniz her söz orada birine zarar verebilecekse söylediğiniz her sözü iki kere düşünmeye başlarsınız. Bu zaman içinde bir oto sansüre dönüşür ve sansürden daha etkili hale gelebilir. Charlie Hebdo basıldıktan sonra Fransız karikatüristlerinin karikatür çizerken iki kere düşünmediğini mi sanıyorsunuz? Şiddet her zaman özgürlüklerden bir şeyler alıp götürüyor. Dolayısıyla siz ne kadar basının özgür olduğunu düşündüğünüz ülkelerde yaşadığınızı düşünseniz de bizzat basın kendini tehdit altında hissettiği müddetçe o özgürlüğe sahip olamıyor. Vereceğim örnek şu:  Fransa’da Sınır Tanımayan Gazeteciler ile son derece heyecan verici bir projenin içerisindeyiz.  Protestoların bir karşılık yaratmadığı görüldükten sonra geliştirilen bir proje ve adı, Forbidden Stories. Çok basit bir mantığı var; dünyanın neresinde bir gazeteci, yaptığı bir haberden dolayı baskıya, saldırıya uğrar, öldürülür ya da hapsedilirse dünyanın başka yerlerinden gazeteciler kalabalık bir grup olarak bir araya gelerek o haberin peşine düşüyorlar. Diyelim Azerbaycan hükümeti, bir yolsuzluk dosyasını gizlemek için bir gazeteciyi hapse mi attı, Fransız, Amerikalı, Cezayirli, Faslı gazeteciler bir araya gelip o haberin peşine düşüyor ve o haberin uluslararası çapta duyulması ve tamamlanması için büyük bir kampanya ve çalışma başlatıyorlar. 
Alkışlar...
Bunun iki yararı oluyor. Birincisi hapisteki gazeteci yalnız olmadığını hissediyor, yaptığı bir şey uluslararası ses getiriyor. Uluslararası dayanışmayı hapiste hissetmek hapis yatmış bir gazeteci olarak söyleyebilirim ki çok önemli bir şey. Hükümet sizi yalnız olduğunuz duygusuyla ezmeye çalışıyor ama dışarıdan gelen bir ses size “hayır yalnız değilsin” diyor. Bu mesaj çok önemli. İkinci mesaj, onları hapseden hükümetlere ya da saldırıları teşvik eden hükümetlere,” bak bir gazeteciye dokunursan karşında dünyanın bütün gazetecilerini bulursun ve senin gizlemeye çalıştığın haber dünyanın bütün medya organlarında haber olur “mesajı veriyor. Bu, bir hükümet için çok can yakıcı. Bu örneği niye verdim? Aktif demokrasiden bunu anlıyorum. Günümüzde yapmamız gereken şey bu. Bir, uluslararası dayanışma; iki, fikir özgürlüğünü savunmak için ortaklaşa eylem. Neden bunu siyasetçiler de yapmasın? Bakın Türkiye’de ikinci büyük muhalefet partisinin liderleri, milletvekilleri, belediye başkanları hapiste. Selahattin Demirtaş hapiste. Ben Alman siyasetçilerinin, yargılanmalarını izlemek üzere orada olduklarını görmek isterim. 
Alkışlar...
Çünkü orada Avrupa Konseyi’nin üyesi bir ülke, bir milletvekilini, parti liderini hapsettiği zaman, siz Almanya’da istediğiniz kadar demokratik koşullarda yaşadığınızı düşünün. Artık sınırlar değil bizi belirleyen. Bütün dünyada demokrasi için mücadele etmediğimiz müddetçe, kapımızı kapatıp içeride demokrasiyi inşa edemeyeceğiz, bunu gördük. O yüzden her cephede demokrasiyi savunmamız lazım. O yüzden bir avukat tutuklandığında Alman barolarının o avukata sahip çıkması; bir gazeteci yargılandığında, Alman medyasının o gazeteciye sahip çıkması; bir milletvekili tutuklandığında Alman parlamentosunun onların yanında olması son derece önemli. 
Alkışlar...

