Zincirin dördüncü halkası: Irak - İç savaş hala sürüyor

Amerika ve müttefiklerinin oluşturduğu “Çok Uluslu Koalisyon Kuvvetleri”nin Irak’a müdahalesi, 20 Mart 2003’te başladı. Gerekçe, “Saddam’ın kimyasal silahları ve El Kaide’yi desteklemesi”ydi. Sadece bombardıman, bir ay sürdü. Rejim çöktü ve Saddam bir mahzende saklanırken yakalandı. Müslümanlar için kutsal bir gün olan Kurban Bayramı’nın ilk gününde ise idam edildi. Ebu Garib Cezaevi’nde yaşananlar, Sünnilerin Irak hükümetinden dışlanması gibi koşullar, Irak’ı iç savaşa sürükledi.

11 Eylül’de ikiz kulelerin bombalanması ardından Amarika’nın saldırılarıyla yıkılan Taliban’ın El Kaide’de bir araya gelen militanları, Irak’a aktı. Hatta Irak, El Kaide için yeni bir nefes borusu gibi bir şey oldu. El Kaide militanlarının gelmesiyle Sünni-Şii savaşı daha da şiddetlendi. Karşılıklı binlerce insan öldü. Kendilerine dokunmadıkça yaşanan çatışmalar, uluslararası güçleri rahatsız etmedi. Maliki hükümeti, hiçbir zaman Sünnilerin yaşadığı bölgeyi kontrol altına alamadı. Devletin olanakları bu bölgeye ulaşmadı veya ulaştırılmadı. Sünnilere potansiyel suçluymuş gibi yaklaşıldı ve dışlandılar. Buna karşın bölgede görünmeyen bir yönetim vardı. Kimse bunun nasıl olduğunun peşine düşmedi.

Türkiye ise Şiileri, Kürtleri ve İran’ı dengelemek amacıyla Sünni Türkmenler üzerinden Arap Sünni güçlerle yakın ilişki kurdu. Sonrasında Irak yönetimiyle ters düşen Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık El Haşimi’yi koruma altına alarak tavrını netleştirdi. Türkiye böyle davranmakla Irak içinde Türkmenlerden sonra başka bir güce, Sünnilere dayanma fırsatı yakaladı. Irak’taki bu karmaşaya, “en büyük düşman” dediği El Kaide’nin açık etkinliğine karşın Amerika, 2012 yılı başlarında askeri güçlerini Irak’tan çekmeye başladı. Amerika’nın güçlerini çekmesiyle, Irak’taki iç savaş daha da hız kazandı ve siyasi olarak da Şiiler-Kürtler-Sünniler arası ilişki, hemen hemen koptu. Irak, bir kaos topu olarak ortada kaldı. Ama Saddam iktidarı döneminde devletin en etkili ve yetkili kurumlarında yer alanlar, daha çok Sünnilerdi. Bunlar da Maliki hükümetinin dışladığı Sünni bölgesinde yaşıyorlardı. Bölgeye gelen El Kaide, deyim yerindeyse bir ganimetin üstüne oturdu. Çünkü eğitimli bir kadroya kavuştu. Bu kadro El Kaide ve sonrasında ise IŞİD’in (Irak Şam İslam Devleti-IŞİD) omurgasını oluşturacaktı.

Zincirin beşinci halkası: Tunus, Mısır ve Libya

Tunus’ta başlayan ve adına “Arap Baharı” denilen süreç, Arap dünyasında yeni iç çatışmaların da başladığı süreç oldu. Mısır, ardından da Libya geldi. Mısır’da Müslüman Kardeşler Örgütü’nün köklü ve geniş bir kitle desteğine sahip olması, dış silahlı güçlere ihtiyaç bırakmadı. Müslüman Kardeşler Örgütü, Mısır devletinden daha eski bir geçmişe sahip. Bu bakımdan tecrübeli ve ülkeye karşı sorumlulukları bakımından da ulusalcı. Olaylar patlak verdiğinde 1978 yılında Enver Sedat önderliğinde Mısır ve İsrail arasında yapılan “Camp David Anlaşması”na sadık kalmayı taahhüt edene kadar da İsrail tarafından benimsenmedi. Zaten ömrü çok kısa sürdü ve lideri Museyri bir yıl gibi kısa bir süre sonra, askeri bir darbe ile devrildi. Ama Mısır, iç savaş tehlikesini atlatmış değil. Müslüman Kardeşler’in tutumunu pasif bulan yeni Sünni şeriatçı örgütlerin sahneye çıkmasının koşulları var. Bunu biraz da IŞİD’in kaderi belirleyecek.

