Yeni bir yıla daha girdik. 2015 yılı başta Türkiye, Ortadoğu ve Fransa olmak üzere islami kökenli terörün kol gezdiği, vahşet boyutunda katliamların sergilendiği acı bir yıl olarak geride kaldı.

Türkiye'de bir yıl içinde iki kez genel seçimler yapıldı. 7 haziran seçimlerinde beklediği oyu alamayan AKP ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, liderler arası koalisyon görüşmelerinden sonuç çıkmayınca, 12 Eylül darbe döneminden kalma anti demokratik anayasaya dayanarak, seçimlerin tekrarına karar verdi. Başkanlık hayaliyle yatıp kalkan Cumhurbaşkanı'nın hedefi seçimleri tek başına kazanmaktı. Rüyası gerçek oldu.

Seçim kampanyası oldukça kanlı geçti. Onlarca Erdoğan ve hükümet karşıtı muhalif, siyasi duruşları gerekçesiyle, en sıkı güvenlik önlemlerinin alındığı miting alanlarında patlatılan bombalar sonucu katledildi. Hemen hiç bir olayın failleri yakalanmadı. Uzun bir süredir devam eden Akil insanlar, Çözüm süreci ve İmralı görüşmeleri aniden buzdolabına konuldu.

'YETMEZ AMA EVET' DİYENLERE GEREK KALMADI

TV'lerde Ahmet Kaya ve Yılmaz Güney'in sürgünde ölümünü, Erdal Eren'in 17 yaşında idamını gündeme taşıyarak sol kitlenin bir dönem gözünü boyayanlar, Dersim katliamını diline dolayarak Kürtlerin ve Alevilerin tarihi acılarını istismar ederek şov yapanlar, aniden kaybolmuştu. Çözüm süreci de unutulmuştu. Artık "yetmez ama evet" diyen liberallere de ihtiyaçları yoktu. Köprüden karşıya geçilmişti. Her firsatta "550 yerli milletvekili istiyorum" diyen ve taktığı demokrasi maskesini çıkarmış, kendi öz benliğine dönmüş, başkanlık hayaliyle yatıp kalkan, Türk-İslam sentezi savunucusu, Hikmetyar'a diz çökmüş eski militan Erdoğan sahneye çıktı.

Rize'de "oluk oluk kan akacak" diyen, sicili cinayet vb. pisliklerle dolu eski MHP'li Peker çetesinin açıklamasından iki gün sonra yaşanan Ankara Katliamı, ne Erdoğan'ı nede tek bir yargı mensubunu harekete geçirdi. Cumhuriyet gazetesi genel yayın yönetmeni Can Dündar'ın MIT Tır'ları haberine "casusluk faaliyeti" suçlamasıyla şahsi dava açan Cumhurbaşkanı, TV kameralarının karşısında katliam tellalığı yapan Sedat Peker adlı katile sessiz kaldı. Anlaşılan 90'lı yılların kanlı senaryoları tekrar gündeme alındı. Mehmet Ağar ve Susurluk çetesinin gölgedeki ölüm komandoları tekrar görev başına dönmüşlerdi.

BOMBALARLA KİTLEYİ KORKUTARAK SEÇİMLERİ KAZANDI

Geçmişte göz boyamak için, "Fırat kenarında bir koyun kaybolsa Allah bunun hesabını bizden sorar." diyenler, ülkenin dört bir yanında yaşanan katliamların fallieri konusunda suskunluğu tercih ettiler. Hatta katledilenler ve yakınlarını suçladılar. Gösterilere katılmasalardı ölmezlerdi mesajı verilmek istendi. Ölüm, muhalif duruşlu kesimlere adeta kanıksatılmak istendi. Seçimler boyunca "ya istikrar yada kaos" konusu gündem maddesiydi. Kitleler, "seçimlerde AKP'ye oy vermezseniz hergün bu türden olayları yaşarsınız" mesajı ile korkutuldu.