HRANT DİNK, UĞUR MUMCU GİBİ YİĞİT BİR GAZETECİYDİ

Önceki gece Berlin’de Gorki Tiyatrosunda Hrant Dink’i andık. Hrant Dink, Türkiye medyasında yitirdiğimiz bir yiğit gazeteciydi, tıpkı yine bu hafta yitirdiğimiz Uğur Mumcu gibi; o da yiğit bir gazeteciydi, onun da adını anmak isterim. Ne yazık ki biz Türkiye’de mesleğimizin iftihar ettiğimiz isimlerini hep rahmetli diye anmak zorundayız. Onlar ya hapisteler ya da mezarlıklardalar. Bu, Türkiye’de nasıl bir meslek icra ettiğimizi gösteren acı bir örnek. O gece Hrant Dink’i anarken haber geldi. Biz yine Gorki Tiyatrosunda polis koruması altındaydık. İstanbul’da bir tiyatro oyununun, Barış Atay’ın Diktatör oyununun yasaklandığını öğrendik. Polis binayı basmış ve çevirmişti. O kadar sembolikti ki. İstanbul’da polis, devleti sanatçıdan korumaya çalışıyordu. Berlin’de polis, sanatçıyı devletten korumaya çalışıyordu. 
Alkışlar...
Ne yazık ki sanatın, bir tiyatro oyunun bile devlet için tehdit kabul edildiği bir coğrafyada sanat yapmaya çalışan insanları alkışlarımızla desteklememiz lazım. 
Alkışlar...

KİTLELER KORKU SONUCU KENDİ KATİLLERİNE HAYRAN OLDULAR

Şimdi biraz, niye bu duruma geldik, bunun üzerine konuşmak istiyorum, izin verirseniz. Duvar yıkıldığında, çoğunuz herhalde o günleri hatırlıyorsunuzdur, nasıl bir umut olduğunu tüm dünyada. Winds of Change şarkısını hatırlıyorum. Değişim rüzgârları bütün bir Avrupa’ya yayılacak ve dünyaya demokrasi gelecek umudu vardı. Büyük bir umut dalgası vardı yerkürenin her yerinde. Sonra, 1992’e Cohen’in Future adlı albümü çıktı ve orada Cohen Berlin Duvarımı geri istiyorum diyordu. Ben çok şaşırmıştım. Hiç unutmuyorum, “I’ve seen the future, it’s murder” diyordu şarkıda. Duvar yıkılalı 3 yıl olmuştu. Bir sanatçının sezgisine bakın ki 3 yıl sonra gelecek cinayetin kokusunu alıyordu. Sonra hepimiz bu kokuyu aldık kısa bir süre içinde. Peki, ne oldu da 10-15 yıl gibi kısa bir süre içerisinde dünya tepetaklak oldu ve bütün bir o umut dalgası bir anda söndü ve hepimizi büyük bir umutsuzluk dalgası sardı. Ben, burada tek bir gerekçe görüyorum: Korku. Bütün dünyayı yönetmeye başlayan korku. Dünyanın her yerinde terör korkusu, işini kaybetme korkusu, yabancılar gelip ülkemi elimden alacak korkusu, dindarlar geliyor korkusu, din elden gidiyor korkusu, bölücülük korkusu, nükleer savaş korkusu, aile dağılıyor korkusu... Her yerde korkular egemen oldu ve bu korkular,” merak etmeyin, ben çözerim” diyen popülist liderleri birer birer iktidara taşıdı. 
Dün bir yayıncı arkadaşımla tartışırken bunun fazlaca basite indirgeyen bir açıklama olduğunu söyledi bana. Ama ben hala ciddi bir korku bulutunun onları iktidara taşıdığını düşünüyorum. Dünyanın değişik dönemlerinde değişik bulutlar sarıyor yerkürenin üstünü. 60’larda coşkulardı, 80’lerde soğuk savaştı bu bulutun adı. Bugün korku bulutu. Bu korku yanında yağmur olarak hoşgörüsüzlüğü, nefreti, dışlamayı, içe kapanmayı getiriyor. Bir tür sinmişlik, ses çıkaramama halini getiriyor. Ve Trump gibi, Erdoğan, Putin gibi liderler hem bu korkuların nedeni hem de sonucu. Kitleler bu korkuyla aslında bir şekilde deri çanta alışverişine giden timsahlara dönüştü. Kendi katillerine hayran oldular. Bir tür Stockholm sendorumu içine düştüler. Günümüzde susmanın ve boyun eğmenin ciddi bir mükâfatı var. Bir lidere tapıyorsunuz ve o size merak etme, her şey yoluna girecek, yakında ben Meksika sınırına duvar öreceğim diyor ve onun rahatlığını hissediyorsunuz. Buna karşın, karşı koymanın ağır bedeli ve yaptırımı var. O yüzden, bizim karşı koyacak cesur insanlara ihtiyacımız var. 
Alkışlar...