Zincirin altıncı halkası: Şubat-Ekim 2011 Libya İç Savaşı


Libya’da ise savaş zorlu oldu. Libya, Kaddafi yönetiminde Ortadoğu’nun sosyal refah düzeyi en yüksek ülkesiydi. Bu özelliği nedeniyle Tunus gibi hemen bir iç ayaklanma başlatmak zor oldu. Bir-iki aşiretin tepkisinin ardından sahnede hemen, sözünü ettiğimiz İslam dünyasındaki paramiliter Sünni şeriatçı gruplar boy gösterdi. NATO’nun Afganistan’ın Tora Bora Dağları’nda aradığı El Kaide, Libya’da aynı NATO ile Kaddafi güçlerine karşı birlikte savaşmaya başladı. Hatta burada gösterdikleri “başarılar”dan dolayı Batı basınında övgüler bile aldı.

İç çatışma başlar başlamaz ayrışmayı hızlandırmak ve savaşanları ve saldıranları meşrulaştırmak için “Ulusal Geçici Konsey” kuruldu. Savaşa, “NATO’nun Libya’da ne işi var?” diyen Erdoğan da katıldı. Türkiye, Bosna ve Irak’tan sonra Sünni şeriatçı militanlarla üçüncü buluşmasını burada, Libya’da yaptı. El Kaide, hem kent savaşında hem de düzenli orduya karşı tecrübesini ilk kez Libya’da kazandı. Bilindiği üzere Kaddafi yenilince NATO ve Sünni şeriatçı militanların işi bitti. NATO güçleri çekilirken, nereden ve nasıl geldikleri bilinmeyen İslami Sünni şeriatçı militanlar, yine nasıl ve nereye gittikleri bilinmeden kayboldular. Sünni şeriatçı güçler Libya İç Savaşı’nda daha “meşru” bir zemin yakaladılar. Ne de olsa “Diktatör Kaddafi”ye karşı NATO ile birlikte savaşmışlardı. Başka yerlerde ortaya çıktıklarında da burada birlikte savaştıkları “uluslararası güçlerle” daha açık, “meşru” bir ilişki içine girmeleri kaçınılmazdı.

Zincirin yedinci halkası: 2011-... Suriye İç Savaşı


Suriye’de Esad’a karşı başlayan gösteriler, diğer ülkelerde olduğu gibi sivil görünümdeydi. Evet, Esad bir diktatördü. Amerika va Batı’nın müttefikleri olan Körfez ülkelerinden bir derece daha düşük bir diktatör. Buna karşın, yine de Müslüman Kardeşler ve Kürtlerin zayıf örgütlenmeleri vardı. Müslüman Kardeşler, 1982 yılında Humus’ta aldığı büyük darbeden sonra kendini toparlayamadı ve yeni süreçte fazla etkili olamadı. Ama sivil göstericilere ordudan kaçanlar da eklenince, uluslararası güçler bunu daha büyütmek ve cesaretlendirmek için yoğun bir çalışma içine girdi. Yaptıkları dezenformasyonla Sünnileri yönetimden koparmaya yöneldiler. Çatışmaları hızlandırmak için Türk askeri ve istihbaratı burada büyük görevler üstlendi. Hemen Türkiye tarafında (Hatay ve sınır bölgelerinde) eğitim ve mülteci kampları kuruldu. “Esad iki ay içinde gidecek” beklentisine girildi.

Süreç içinde aşiretler ve Sünni şeriatçı örgütler ortaya çıktı. Bugün Rojava’da savaşmakta olan Kürtler dışında bütün gruplar, “Özgür Suriye Ordusu” (ÖSO) çatısı altında biraraya geldi. Kürtlerin ÖSO içinde yer almaması, Türkiye’yi ve yanı sıra Amerika’yı rahatsız etmişti. PYD’yi etkisiz bırakmak için ÖSO’nun başına İsveç’ten bir Kürt’ün getirilmesi, durumu değiştirmedi. Türkiye, Beşar Esad yönetimine karşı savaşacak olan güçlere gönüllü olarak ev sahipliği yapmaya başladı. Türkiye’nin “Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması” ilkesi, ÖSO tarafından koşulsuz kabul edildi. Dünyanın Libya’ya karşı sessizliğini baz alan Türkiye, Suriye’ye de aynı yöntemle yaklaşıyordu. Ne ki, Rusya, Çin ve İran Doğu Akdeniz’in bu stratejik noktasına karşı ilgisiz değillerdi ve ayrıca Suriye yönetimi ile stratejik ortaklıkları vardı. Uluslararası güçler burada duvara tosladı.

Rusya-Çin ve İran faktörü Suriye’ye olası uluslararası müdahale durumunu zora sokmuştu. Esad rejiminin kısa sürede devrileceği hayaliyle yola çıkan Suriye muhalefeti ÖSO, zaman uzadıkça umutsuzluğa kapılmaya başladı. Libya’da ortadan kaybolan Sünni şeriatçı militan güçler, işte bu koşullarda ortaya çıktı. Batı, ÖSO’yu ayakta tutmaya çalışıyordu; ama fazla zaman geçmeden ÖSO içindeki örgütler arasında görüş ayrılıkları yükseldi. Örgütler arasında uyum sorununu sağlamak için İstanbul, Antalya gibi kentlerde lüks otellerde tolantılar yapıldı. Sınırın Türkiye boylarında askeri eğitim kampları kuruldu. Bütün bu çabalara ve verilen modern silahlara karşın ÖSO, Esad güçleri karşısında başarılı olamadı. Başarısızlık, örgüt içinde sorunların çıkmasına, grupların birbirini suçlamasına yol açtı. ÖSO içindeki güçler ve gruplar olanakları kendi lehlerine kullanmaya başladı. Bu, ayrışmayı hızlandırdı. Bu süreçten en karlı çakınlar ise Sünni şeriatçı örgütler oldu.