Suruç, Mersin, Adana ve Diyarbakır dahil, başkent Ankara'da TBMM'nin 2 km. uzağında barış gösterisi yapan kitlenin ortasında patlatılan bombalar sonucu, öldürülen onlarca insan yaşamını kaybetti. Sorumlu olarak tek bir kişi bile adalet önüne çıkarılmadı. Utanmaslar Naziler döneminde Almanya'da sol'a karşı korku anlamında kullanılan ve söylenilen "iyi bir komünist, ölü bir komünisttir" sözcüğünü, kulaklara fısıldamak istediler. Hesap soranlara suçlu muamelesi yapılarak, tereddütle bakıldı. Hukuksuzluklara ve yolsuzluklara karşı çıkmak, hükümet karşıtlığı ve din düşmanlığı olarak tanımlandı. Toplum kutuplaştırıldı. Ülke bu boyutta kamplaşmayı 12 Eylül 1980 darbe koşullarında dahil yaşamadı.

Bu koşullar altında seçimlere gidildi ve tekrar edilen 1 Kasım seçimlerinde adeta demokrasicilik oynandı. Kamuoyunun bilmediği manipülasyonlar yapıldı. Erdoğan'ın seçim oyunun temel sloganı: "Vatan, Millet ve Sakarya" üzerine inşa edildi. Gündemi hep o belirledi diğer parti ve muhalif kesimler onun söyledikleri üzerine politika yaptılar. Gündemi kendileri belirleyemediler. Elindeki çürük yumurtayı bile sağlam diye satan, "günü geldiğinde papaz elbisesi bile giyerim" diyen, Erdoğan ile aşık atamadılar.

IŞİD UNSURLARI'NDAN IŞİD TERÖR ÖRGÜTÜ'NE GİDEN YOL

Kısa bir süre öncesine kadar IŞİD terör örgütüne, "IŞİD unsurları" diyerek görmezden gelen Erdoğan, aniden terör örgütü sözcüğünü keşfetti. Amacı seçimleri ne pahasına olursa olsun tek başına kazanmaktı. AB ülkeleri de oyunun bir köşesinde hakem rolü oynadı. Dillerinden demokrasi ve insan haklarını düşürmeyen AB Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker, Almanya başbakanı Angela Merkel (CDU) ve hükümetin koalisyon ortağı sosyal demokrat partili, (SPD) Dışişleri Bakanı Frank- Walter Steinmeier gibi politikacılar, aniden "Türkiye'nin içişlerine karışmamaya" başladılar. Merkel seçimlerden iki hafta önce Erdoğan'ı ziyaret ederek, bir nevi AKP'ye örtülü seçim desteği sundu. Onların gündemi Türkiye'deki katliamlar değildi. Kendi ülke çıkarları ve AB'ye yönelen mülteci akınına engel olabilmekti. Geçici bir süreyle demokrasi, insan hak ve hukuku sözcükleri unutuldu.

Bu tutumu Diyarbakır başta olmak üzere, Silopi, Cizre, Sur vb. Kürtlerin yaşadıkları ilçelerdeki yaşanan katliamlarda da görmek mümkün. Cizre'deki sokağa çıkma yasağı ile ilgili başvuru sonrası AİHM, Türkiye'den savunma isterken, AB ülkelerinden "tık" sesi dahi çıkmaması oldukça düşündürücüdür. Türkiye tarafından düşürülen Rus savaş uçağı, Suriye ve bölgedeki NATO çıkarları gündeme gelince, toplantı üstüne toplantı yapanlar, tüm dünya kamuoyu önünde aleni olarak Kürt halkına karşı yapılan topyekün katliamda dahi sessizliğe boğuldular.