EL KAİDE'NİN DOĞUM YILI SOVYETLERİN YIKILDIĞI YILDIR

Bu korkuları nasıl yatıştırabiliriz, onun üzerine düşünmemiz lazım. Ama ondan önce izin verirseniz bu demokrasinin krizinin nasıl başladığı üzerine biraz daha söz söylemek isterim. Kendi hayatımdan örneklerle biraz anlatacağım. Ben üniversite yıllarındayken 70’lerin sonuydu ve Türkiye’nin kanlı yıllarıydı; sağ ve sol aktivistler arasında ölesiye kanlı çatışmalar yaşanıyordu. Sonra asker geldi ve ağırlıkla solcular hapse tıkıldı. Türk demokrasisinin sol kolu kesildi. O dönemde bu sağ-sol kavgasına İslamcılar dâhil olmadılar, kenarda beklediler. Askerler gelince bir şekilde İslamcıların önü açılmış oldu. Askerler, o dönemde sol hareketi ezmek için bu İslamcı hareketlerden yararlandılar. Erdoğan, o dönemde sessiz kalmanın ve bu İslamcılara verilen tavizin bir ürünüdür. Diğer politik hareketlerin bastırıldığı bir dönemde İslami hareket çok kolay örgütlendi ve askerlerden destek alarak komünizmi ezmek için harekete geçti. Çok iyi biliyorsunuz ki aynı dönemde dünyada da benzer bir durum yaşandı. Sovyetlere karşı, komünizme karşı Amerika İslamcıları kullanmayı tercih etti. Özellikle Afganistan’da İslamcılara destek verdi, silah verdi, yetiştirdi, eğitti. 88’de Sovyetler çöktüğünde, Afganistan’da İslamcılar iyice palazlanmıştı, tıpkı 80’lerin sonunda benim ülkemde olduğu gibi. Bugün Amerikan’ın en büyük düşman saydığı El-Kaide’nin doğum yeri Afganistan’dır; doğum yılı ise Sovyetlerin yıkıldığı yıldır. Bin Ladin, askeri işgalciler ve işgalcilerle savaş için İslamcılara verilen tavizlerin bir meyvesidir. Türkiye’de askerler yönetimden çekildikten sonra merkez siyaset bir daha kendini toparlayamadı çünkü hapsedilmişti o hareketler ve o siyasetçiler yasaklıydı. Umutsuz kitleler, umutlarını, önü açılan İslami hareketlere yönelttiler. Hiç olmazsa yolsuzluk yapmazlar, Müslümandırlar diye düşündüler. Hiç hak etmedikleri halde bu hareketler militarizmle mücadele eden hareketler gibi görüldüler.  Aynı şekilde Amerika’nın mağdur ettiği Doğu halkları sığınağı İslam’da buldu. İslam bir direnişe, direniş hareketine dönüştü, çünkü büyük bir zulüm uyguladı Amerika işgal ettiği yerlerde. İslam’a saldırdı ve dindar kitleler daha da radikalleşti. Demokrasi umurlarında değildi. Erdoğan o dönemlerde “demokrasi bir amaç değil araçtır benim için” demecini verdi ve bir tramvaya benzetti demokrasiyi. Bizi istediğimiz yere kadar götürür, oraya geldiğimiz zaman ineriz, dedi. İndi de. Fakat biz ne yazık ki hala trendeyiz ve tren şu anda duvara doğru gidiyor. 

