Hristiyanlık, 600-700 yıl süren İber yarım adasının güneyinde ki İslamiyet (Endülüs) hâkimiyetine 15. Yy’dan itibaren son vererek İspanya coğrafyasında ki kendi feodal düzenini-monarşiyi kurmuştu. İspanya, K. Kolomb’un yenidünyayı keşfi ile birlikte, dönemin en büyük sömürgeci ülkesi haline gelmiş ve 16. Ve 17 Yy lar da zamanın en güçlü devletleri arasında yer almıştır. Bu süre içerisinde Avrupa’da Katolik Fransa ile de savaşa tutuşarak Seksen Yıl Savaşı (1568-1648) verilen uzun ve kanlı bir hâkimiyet ve güç mücadelesine girmiştir. Protestanlığın hâkim olduğu ve sömürgecilikte rekabet ettiği Hollanda’ya karşı Katolik inancın hâkimiyeti için sürdürülen savaş da bu mücadelenin bir parçasıdır. Bu savaş,  bir taraftan Protestanların Hollanda’da birliğine ve gelişmesine hizmet etmiş ama diğer yandan İspanya’nın aydınlanma sürecini yaşaması için gerekli olan sanayileşme sürecine girmesinin önünde en büyük engeli oluşturmuştur. İçte Endülüs kültür ve sanatının etkilerini ortadan kaldırmak için Katolik inanca dört elle sarılan İspanya’nın feodal iktidarları, dışarda da çoğu zaman Papanın çağrısıyla İtalya, Fransız ve Almanya daki Katolik yönetimlerle hem çatışma içine girmiş hem de Katolik inanca destek olmuştur. Örneğin Hollanda’ya müdahalenin yüz yıla yakın sürmesinin nedeni de bu ülkedeki Protestanlıktan başka bir şey değildir.

Katoliklerin çoğunlukta olduğu Hollanda’nın güneyinde İspanyol monarşisi hâkimiyetini kurarak, komşu devletlerin de müdahalesiyle zamanla burada Belçika olarak ayrı suni bir ülke yaratmıştır.  İspanya Monarşisinin, Amerikan’ın keşfi ile birlikte dönemin en büyük sömürgeci devletlerden biri olmasına ve bu hâkimiyetin 200 yıla yakın sürmesine rağmen, sonunda büyük bir gerileme içine girdiğini görüyoruz. Tarihçiler bu gerilemeyi İngiltere’yle yapılan büyük savaşta ki yenilgiye bağlamışlardır. Bu, sanırım tarihi okumakla ilgili bir sorun. Bu savaşta eğer İspanya yenilmişse açıktır ki yenilgiye neden olan koşullar vardır. Ve bu koşullar esas olarak üretici güçlerin gelişimi üzerinden okumak gerekir. İspanya, ekonomik olarak feodal yapısını korumuş, kapitalist sistemin gelişmesi için ciddi hiçbir adımı atmamıştır. Sanayileşmede oldukça geride kaldığını görüyoruz. Feodal yapı, burjuvazinin gelişimine uygun alt yapının gelişmesini engellediği gibi, bu yeni sınıfı temsil eden ideolojik ve kültürel gelişmeye de imkân vermemiştir.

Rönesans ve Reform hareketleri; engizisyon mahkemeleri, cadı avları vb. terör uygulamalarıyla susturulmuştur. Bu cani devletin neden çağını yakalayamadığının bir göstergesi de, Amerikan yerlilerine karşı soy kırım uygulamalarıyla buradan elde ettiği muazzam servetleri sanayileşme için değil, feodal sistemi tahkim etmek için kullanmış olmasıdır. Yani feodal sistemin örülmesinde, Katolikliğin sarsılmaz inancının sağlamlaştırılmasında, soyluların kişisel harcamalarında, Avrupa’da egemenlik savaşlarında,  daha da önemlisi Protestanlığın gelişimine karşı verilen savaşlarda harcanmıştır. İspanya burjuvazisi de, Alman burjuvazisi gibi gelişmemiş aksine diğer ülkelerdeki reform hareketlerini ve Fransız devrimini özleyen cılız yarı aydınlar olarak kalmışlardır. Örneğin 1800 lerin başında Napolyon ülkeyi işgal ettiğinde onları bir kurtarıcı gibi görmüş olan burjuvazinin, işgalcilerin terörü karşısında büyük hayal kırıklıklarına uğramanın dışında yapacak bir şeyi olmamıştır.

