“Küçük kızların okula gitmelerine ve daha sonra tıpkı oğullar gibi bilimleri öğrenmelerine izin vermek geleneksel olsaydı, küçük kızlar da aynı şekilde öğrenir ve tüm sanat ve bilimlerin inceliklerine dek, oğullar kadar zahmetsizce anlarlardı [...] Kadınlar neden daha az şey bilir biliyor musun? [...] Açıkçası, bu, kadınların çok farklı şeylerle başa çıkamamasından değil, evlerinde zaman geçirmelerinden ve evlerine bakmakla yetinmelerinden kaynaklanmaktadır [...] İyilik ve onur duyguları yokmuş [...] gibi, kalplerini kaybederler ve şu yaptıklarından başka hiçbir şey için iyi olmadıklarına kanaat getirirler: Erkeklere sarılmak, çocukları taşımak ve eğitmek. Halbuki Tanrı onlara, eğer isterlerse, ünlü ve muhteşem erkeklerin çalıştığı her alanda kullanabilmek üzere yüksek bir muhakeme kabiliyeti de vermiştir. Bu şeyleri ciddiye alarak ilgilenme isteği taşımaları hâlinde, onlara erkekler kadar aşina olurlar ve büyük bir gayret gösterdiklerinde de sonsuz bir şan-şerefe ulaşabilirler.”Christine de Pizan (Kadınlar Edebiyat Tarih, Orta Çağ’dan günümüze yazan kadınlar-Suhrkamp 1998, s. 21)

Tarih, ağırlıklı olarak matematiksel göstergelere indirgenip gezindirilmekte. Üzerine de birkaç kahraman eklenip, günümüzün motifleriyle allanılıp pullanılıp sunulmakta. Ve böyle gezindirilip sunuldukça da, özünde, silinen bir tarihin yerine yeni türevli tarihler yazılmaya başlanılmakta.

Biyografi yazımlarından tutalım da, kavram-hareket-akım tarihlerine dek; adeta bir defilede gezinirmişçesine öğrenmek öğretiliyor yeni nesillere.

Yeni nesillerin bilgi-bilinç inşasına oynanırken, eski kuşakların da bilinci dumura uğratılmaya çalışılıyor.

***

Marie de France 1135’te Fransa’da doğar. Christine de Pizan ise 1364’te.

“İlk Feministlerden” olarak anılan Christine de Pizan’dan önce, nice kadın başlar yazın eylemine.

Tüylerle başlarlar yazmaya. Tüylerle yazmaya başlanılan zamanlar, konuşma ve yazı dilinin bu günkü kadar gelişmediği zamanlardır.

Onuncu yüzyılın başlarıdır. Ve o zamanlarda dahi Avrupa topraklarında çeviriler yapılmaktadır. Çeviri yapan kadınlar da vardır.

Bütün bunları yapan “Kadın”, kiliselerin otoritesi altındadır. Düşünmesi, konuşması, yazması ve her eylemi izin dahilindedir. “Erkek”in de özgürlüğü yoktur. “Erkek” abartısız, bir hayvan gibi çalıştırılmaktadır. Ücret, karın tokluğudur. Ancak “Kadın”a izin vermesi gereken, her daim “Erkek”tir. Çünkü “Kadın”, “Erkek”in soyunu ve mülkünü devredeceği evlatlarının taşıyıcısı-doğurucusudur. Cinsel ihtiyaçları karşılama ve üreme makinesidir.

Tüylerle yazan kadınlar, böylesine ilkel bir çağda düşündüklerini yazabilmek ve hep daha da iyi yazabilmek için tüm bu izin mekanizmalarını, kiliseleri ve kocalarını terkederler. O asırda! Düşerler yollara! Ve ulaşılabilen izler kadarıyla bilinebilen, kadının harekete geçiş tarihinin yazın eylemiyle, böyle başladığıdır.

Marie de France düşündüklerini söyleyemediğinden dolayı, her şeyden önce yazmak zorunda oluşunu şöyle ifade eder: “Boğazımda düğümlenen iffetim!”

Bu eylemdir ki, sürekli cinsiyet köleliğine son verme mücadelelerini doğurur.

***

“Din-Tanrı” kavramları elbette hayatın tam göbeğindedir. Henüz insanlık, dünyayı yeni yeni anlamaya başlayan bir canlıdır. Çağ, “Erkek”in “Kadın”a, Tanrı emri diyerek sınırlar getirmeye ve geliştirmeye başladığı bir çağdır. “Kadın”ın ise bunun bir haksızlık olduğunu keşfetmeye ve isyanını tüylerle akıtmaya başladığı bir çağdır.

Efsaneler, hikâyeler, şiirler ve hatta romanlar yazmaya başlar “Kadın”. Günümüzde ilkokul çağındaki bir çocuğun dahi “bu sadece bir masal” diyebileceği anlatılar, gerçekten inanılarak ve Tanrı’yı keşfetme arzusuyla yazılır. Tüylerle yazan kadınlar cinselliğe ve Tanrı’ya, bizi hayretler içerisinde bırakacak boyutlarda dokunuşlar yapar (çevirilerde görmek mümkün).

Bu kadınlara Feminist, bu akımlara Feminizm denene kadar yüzyıllar geçer. Şimdilerde “Feminizmin Öncüleri” diye sıkça andığımız kadınların da, esasta edebi eserleri öne çıkar ve bunun için can bedeli bir yazın mücadelesi verilir.

Bu günlerdeki gibi, eylemek isteyene, o günlerde de yazmak gerçekten bir eylemdir!

***

Günümüze dek “Kadın” ve “Erkek” kodlamalarının bilincimizdeki-yaşamımızdaki değişimi noktasında çok yol katedilmiş olmasına rağmen, bu kodlamalar tıpkı bin yıl öncesindeki gibi ısrarla devredilir. İnsanlık tarihi, bilinçli yaşadığı yüzlerce yılı ardında bırakmıştır. Ancak bu kodlamalar bırakalım devletler ve yasaları, bizim en ileri saflarımızda dahi hâlâ korunmaktadır. Ve önce kendi içimizde istikrarlı, keskin, acımasız bir mücadele göze alınıncaya dek bu kodlamaları “Kadın”ın tek taraflı olarak eritmesi ve yok etmesi imkânsızdır.

Bu kodlamaların tarihler boyunca nasıl muhafaz edildiğinin en iyi izlerini edebi eserler taşır.

Şimdi bu izlerle bir yolculuğa çıkmayı deneyelim. Yolculuğumuza Orta Çağ ile başlayalım.

Biz iz sürdükçe, hep onları silmeye çalışanlar da olacak. İzleri silmeye çalışanlar oldukça, hep iz sürmeye devam edenler de olacak. Israrla ve coşkuyla kalalım...

*Bu yazı; Güney Kültür-Sanat-Edebiyat Dergisi, Ocak-Şubat-Mart 2022 tarihli 99. sayısında, Hiltrud Gnüg ve Renate Möhrmann tarafından yayınlanan, ‘Kadınlar Edebiyat Tarih, Orta Çağ’dan günümüze yazan kadınlar’ adlı kitaptan ilgili bölümlerin çevirileriyle birlikte yayınlanmıştır.