11 EYLÜL 2001 SALDIRISIYLA AKP'NİN KURULDUĞU YIL AYNIDIR

Bakın, süreci göstermek için tarihler vereceğim. 11 Eylül saldırısıyla AKP’nin kurulduğu yıl aynı yıldır, 2001. Guantanamo’nun açılışıyla, AKP’nin iktidara gelişi aynı yıldır, 2001. Irak’ın işgaliyle, Erdoğan’ın başbakan oluşu aynı yıldır, 2003. Bu global bir akımın Türkiye’deki yansıması aslında. Komünizmi durdurmak için İslam’ı kullanmaya başlayan Amerika’nın politikası 10-15 yıl sonra böyle bir yolu açtı ve o sayede bugünkü tabloyu yarattı. Şimdi o besledikleri El-Kaide, en büyük Amerikan düşmanı oldu ve iktidara taşınmasına destek oldukları Erdoğan, şimdi Amerika’yla savaşır gibi görünüyor. Ben 11 Eylül gününü çok iyi hatırlıyorum. Kameralar Amerika’da ağlayan insanları gösterirken, Ortadoğu’da sevinç çığlıkları atan insanları gösteriyordu. Birçok Batılı bunu anlamakta zorlanmıştır; gerçekten de anlaşılması zor bir tepkiydi belki. Ama bütün o halet-i ruhiyeyi biz anlayabiliyoruz. Yani Guantanamo’da üst üste yığılmış çıplak bedenlerin üstüne köpeklerin salındığını hatırlarsanız, 11 Eylül’de olanların Doğu dünyasında hüzün değil sevinç yarattığını anlayabilirsiniz. Batı dünyası ılımlı İslam diye bir şeyin özellikle radikal İslam’ın önünü kesebileceğini düşündü, özellikle de Amerikalı stratejisiler. Yanılıyorlardı, böyle bir şeyin imkânı yoktu. Tersine radikal İslam’ın zaferini sağladılar. Türkiye’de bazı liberaller benzer bir hataya düştüler ve belki ılımlı İslam’la radikal İslam’ın üstesinden gelebiliriz sandılar. Hiç öyle olmadı. Din ve siyaset bir arada yürüdüğünde son derece tehlikeli bir kokteyle dönüşüyor, özellikle İslam ülkelerinde. Laiklik o yüzden bizim için son derece hayati.
Alkışlar...
Aynı işgal siyaseti, sonrasında önce Irak’ı sonra Suriye’yi vurdu biliyorsunuz ve arkasından mülteci akınını getirdi ve o mülteci akını Batı dünyasını öyle bir korkuttu ki, Batı dünyası sınır kapılarını kapatıp, kendi içine kapanmaya başladı. Aslında buralardaki popülizmi tetikleyen biraz da o oldu. Elbette o akımlar zaten vardı ama mülteciler gelip işimizi elimizden alacaklar, işimizden olacağız, ırkımız değişecek kaygılarıyla popülist hareketler daha da yükseldi. Bunun Doğu’da başka yansımaları oldu. Orada da Batı karşıtlığı son derece yoğun bir şekilde artmaya başladı ve kendini tedirgin hisseden kitleler her yerde otoriter liderlerin gölgesine sığınmaya başladılar. Özetle şunu söylemeye çalışıyorum. Dünyanın bir yerinde yapılan bir haksızlık bize bulaşmaz sanıyorsunuz ama öyle değil işte. Dünyanın bir yerinde açılan bir yara gelip burada, bazen Berlin’de bir Noel pazarını vuruyor, bazen Amerika’da bir ticaret merkezini vuruyor, bazen İstanbul’da bir eğlence merkezini vuruyor. O yarayı açtırmamız lazım, o yarayı tedavi etmemiz lazım. 
Alkışlar...

AYRIM, DEMOKRASİDEN YANA SAF TUTANLARLA FAŞİZMİ DESTEKLEYENLER ARASINDA

Bunu yarayı daha sıkı sararak, kapıları daha sıkı kapatarak yapamayız. O yaranın iyileşmesi lazım. Daha çok polis tedbiriyle, daha çok polis yığarak bunu önlememizin imkânı yok. Bir dönem, benim üniversite yıllarımda ekonomik olarak Kuzey-Güney diye bölünen bir dünyadan bahsedilirdi. Sonrasında Doğu-Batı diye bölünen bir dünya çıktı ortaya. O zamanlar dünyayı anlamak daha kolaydı. Şimdi din ve ırkçılık temelinde bölünen bir dünyadan bahsediliyor. Ama artık kutuplar eskisi gibi değil. Yani Kuzey ve Güney, Doğu ve Batı, NATO ve Varşova Paktı olarak kolay algılayamıyoruz dünyayı. Demokrasi dediğimiz Amerika, insan özgürlüklerine ya da basın özgürlüklerine en çok saldıran ülkelerin başında geliyor bugün. Buna karşın neredeyse diktatörlüğe giden Türkiye’de müthiş bir şekilde direnen bir kitle ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla, demokratik rejimler ve totaliter rejimler diye ayırt edemiyorsunuz. Demokratik rejimlerin içinde totaliter eğilimler var, totaliter ülkelerin içinde demokratik direniş gerçekleştirenler var. Nerede saf tutacaksınız, bu çok önemli. Ben burada bizim dayanışmamızın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Artık ayrım Türklerle Almanlar arasında değil, artık ayrım Batı ile Doğu arasında değil. Artık ayrım, demokrasiye inanan ve demokrasiden yana saf tutan Türkler ve Almanlarla, faşizmi destekleyen Türkler ve Almanlar arasında.
Alkışlar...

