"Hoşgörü sadece geçici bir tutum olmalıdır, kabul görmeye yol açmalıdır. Hoşgörü, hakaret anlamına gelir."

Johann Wolfgang von Goethe

Başlık, şaşırtıcı olabilir. Ama okuduktan sonra okuyucu karar verecek, başlığın gerçeği yansıtıp yansıtmadığına. Çok uzun yıllardır ‘Tolerans’ ve ‘Hoşgörü’ sözcüklerini eleştiriyorum. Çünkü bu sözcükler, insanlara ‘Yukarıdan’ bakan mantığın ürünleri. Hoşgörü, gerçekte şu anlama geliyor: “Aslında sen hor görülecek bir insansın, ama sana hoşgörü gösteriyorum”. Veya “Görüşlerin, davranışın vb. beni rahatsız ediyor, ama toleranslı davranıyorum sana”.

Hoşgörü konusunu el almama neden olan olay, Ayasofya’nın müzelikten çıkarılıp, cami haline getirilmesiyle ilgili yaşanan tartışmalardır. Şovenist milliyetçilik ile el-ele veren, dogmatik ve fanatik İslam’ın şahlandığını görüyoruz.

Bir dostum; Taner Akçam’ın; ‘Türkün Uygarlıkla Sınavı’ başlıklı makalesine dikkatimi çekmişti. Akçam, makalesinde şöyle diyor: “Ayasofya’da yapılan açık bir barbarlık göstergesidir.” “Türk kültürsüzlüğünün ve yıkıcılığının” tüm dünyaya ilanıdır. Ve Erdoğan-Bahçeli ikilisi, bu “Kültürsüzlüğünün” ve “Yıkıcılığının” vücut bulmuş halidir.”

Her ne kadar Akçam ‘Türkler’ sözcüğü gibi çok genellemeci ve ‘Milliyetçi zihniyeti çınlandıran ifade kullanmış olsa da, abartılı yaklaşımı bu günün Türkiye’sinde gerekli görünüyor bana. Akçam, neden olarak da, Türklerin, hala 1453’ün fetih zihniyetini terk edemediğini ve 21’inci yüzyılda bile insanlığın kültür mirasını korumak gibi bir kaygıları olmadığını gösteriyor.

Bu yazıda beni ilgilendiren esas sorunlardan biri, kendini laik ve cumhuriyetçi gören CHP yönetiminin ve Kemalizmin sözcülerinin tutumudur. Ürkek ve çekingen tutumlarını anlamak için önce bir saptama yapmayı gerekli görüyorum. AKP’ye iktidarın yolunu açan ve AKP’yi sürekli güçlendiren, Deniz Baykal ile başlayan ve sonrasında devam eden CHP’nin ve kendini Kemalist gören politikacıların yanlış politikalarıdır. CHP’nin dogmatik İslamcı politikalara karşı gösterdiği hoşgörü, kafaları demokratikleştiren ve toplumu özgürleştiren bir hoşgörü değil. Alman filozofu Herbert Marcuse’nin dediği gibi, Özgürlükçü Hoşgörü, sağa ve sağ hareketlere değil, sola ve sol hareketlere yapılan hoşgörü demektir. Dinsel ve/veya milliyetçi sağa taviz veren partiler, esasında kendi ideolojik temellerini sarsmaktadırlar.

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan’a yönelik olarak; ‘Ayasofya’yı ibadete açacaksan aç’ demesi fanatik İslam’a verilen bir tavizdir. Böylesi tavizlerin nedeni, dogmatik ve fanatik ve çürümüş İslamcı AKP’nin CHP üzerinde kurduğu ideolojik egemenliktir. İşin ilginç yanı şu: CHP yöneticilerinin yanlış politikaları, Erdoğan’ın iktidarını ve AKP’yi güçlendirdikçe, güçlenen AKP ise, giderek CHP’yi daha çok siyasal ve ideolojik boyunduruğu altına alıyor. Bu nedenle AKP’nin karşısında CHP’nin rasyonel (burjuva rasyonalitesi anlamında olsa bile) bir karşı duruşu yoktur. Şimdiye kadar AKP’nin politikalarını engelleyememiştir. HDP ile açık ittifaktan kaçınan CHP, uzun dönemde etkisiz kalmaya mahkûm etmektedir kendini. Öyle görünüyor ki, CHP yönetimi, Ayasofya’nın camiye çevrilmesinin laikliğe vurulan büyük bir dinsel darbe olduğunu anlayamıyor. Bir gazeteci-yazar, Ayasofya’da kılınan namazı, laikliğin cenaze namazı olarak değerlendiriyor.

