Göçmen edebiyatı denilince akla genelde hep yerlilerin kullandığı dil gelir. Çevirmenlerin de bu konuda sıkça çuvallamaları, anlam ve kavram kargaşalığına farkına varmadan alet olmalarına sıkça rastlanır. Göçmen edebiyatı denilince akla kesinlikle ve kesinlikle çok dille yapılan edebiyat gelmeli ve öyle anlaşılmalıdır. Sadece Almaca ya da o ülkenin kullandığı dil ile yapılan edebiyat değil.

Yazar Rusça yazmış şiirlerini Hamburg'da yaşıyor, bal gibi de edebiyat yapıyor. Portekizce öykülerini sıralamış, Kürtçe anılarını kaleme almış adam, kadın Türkçe roman yazıyor ve benzeri örnekler çoğaltılabilir. Hepsi bir bütün olarak göçmen edebiyatını oluşturuyorlar. Ne zaman ama Almanca yazıyorlar ancak o zaman Migrantenliteratur'dan bahsetmek mümkün ama Einwandererliteratur'dan değil. Bu böyle anlaşılmalıdır. Edebiyatın dili bir tek Almanca veya Türkçe değil aksine evrenseldir. Kullanılan dil de takılıp kalmak aptalcadır, aslolan anlatının yansıttıklarıdır. İster alt edebiyat diyin, ister Alman edebiyatının ve kültürünün doğal ve kaçınılmaz yeni çeşitlemeleri.

Göçmen edebiyatı Almanya'nın değil Avrupa'nın yeni çocuğu. Doğalı epey oldu, şimdilerde büyüyor. Henüz çok büyük çalışmalarını vermemiş olsa bile oldukça köklü ve sağlam temellerini şimdiden atmış vaziyette. Ya yerliler bunu kabul edip ırkçı tavır ve anlayışlarını terk edip aralarında yer verecekler, üstkültür dayatmasını terk edecekler, ya da bu türden edebiyat, kendi bayrağı altında bütün göçmenleri de katarak işin içine, özgün istikametini ve geleceğini kendisi belirleyecek. Her iki seçenekte de yazının, edebiyatın kazançlı çıkacağı muhakkak.

Kütüphanelerinde, sanat, kültür ve edebiyatevlerinde Almanca etkinlik yapmıyor, sadece kendi ana dilinde bu okuma, tanıtma, etkinlik diye kapılarını kapatıp, yine de onlardan vergi almayı, bir tek seçim günü geldiğinde anımsayıp normal zamanlarda unuttukları raflarından indirerek kendileri için oy verilmesini dayatanları, ne tarih ne de edebiyat affedecektir. Bu tavrın Alman kültürü için utanç veren geleneksel ırkçılıklarından başka bir adı ve anlamı yoktur. Bir yandan kendinden büyük ve şaşaalı laflarla “dünyaya açılan kapı” gibi laflar ve yakıştırmalarda bulunacaksın, diğer yandan Alman olmayanlara sırtını dönüp “biz zaten tarihimizden beri çok kültürlüyüz” diyeceksin. O zaman kültürünü yesinler senin derler sana.

Almanya'nın da, Avrupa'nın da yeni kültür, sanat, edebiyat politikalarına ihtiyaç duydukları ortada. Ezilenler, göçmenler, mülteciler, kaçaklar, Müslümanlar, Kürtler, Aleviler, komünistler, dünyanın dört bir yanından hangi nedenlerden dolayı olursa olsun kalkıp buraya gelmiş, burada ömürlerini vermiş, ekonominin kalkınmasına katkıda bulunmuş, kök salmış, zamanla artık buralı oldukları tescillenmiş insanların kalıcı veya geçici anlayışları, hayatın hemen her alanında yaygınlaşmış, yer etmiş, kendi alt kültürlerini ister kabul veya reddedelim yaratmış vaziyetteler.

Göçmen edebiyatçıları şimdilik paralel toplumun yalnız kovboyları olarak sahneki yerlerini birer birer alıyorlar. Anavatanları ile içinde yaşadıkları ülkelerde, toplumlarda farklı bir köprü kuruyor, hayatın eşbenzer ya da apayrı yanlarına, yönlerine parmak basıyorlar. Güneş hepimizi ısıtıyor, sevindiriyor, kışın hepimiz üşüyor sıcağı özlüyoruz. İlkbahar gelince hepimiz coşuyor, apayrı neşe ve sevinçlere bulanıyoruz. Güz hala her yerde aşkın ve hüznün adı olmaya aday. İnsanları ayırmak neden? Bana ne senin renginden, sınıfından, dilinden, dininden? İnsan mısın, insanları seviyor musun, onların dünyaya ve gündelik yaşama bakışına bir zenginlik katıyor musun, bencil ve her şeyde cinsellik arayan hastalıklı bir kafaya sahip değil misin, üç kuruş kâr yapacağım diye doğaya ve insana düşmanlık yapıyor musun, cehalete karşı mücadele veriyor musun? Asıl buna, bunlara bakılmalı.

23.03.2013

www.criticus.eu