El Kaide, açık kimliğiyle bu süreçte ortaya çıktı. İslami Sünni şeriatçılar ÖSO’ya şeriatı dayattı. Bu konuda anlaşamayınca da İslamcılar ayrılıp, “İslami Cephe” adıyla bir cephe kurdular. “Suriye Muhalif Güçleri” dedikleri güç, bölünmüştü. Bölünmeyle birlikte Amerika, Batı ve destekçilerinin Suriye stratejisi de parçalandı. İslami Cephe ve ÖSO’yu bir arada tutmak için Cenevre 1 ve Cenevre 2 ile sonuç almaya çalıştılar ama bunda da başarılı olamadılar. Uluslararası güçler içinde bulunan Sünni ülkeler, Türkiye-Katar-Suudi Arabistan ittifakı, giderek ayrı bir inisiyatif haline geldi ve açıktan ÖSO’dan ayrılan Sünni şeriatçı örgütlere oynamaya başladılar. ÖSO’dan sonra onu oluşturan müttefik ülkeler de fiilen bölünmüş oldu. Sünni şeriatçı örgütler de iki gruba ayrılınca, Irak ve Suriye’yi birleştiren ve Sünni bir devlet kurma stratejisine sahip olan DAİŞ, Türkiye’nin büyük ilgisini çekti. Çünkü IŞİD‘in devlet kurmak istediği yerlerde Kürtler vardı. Kürtler ise Türkiye için malum!

Türkiye, El Kaide’nin kolu olan Süriye’de örgütlü El Nusra ile olan ilişkisini tümden kesmese de ağırlıklı ilişkiyi IŞİD’le kurdu. Pakistan-Taliban ilişkisinin benzeri, IŞİD-Türkiye arasında kuruldu. (Bir farkla: Pakistan-Taliban ilişkisini kuran Amerika idi. Türkiye ise bu ilişkide tek başınaydı.) Obama’nın yardımcısı Biden’ın belirttiği gibi Türkiye, “bu örgüte milyonlarca dolar ve silah aktardı.” Ülkesinde militanları eğitti ve rahat geçiş yapabilmeleri için sınırlarını açtı. Bu politika sonuç verdi: Esad’a karşı kavaşmak amacıyla ortaya çıkmış olan güç, yön değiştirerek Irak yönetimine ve Kürtlere karşı savaşmaya başladı. Buralar da Türkiye’nin ilgi alanlarıydı. Türkiye, IŞİD ile geliştirdiği ilişkiyle kendisini, bölge halklarını ve müttefiklerinin stratejilerini tehlikeye atmış oldu. İlerleyen günlerde bu illişkinin nasıl bir biçim alacağı ve Türkiye’yi nereye sürükleyeceği ayrı bir yazı konusu olduğundan burada üzerinde durmuyoruz.

FIS’ten IŞİD’e uzanan yol

Sünni şeriatcı örgütlerin Cezayir’den başlayan yolculuğu, şimdilik Suriye ve Irak’ta etkili bir güç olarak ortaya çıkmalarıyla sonuçlandı. Kendilerini meşrulaştırarak kalıcılaşmaya çalışıyorlar. İşledikleri vahşi cinayet ve katliamlarla ise dünya politikasını zorluyorlar. Görünen o ki, Ortadoğu’dan başlamak üzere İslam dünyası, yeni bir şekillenmenin eşiğinde. Nijerya’dan Pakistan’a kadar uzanan (Türkiye’yi de içine alan) coğrafya, büyük acı ve çatışmalara gebe.

Amerika ve Batı Sünni şeriatçı örgütleri siyaset alanına çekmenin çabası içinde. IŞİD’e karşı kurulduğu söylenen koalisyon, IŞİD ve benzeri örgütlere düzen verme, onları çizdikleri siyaset ekseninin içine çekme amaçlı bir girişim. Böyle olduğunu görmek için koalisyonun ortaklarına bakmak yetiyor. Sadece bombalamalara bakmak, gerçeğe götürmüyor. Kobanê katliamına seyirci kalmaları da bu hesaplarının bir sonucu. Evet. Amerika, uzun uğraşlardan sonra Şii İran’a karşı alternatif Sünni merkezli bir ideolojik güç yaratmayı başardı. Ama yarattığı canavarın karşısında şimdi kendisi de titriyor.