BİZİ ÜLKELER DEĞİL İLKELER AYIRIYOR

Artık bizi ülkelerimiz ayırmıyor, ilkelerimiz ayırıyor ve o ilkelere sahip çıkmak zorundayız. Bakın, Batılı ilkeler diye biliniyor her yerde, insan hakları, demokrasi, basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü, kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, kadın erkek eşitliği... Biz Türkiye’de bu değerler için mücadele ediyor, bu değerleri ölümüne savunuyoruz ve istiyoruz ki ülkemizde bu değerler hâkim olsun, ülkemiz bu değerlerin özgürce yaşandığı bir ülke olsun. Birçok insan bunun için canını verdi. Siz bunun için can vermenin ne demek olduğunu bilmeyebilirsiniz, çünkü bunları hazır buldunuz. Bunlar uğruna savaşılacak şeyler değildi, bunlar zaten sizin anayasal olarak hakkınız olan şeylerdi. Hiç bir zaman yazdığınız bir yazının, o yazıda geçen bir cümlenin, sizin hayatınıza son vereceğini düşünüp, bunu bildiğiniz halde yazarak yaşamadınız. Biz bunu yaşadık ve çok iyi biliyorduk ki o karikatürü çizen arkadaşımız ertesi gün öldürülmeyi göze alıyordu. Bu cümleyi kuran gazeteci, o haberin üzerine giden gazeteci ertesi günden itibaren artık sokağa çıkamayacak. O yorumu yapan, o cümleyi, kelimeyi kullanan yazar bir daha rahat yüzü görmeyecek. Düşünün, bu koşullar altında insanlar demokrasiyi ve haklarını savundular ve savunuyorlar. Buna karşın bu değerlerin ana vatanı olan Avrupa ne yaptı? Mülteciler geliyor, e Erdoğan da biraz haksızlık ediyor ama biz çocukla iyi geçinelim, ne olur olmaz, kapıları açar mültecileri salıverir, sonra bizim burada hayatımız zora girer diyerek uzun zaman orada olanlara göz yumdu, görmemeyi tercih etti. 
Alkışlar...
Çok özel bir anı anlatayım. Hapisteydim. Başbakan Merkel Türkiye’ye ziyarete geldi. Televizyon vardı, televizyonu açtım, Türk Başbakanı ile basın toplantısı yapıyorlar. Merakla bekliyorum, herhalde Alman başbakanı bizim için, Türkiye’deki basın özgürlüğü için bir şeyler söyler diye. Bir gazeteci kalktı, bizim gazeteciler soramaz öyle ulu orta başbakana saçma sapan sorular (gülüşmeler...), o yüzden bir Alman gazeteci kalktı ve Türkiye’de gazeteciler var hapiste dedi, hatta benim adımı verdi ve onlar hakkında ne söyleyeceksiniz diye sordu. Hücremde yalnızdım ve televizyona yapıştım, acaba Alman başbakanı ne diyecek basın özgürlüğü hakkında diye. Dediği cümle şuydu, “Tabii ki bu konuları da görüşeceğiz ama sanırım Türk başbakanı da bir şeyler söylemek ister”. Hepsi bundan ibaretti. Türk başbakanı ise Türkiye’de hapiste gazeteci olmadığını söyledi (gülüşmeler...) Ben hapiste bir gazeteci olarak içeride yalnız başıma buradayım diye çığlık çığlığa bağırıyordum. Soruyu soran gazeteci kimdi biliyor musunuz? Deniz Yücel!
Alkışlar...
O soruda sessiz kalırsanız, sizin pasaportunuzu taşıyan birini de tutuklarlar. 
Alkışlar...
Biz şimdi Alman pasaportu taşıyanlar serbest kalabilsin diye pazarlıklar yapıldığını duyuyoruz. Ticaret yapmamız lazım, Türkiye büyük pazar, ekonomi istiyor ki mal satalım, şu demokrasi, insan hakları gibi pürüzlerden kurtulalım, onları hallederiz sonra, şu malları biran önce satalım... Bu yüzden aracılar yollanıyor, onlar bir kaç kişinin çıkmasını sağlıyor. Karşılığında ne veriliyor bilmiyoruz. İşte bu çay servisleri yapılıyor. Ama bu yollarla ne demokrasi inşa edilir ne de Türkiye kurtulur. 
Alkışlar...