MERKEL'İN ZİYARETİ KAMUOYUNDA ERDOĞAN'A DESTEK ANLAMI TAŞIDI

Gezi direnişi sırasında hemen her demecinde, "dış mihraklar" desteğinden söz eden Erdoğan, "dış mihraklı ziyaret" konusunda bu kez sevincinden küçük dilini bile yutacaktı. Erdoğan'ı meclisteki muhalif parti liderleri bile ziyaret etmezken, AB adına büyük patron Almanya başbakanı Merkel gelmişti. Erdoğan seçimleri bir anlamda AB'nin açık desteği ile farklı bir sonuçla kazandı. "Yolsuzluk", "terör örgütü IŞİD'e destek sunmak", "bir komşu ülkeyi bölmeye çalışmak", "kendi halkına karşı savaş ve vatana ihanetten" yargılanma gibi beklenen davalar, şimdilik tozlu raflara kalktı. Geçici de olsa geniş bir "of" çekildi. 

Tüm bunlar yaşanırken Avrupa'daki demokratik kitle örgütleri nedense sessizliğe boğuldular. Erdoğan ve Davutoğlu'nu her defasında on binlerce gösterici ile protesto edenler, ne AB merkezi Brüksel'de, ne de Berlin'de kirli işbirliğine ve AB liderlerinin üç maymunlar oyununa karşı tek bir protesto gösterisi düzenlemediler. Bu ziyareti ve kirli işbirliğini eleştirmek eyaletlerde ve Federal Parlamento'daki Sol Parti ve Yeşiller milletvekilleriyle, bir avuç gazeteciye kaldı. Benzeri durum Can Dündar ve Erdem Gül'ün tutuklanması sonrasında da tekrar edildi. Türkiye'deki Can Dündar ve Erdem Gül'ün tutuklamaları Avrupa ülkelerinde, hiç bir demokratik kitle örgütü tarafından (bir iki yerel istisna hariç) gündem maddesi dahi yapılmadı. Herkes kendi kapısının önünü temizlemekle meşguldü.

AVRUPA ÜLKELERİNDEKİ SORUNLARA İLGİSİZ KALINDIĞI SÜRECE...

Türkiye'deki yaşanan hemen her katliam, insan hakları ihlali ve işkenceler konusunda, Avrupa ülkelerinde gösteri yapan dernekler, çeşitli kurumlar, yaşadığımız Avrupa ülkelerindeki siyasi gelişmelere karşı benzeri duyarlılığı göstermemektedir. Irkçılık başta olmak üzere, işsizlik, töre cinayetleri, gençlerin günden güne çeteleşmesi, uyuşturucu bataklığı, temel hakların tırpanlanması, ucuz iş gücü, Neonazi saldırılar vb. konulara ilgi yok denecek kadar azdır.

Aralarında 8'i Türkiye kökenli 10 kişiyi katletmiş ırkçı-faşist NSU örgütünün Münih'teki 2 yıldır süren duruşmalarına başından beri ilgi göstermeyenler, Mölln, Solingen, Ramazan Avcı vb. vahşetler konusunda duyarsız kalarak yıldönümü anmalarına dahi katılmayanlar, doğal olarak yaşadıkları ülke gerçekliğinden de kopuk olacaklardır.

Aynı şekilde AB liderlerinin Türkiye ile çıkar amaçlı, kirli işbirliğini öne çıkaran ziyaretlerine de sessiz kalmayı sorun olarak görmeyecek, belki de akıllarına bile getirmeyeceklerdir. Ne zaman ki yaşadığımız ülkelerdeki gerçeklikler bilince çıkarılırsa, bu ülkelerdeki sendikal kuruluşlar, insan hakları örgütleri ve demokratik çevrelerle yakından işbirliği yapılırsa, AB ülkelerinin iki yüzlü politikalarına da karşı birlikte tavır alınabilir. Tersi durumda sadece Erdoğan ve Davutoğlu'na karşı çıkılır ve AB'nin ağır topları Merkel, Juncker ve Steinmeier'lerin iki yüzlü çıkara dayalı politikaları görmezden gelinerek unutulur.