Sanayileşmeye bağlı uluslaşma sürecini ve aydınlanma dönemini yaşayamayan İspanya, toplumsal kültürel birikimini tamamlayamamıştır. Cumhuriyetçilerin, burjuva aydınlanma taraftarlarının giderek artan etkinliğine rağmen çok ciddi boyutlarda soyluluk-feodal Katolik kültür toplumun belirleyici unsuru olarak varlığını korumuştur. Zor da olsa, monarşi-faşizm(Franko iktidarı) 1930’larda hâkim güç olarak başarı kazanmışsa bunun arkasında yatan sosyo-ekonomik nedenler, yukarıda da izah ettiğim gibi; ekonomik alt yapıda sanayileşememek, kültürel-siyasi vb. aydınlanma sürecini yaşayamamasıdır. Bu süreçleri yaşayamayan İspanya’da bugün Katalunya(Katalonya), Bask başta olmak üzere her birinin kendi bayrağı olan toplam 17 özerk bölge ve iki özerk şehir mevcuttur. Bu özerk yapılar kendi parlamentosu, yerel hükümeti, polisi, belediyeleriyle kendi içişlerinde önemli oranda serbesttirler.

Franko tarafından yok edilen tüm özerk yapılar, Franko sonrası 1978-79 yıllarında statülerine kavuşmuşlardır. Katalonya ve Bask gibi iki özerk bölgenin ayrılma talebi güçlü olup bunun için uzun bir mücadele süreci içine girilmiştir. Bunlardan Bask bölgesinin bağımsızlığı için silahlı mücadele veren ETA örgütü 2011 yılında aldığı bir kararla ateş kes ilan etmiş ve 2017 yılında da silah depolarının yerini de bildirerek silahlı mücadeleyi bıraktığını açıklamıştır. İspanya Hükümetinin ETA militanlılarına karşı acımasız ve anti-insani taktiklerle cevap verdiği ayrıca not etmeliyiz. Fakat esas sorun, merkezi hükümetle Katalonya özerk bölgesi yönetimi arasında yaşanmıştır. 2017 yılı Ekim'inde yapılan ayrılma hakkı için yapılan referandum %90 lehte, fakat katılım oranı %43 de kaldığı için aleyhte bir durum çıkmıştı ortaya. Fakat ne İspanya Hükümeti, ne de Avrupa Birliği Katanların ayrılmasına evet demedikleri için sonuç karakolda bitmiştir. Katalan Yöneticiler mahkeme tarafında ağır cezaya çarptırılmış ve eski Özerk Hükümet Başkanı Avrupa’ya kaçmak zorunda kalmıştır.

Avrupa da uluslara özgürlük vardır ama efendilerin müsaade ettiği oranda. Sömürülenler ve ezilenler ise, ülkelerinde feodalizmin yarattığı ve kazandığı iç savaşın bugünlere taşıdığı sendromu ve dünyada SSCB’nin kapitalizme dönüşün yarattığı şoku yaşıyor.

Ülkemizdeki ezilenler ve devrimci hareket, 12 Mart, 12 Eylül, 1990’lar ve son yıllarda yaşadıklarının ve SSCB’nin kapitalizme dönüşünün dayanılmaz ağırlığı altında nasıl ki ters kaplumbağa olmuşsa, İspanya’da ki ezilenler ve temsilcileri de aynı dayanılmaz şokun etkisinde kanlı boğa sahneleri ve Araplarla birlikte yarattıkları meşhur dansları Flamenko ile avunmaktadırlar.     