AKP, saldırgan politikasıyla, CHP gibi sözüm ona seküler bir partiyi öylesine bir ideolojik baskısı altına almış durumdaki, CHP yöneticileri ideolojik taviz verdiklerinin ya farkında değiller ya da ideolojik tavizin çok kötü olmadığını düşünüyorlar. Eğer böyle ise, bu durum CHP yöneticilerinin öngörüsüzlüklerinin ve tarih bilincinden yoksun olmalarının bir belirtisidir. Ayasofya’da Diyanet İşleri Başkanı'nın gösterdiği kılıcı ciddiye almayan bir partinin Türkiye halkı için yapabileceği bir şey yoktur.

***

Tarihin ve politikanın şöyle bir diyalektiği vardır: Yanlış politikalar, yalnızca karşıt olduğun partileri güçlendirmekle kalmaz, aynı zamanda yanlış yapan parti, farkına varmadan karşıt partinin ideolojik ve siyasal egemenliği altına girer. Roma İmparatorluğu’nun ve Fransız Devriminin tarihi, çürüyen veya çürütülen cumhuriyetin otoriter kişilikler ürettiğini gösteriyor. Demokratikleşmeyen her cumhuriyet çoğu zaman, ya çökmüş ya da otoriter kişilikleri ortaya çıkartmıştır. 20.Yüzyılın ilk yarısında, Almanya’da faşizmi doğuran nedenlerden biri; Weimerer cumhuriyetinin demokratikleşememesiydi. 1918 Kasım Devrimi’nde burjuvazi, feodal gericilik ve eski militarist güçlerle ittifak kurmuştu. Sosyal demokrat partiler, İşçilere ve sosyalizme ihanet ettiler. Tüm bunlara karşın işçi sınıfı daha sonraki süreçte burjuva düzeni tehdit edecek düzeyde komünist partisini yaratabildi.

Hem Alman komünist partisinin izlediği yanlış politika (Sosyal Demokrasiyi Sosyal Faşist gören) hem de Soysal Demokrat partinin yanlış politikası (Komünist karşıtlığı) sonucu güçlenen faşizm, sadece komünistlere değil, Soysal Demokratlara da ölümcül darbeler vurdu.

Hegel’e göre halklar ve hükümetler, tarihten hiçbir şey öğrenemiyorlar ve tarihten öğrenilebilecek derslere göre de hareket edemiyorlar. Çünkü her dönem öylesine kendine özgün koşullara sahiptir ve her dönem öylesine biricik bir durum sergiler ki, orada yalnızca o dönemin kendi koşullarından hareket edilerek karar verilmek zorundadır ve ancak böyle karar verilebilir.

***

İslam’daki fanatizme dikkat çeken filozoflardan biri, bu aralar üzerinde çalıştığım Alman filozofu Hegel’dir. Yaklaşık olarak 180 yıl önce İslam ve Türkler üzerinde değerlendirmeler yapmıştı. Duygu düzeyinde inanca karşı olmayan Hegel, dogmatik dine karşıdır. “Çünkü dogmatik dinsel inançlar durağandır, gelişmeye karşı durur; zorunlu hale gelmiş değişimi göremez”, diyor Hegel. Ona göre ”Devlet, dine mesafeli olmalıdır”. “Rasyonel, anayasal devlet, eylemlerini dinin yaptığı gibi "otorite ve inanca" dayandıramazdı. Dini konuları devlet işlerine dâhil etmek yalnızca fanatizmi körüklerdi; din politize olduğu zaman, sonuç sadece "Çılgınlık, zorbalık ve bütün etik temelli ilişkilerin yıkımıdır”. Çünkü dini inancın sofuluğu, rasyonel devlete kendi dogmalarını dayatmaya çalışır.