TÜRKİYE'NİN KURTULUŞUNU ALMANYA'DAN BEKLEMİYORUZ, GÖLGE ETMEYİN DİYORUZ

Biz elbette Türkiye’nin kurtuluşunu Almanya’dan beklemiyoruz. Böyle bir yanılgı içinde değiliz. Biz sadece gölge etmeyin yeter diyoruz. 
Alkışlar...
Çünkü Türkiye’de mücadele eden insanlar var, gerçekten de ölümüne mücadele eden insanlar var. Ben artık sadece Alman hükümetinden değil dünyanın hiç bir hükümetinden bir şey beklemiyorum. Ama sizden bir şeyler bekliyorum. Alman kamuoyundan, Alman yoldaşlarımızdan, Alman gazetecilerden, sanatçılardan, Alman kadın örgütlerinden, öğrenci birliklerinden, Alman sendikalarından, partilerinden, Alman parlamentosundan elbette destek bekliyorum ve birlikte direnmemiz ve dayanışmamız gerekli diyorum. 
Alkışlar...
Önce bu korkuları yatıştırmamız lazım. İlk hedefimiz korkular olmalı. İnsanlara korkmayın biz varın diyeceğimiz bir demokrasi geliştirmemiz lazım. Nükleer silahlardan mı korkuyorlar, biz nükleer karşıtı kampanyanın bir parçası olmak zorundayız. Ailelerin dağılmasından, gay haklarından mı korkuyorlar, ders kitaplarına tekrar bakmamız, cinsiyet tanımlarını tekrar gözden geçirmemiz gerekiyor. Mültecilerden mi korkuyorlar, neden insanların ülkelerini terk etmek zorunda kaldıklarını, neden mülteci olduklarını onlara tekrar, daha iyi anlatmamız gerekiyor. Şiddet, şiddetin yayılmasından mı korkuyorlar, belki çocuklarının oynadığı bilgisayar oyunlarını tekrar gözden geçirmemiz gerekiyor. Bütün bunlar için bu kavgayı hep birlikte yapmamız gerekiyor.

BİZİ NATO VEYA AB'NİN KARARLARI DEĞİL, DAYANIŞMA DÜZLÜĞE ÇIKARTACAK

Erdoğan bizden yerli ve milli olmamızı istiyor. Ben yerli ve milli olmanın otoriteryenizmin yolunu açtığını düşünüyorum. Yerli ve milli olmak, eğer her koşulda ülkeni savunmaksa, ben Erdoğan’ın politikalarıyla karşı karşıya geldiğim zaman ne olacak? Ben burada bu tiyatroda kalbi bizler için atan, demokrasiyi önemseyen, Türkiye’de bir gazetecinin hapiste olmasını içine sindiremeyen bir Alman’ı, Türkiye’de onları hapse tıkan bir yönetimden çok daha yakın hissediyorum kendimi. Şunu da biliyorum ki birçok Alman dostum da buradaki bir neo-faşist Alman’dansa beni kendine daha yakın hissediyor. İşte bu dayanışma, bizi birleştirecek formül. Biz ne başka hükümetlerin himmetiyle ne de uluslararası örgütlerin, NATO veya AB’nin vereceği kararlarla düzlüğe çıkarız. Bizi ancak bu dayanışma, Almanya ve Türkiye’deki kadınların ortak eylemlilikleri, bizi ancak siyasi partilerin birlikte hareket etmeleri, sendikaların birlikte çalışmaları, öğrenci alışverişi, medyada ortak koyacağımız eylemler düzlüğe çıkaracak. Ve sizler ve bizler, Türkler ve Almanlar ve diğer Avrupa halkları yükselen popülizmin karşısına birlikte dikilmezsek, korkarım hepimiz onların kurbanı olacağız. O yüzden gün bugündür, gelin el ele verelim ve bu gidişatı hep birlikte durduralım.

Çok teşekkür ederim beni dinlediğiniz için, sağ olun.