“Saraylar saltanalar çöker, kan susar birgün, zulüm biter, menekşeler de açılır üstümüzde, leylaklar da güler. bugünlerden geriye, bir yarına gidenler kalır, bir de yarınlar için direnenler...” -Adnan Yücel-

Şehrin “penaları”ndan bir kimya profesörü. Bu ara cehennem sıcağı. Sabah saat yedide açılan ekmek fırınının önünde her sabah. Radyosu, onun her şeyi. Kışın ayakları dahi çıplak gezebilirken, radyosunu bir bebek gibi korur sürekli.

Onun yanından geçerken, yine radyo haberlerinin sesi geliyor kulağımıza:

“Beyrut...” diyor spiker. Kimya profesörü: “2 bin 750 ton amonyum nitrat, yanında havai fişek deposu. Ne işi var bunların yanyana? Patlata patlata bitiremediniz o minicik ülkeyi. 300 bin evsiz. AB 33 milyon Avro yardım yapacakmış. Almanya 10 milyon Avro. Yemezler! Yemezler! İnsanlar ölümüne sokağa döküldüler... bu dünya böyle gitmeyecek” diye nasıl parçalanıyor, kendini yerden yere atıyor.

Sonra, “Hiroşima, Nagazaki” kelimeleri çıkıyor haber spikerinin ağzından. Mağara adamı kılıklı bu kimya profesörü: “Öyle 75. yıl falan demekle olmaz. Öyle kuru kuru anma yapmakla olmaz. Gelin, oturun sabahtan akşama şurada. Her yer atom silahları. Gelin, aç kalın! Yemeyin, içmeyin, gece-gündüz bağırın! Tutsaksınız, hepiniz tutsak!” diye nasıl bağırıyor, kendini yerden yere atıyor.

İnsanlar geçiyor yanından. Ne radyo haberlerine kulak asan var ne de onun dediklerine. Onu bilenlerse zaten biliyor. Hep saygıyla yaklaşıyorlar yanından geçerken.

***

İzmir 1 No’lu T Tipi Hapishanesi’nden Özgür Karakaya: “Aytaç 1.85 boyunda, 59 kilo. Fotoğrafçıyı çağırıyoruz hücremize. Korona zamanı diye gelmiyor... oysa...” diye bir mektup yazmış. Hapishanelerde yıllardır üretilen “Vız Gelir” adlı bir mizah dergisi var. “Vız Gelir olarak böyle fotoğrafladık Aytaç’ı” demiş. (Özcan Yaman, aldığı bu mektubu ve fotoğrafı, 7 Ağustos tarihli Evrensel gazetesinde “Hapishane, ölüm oruçları ve korona günleri” başlıklı yazısında paylaşmış).

Aytaç Ünsal ve Ebru Timtik’in şu anki halleri fotoğraflanamıyor bile. Kara kalem çalışması olarak resimleri yapılıp paylaşılmış her yerde.

***

Pınar Aydınlar ve Temel Demirer Grup Yorum’un Çağlayan’daki mahkemesindeler yine; “sanatçılar nerede?” demişler.

Zindanlar, tam zindan! F Tipleri’nde her hücrenin buzdolabı talebine olumlu yanıt verilmişti şimdiye kadar. Selahattin Demirtaş’a bu kavurucu sıcaklarda buzdolabı dahi verilmeyişinin haberi yapılmış. Altına da dışarıdayken, evde çekilmiş bir sahah kahvaltısı videosu konulmuş. Kahvaltıyı Demirtaş hazırlıyor. Hazırlarkende, kızlarına ve eşine bir şiirmişçesine şu mısraları sıralıyor: “Erkekler kahvaltı hazırlar, erkekler yemek yapar, erkekler çamaşır-bulaşık yıkar. Bunların hepsini erkekler yapar...”

İnsanlar ekmeğe muhtaç. Fabrikalarda tam mesai çalıştırılmakta ve “korona ikinci dalgası geliyor” diye bağırılıp durulmakta...

Bir avuç insan maskelerle; kimi adliye, kimi fabrika önlerinde, kimi o sebeple-kimi bu sebeple sabahlamakta... Kadınlar sokaklarda joplanıp, karga tulumba gözaltına alınmakta...

***

Buralarda okullar açıldı! İki okul açıldığı gibi küt diye kapatıldı. Öğrencilere hastalık yayılmış...

Birkaç fabrikanın işçileri, “Pazartesi Eylemleri” geleneği sebebiyle, yüzlerce metrelik kortejler oluşturup yürüdü. Çalışma koşullarını ve sağlığın önemsenmemesini protesto etti...