Dine karşı olmayan Hegel, bir yanda çok farklı bir din ve Tanrı anlayışı geliştirirken, diğer yanda Hıristiyanlık ile Musevilik ve İslam dini arasındaki farka dikkat çekmişti. Ona göre Hıristiyanlıkta, özellikle de reforma edilmiş Hıristiyanlık, insanın üstünde ve dışında bir kutsallık tanımaz. Tanrı’nın oğlu olan İsa’da kutsallık ve insan birleşmiştir. Yani tanrısallık soyut değil, somut olarak kavranmaktadır Hıristiyanlıkta. Böyle bir din anlayışı, insanı, kutsal olanın kölesi haline getirmediği için, bireyselliğin gelişmesine olanak tanımıştır. Çok yakından incelendiğinde Hegel açısından Us (Akıl) ve Tanrı aynı şeylerdir.

Oysa İslam’da peygamber olan Muhammed bir insandır; İsa gibi tanrının Oğlu değildir. Muhammed, İsa’da olduğu gibi Tanrı ve İnsanın birliği olarak görülmez; Muhammed bir insan olarak, insan zayıflığının üzerine yükseltilmiş değildir. İnsani zayıflığın kabul nedeniyle, İslam dininde bireysellik gelişememiştir. Bireysellik ve bireyin yaratıcılığı kabul edilmediği için, resim sanatı gelişememiştir. Bu nedenle resim ve heykel tasarımına yer verilmez bu dinde; Allah hakkında hiçbir tasarım, resim hoş görülmez. Hegel açısından İslam Dini, Araplar arasında doğdu; Araplarda Geist(Tin), oldukça yalındır. Çöl, yayla ve fanatizm ülkesi olan Arabistan’da doğdu İslam dini. Hegel’e kalırsa Müslümanlıkta resim sanatının gelişmemesinin bir nedeni, çölün egemenliğidir; çünkü çölde şekillendirilebilecek hiçbir şey yoktur.

Müslümanlıkta, öznellik vardır, ama bu öznellik yalnızca Allaha tapınmaya yöneliktir, diyor Hegel. Bu öznellik açısından, yalnızca inanan olarak insanın değeri vardır. En yüksek meziyet inanç için ölmektir. İnanç uğruna savaşta ölürse, Cennete gitmesi garantidir.

Hegel açısından, Müslümanların hedefi soyut tapınmayı geçerli kılmaktı; bu nedenle soyutlama egemen oldu. Soyut tapınma için çok büyük bir coşkuyla çalışıp çabaladılar. Hegel’e kalırsa bu coşku fanatizmdi. Çünkü var olanın karşısında olumsuz davranan soyut bir düşünce için gösterilen bir coşkudur bu. Somut olan şeylere karşı yalnızca tepkici, yakıp yıkıcı, yok edici bir şekilde davrandığı zaman, gerçek fanatizmi yaşar İslam.

Hegel’e göre İslam fanatizmi, bu dine inananları dünyayı fethetmeye itti, ama aynı İslam dini, organik bir devleti, özgürlük için yasal bir düzen oluşturan bir devlet kurmayı başaramamıştır.

İslam dinini, siyasal bir araç kullananların yarattığı ahlaki çöküntü nedeniyle, son yıllarda bazı İslamcı entelektüeller az sayıda olsa da, uyanıyorlar. Özellikle bilim ve felsefe ile ilgilenenler, dogmatik din anlayışından kopuyorlar. Kimileri saf değiştiriyorlar. Bunlar, sevindirici gelişmeler. Ne var ki, din ve milliyetçiğin etkisindeki, Türk halkının bilinç ve iradesinde önemli bilinç sıçramalar yaşanmadan, pek büyük ilerlemeler olmayacaktır. Tam tersine otokratik düzen önümüzdeki süreçte direnecektir. Halkın düşünce ve iradesinin değişimi bir yanda yoğun aydınlatma faaliyetlerini, öte yanda bu değişime destek olacak politik konseptleri ve mücadeleleri gerektiriyor.