Portekiz

İber yarım adasında ki küçük ülke Portekiz, her ne kadar 1641 yılında bağımsızlığını elde etmişte olsa, aslında İspanya ile benzer bir süreci yaşamıştır diyebiliriz. Feodal sistemin tartışılmaz varlığı, İslami Endülüs hâkimiyetinden Katolik baskı ve şiddet anlayışıyla kurtulunması, denizcilikte yenilikler yaparak sömürgecilik serüveni ve bu alanda elde ettiği muazzam başarı, burjuvazinin gelişimini sağlayacak olan sanayileşmenin es geçilmesini sağlamıştır. Hâlbuki pusulayı icat ederek denizlerde görülmemiş başarılara imza atan bu küçük ülke sömürgecilik yarışında diğer büyük ülkeleri geride bırakıp büyük sermaye birikimini sağlamıştı. Fakat bu birikim toplumsal ilerleme yönünde değil, var olan statükonun korunmasında heba edilmiştir. Ülkedeki yenilikçi-ilerici-liberal düşüncenin genel olarak dışardan beslenmesi ve de sömürgecilikten gelen muazzam servetin İspanya’nın hegemonyasına karşı ve iç iktidar savaşlarında harcanması ülkeyi feodal ülkeler safına itmiştir. Bu da, Portekiz’in de aydınlanma dönemini iç dinamikleriyle yaşaması için gerekli olan sanayileşmeyi gerçekleştirmesini önlemiştir. Salazar diktatörünün, iktidarı 40 yıldan fazla işgal etmesinin de bu açıdan şaşılacak bir yanının olmadığını söyleyebilirim.   

António de Oliveira Salazar’ın liderliğinde gerçekleşen faşist yönetimin, Franko, Mussolini ve Hitler’in iktidarlarından özünde bir farkı yoktur. Bu monarşist-faşist iktidarların bu dört ülkede gerçekleşmesinin arka planında yatan gerçek açıktır. Ülkelerinin aydınlanma sürecini yaşaması için gerekli olan kapitalist üretim ilişkilerini doğal gelişim süreci içinde geliştirememiş olmaları ve bunun yerine feodal kültür ve anlayışın, hem burjuvazi de hemde işçi sınıfı başta olmak üzere köylülük ve kent küçük burjuva sınıflar arasında derin etki içinde olmasındandır.

Avrupa da ki en uzun diktatörlükler Portekiz’de 1974, İspanya’da 1975 yılında sona erdi. Portekiz ordusu içindeki ilerici-solcu unsurlar, Salazar’ın dikta rejimini devam ettiren iktidarı kansız bir şekilde ortadan kaldırırken, İspanya’da Franko faşist rejim diktatörün ölmesiyle sona ermiş oldu.

Portekiz askeri darbesini analiz ettiğimizde her darbenin aynı sonuçları doğurmadığı sonucuna varmış oluyoruz. Bir darbenin desteklenir ve savunulur olmasını sağlayan temel ölçütün, onun, hangi amaçla yapıldığıyla ilgili olduğunu görüyoruz. Eğer halkın çıkarlarına hizmet ediyor yani özgürleri genişletiyor, insani ve demokratik hakları getiriyorsa artık o bir darbe değil devrimdir. Bu açıdan darbeleri devrimlerden ayırmak gerekiyor. Örneğin 27 Mayıs askeri darbe, halkın çıkarlarını gözeten ilerici hedefleriyle(Üniversitelerin özerkliği, 141-142. Maddelerin kaldırılması, düşünce, gösteri ve örgütlenme özgürlüğünün anayasa da yer alması vb) devrimdir. Fakat olumsuz birçok yönüyle de(Yöneticilerin asılması, Kürt sorununa çözüm getirmemesi, Tabi senatörlük, MGK’nın kurulması, Kontr-gerilla örgütünün dağıtılmaması vb) tam bir darbe olduğunu söyleyebiliyoruz. Karanfil Devrimi adı verilen Portekiz de ki bu askeri harekât, bu konuda doğru bakış açısının ne olduğunu bize göstermektedir.

Bu makaleyle Avrupa ülkelerini genel olarak inceledik. Sırada ülkemiz var.