Tatillerinden vazgeçmeyenler oldu. Kaç ülkeye gidip dönmüş olanlar ortalıkta gezinmekte. Tatile gidip dönenlere “test zorunluluğu” daha birkaç gün önce getirildi. Her gün test yapılan binlerce insandan “sadece” 15’inin sonuçları pozitif çıkıyormuş. Bu zorunluluk getirilmeden önceki 15’ler, kaç yüzlere hastalık bulaştırdılar, henüz bilinmez! Belki sonra, “2. dalga bu işte” diye patlatacaklar!

***

Saatler geçiyor bu arada. Yine geçmek zorunda kalıyorum, kimya profesörünün konakladığı ekmek fırınının önünden. Radyoya cevap vermekten, haberlere açılım getirmekten ve sıcaktan yorulmuş, bitkin. Çok iyi resim yapar. Konuşurken kimse ne dediğine dikkat etmese de, resim yapınca herkes bir döner bakar.

Yıllardır hep selam veririm, tanır beni. “Biraz yanınıza oturabilir miyim?” diyorum. “Oturun ama, öğüt möğüt istemem” diyor. Sohbet edilir kendisiyle. Ama sohbet ettiği kişi siz olmazsınız aslında. Kafasına kayıtlı yüzlerce kitap, binlerce makale, bütün günlük haberler ve bir de daima atan yüreği savrulur havaya. Kelimeler sadece, aklı ve yüreğinin tercümanıdır. O yoktur aslında ve siz de yoksunuzdur onun karşısında.

Lübnan’ın yanısıra Türkiye’de olanları da mırıldanıyorum hafif hafif. Hoş hepsini biliyor. Avukatların açlığını... Tutsakların fotoğraf makinesi olmadığı için ne güzel fotoğraflar çizdiklerini anlatıyorum... Resim çizmek onun için vazgeçilmez bir sevda, biliyorum.

Gözleri ışıl ışıl parlıyor ve göğe bakarak konuşuyor: “Sizin komünistlerin kaypakları çok ama, severim ben sizi. Toplanın gelin, benim gibi yaşayın. Hep beraber böyle yaşayalım. Makinesiz fotoğraf çizmek benden! Gece-gündüz hepinizi çizerim hiç üşenmeden” diyor. Gözleri umutla parlıyor! Sonra çöküyor; “gelmezsiniz ama” deyiveriyor. “Kimse gelmez! Ama şimdilik. Birgün olur ki herkes gelir. Hayalini kurmak bile güzel” diyorum. “Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek diye bir şiirimiz var” deyip, çevirmek için debeleniyorum, tam olmuyor. Ne o var ne de ben! Ama yanıtsız bırakmıyor hiç bir yürek işini! Mısraları jet gibi dehşet iyi yorumlayıp “bu kelime mi?” diye soruyor. Doğrusunu söylediğinde “işte bu kelime oldu” deyiveriyorum. Makine gibi hepsini bir araya getirip, iki mısrayı ezbere şakıyıveriyor. Kayboluyor şiirle birlikte, gökyüzünde!

“Sen ve diğer üç profesör. Birazcık, ama birazcık normal yaşasanız, yani en azından bir eviniz olsa; ne çok şey öğrenebiliriz sizlerden” diyorum. “Birazcık normal yaşasak, sistem aklımızı da dilimizi de çeler. Aklımız çalışır ama yüreğimiz susar. O bize çelme takmadan, biz kaçırdık aklımızı ondan” deyip kahkahalar atıyor. “Haklısın” diyorum, bir şiir gibi gökyüzüne yanıt verişini izleyerek. İznini isteyip kalkıyorum.

Ben iki adım attıktan sonra, bir şekilde onu hep ayakta tutan hayalleri ve umutlarıyla gümbür gümbür haykırıyor ardımdan. Nihayet bana, direk bana sesleniyor diyerek bir tebessüm yapışıyor yüzüme. Kimin umurunda, gelen-geçen bize baksa da bize ne!

Gümbür gümbür haykırıyor ardımdan! Dönüp baksam, küt diye söndüreceğim belki bu coşkun haykırışı. Dönüp bakmıyorum. Başkaları bu sahneye dönüp bakıyor. O hâlâ ardımdan gümbür gümbür haykırıyor:

“Fotoğraf makinesiz fotoğraflarınız benden. Tutsaklardan daha tutsaksınız zaten. Özgürleşmeye gelin. Gelin yeter ki! Fotoğraf makinesiz fotoğraflarınız benden. Sözüm söz! ... Fotoğraf makinesiz fotoğraflarınız benden... Sözüm söz!”.