Şalvarı şaltak Osmanlı

Eğeri kaltak Osmanlı

Ekende yok, biçende yok

Yiyende ortak Osmanlı

Öğrenim yaşamımda tarih derslerini sevemedim. Yıllarca bizlere tarih anlatılsa da, “Resmi Tarihi” sevdirememişlerdi. Tarihte anlatılanları öğrenmek yerine, sınıfımızı geçmek isterdik.

İlk eseri “Yeni Başlayanlar İçin / Ülkücülük” olan Yazar dostum Ragıp İncesağır'ın ikinci eseri yayımlandı. Su Yayınları'ndan çıkan bu eserine “Yeni Başlayanlar İçin / Ecdâdımız / Halktan ve Haktan Yana Bir Tarih Okuması” adını vermiş.

Bir çok kişi, tarihin küf kokan ve okunması imkansız klasörlerde saklı olduğunu zanneder. Hatta bu klasörleri o tozlu raflardan indirip okumak için “kafayı yemiş olmak lazım” diye düşünenler de var.(...) Tarihe egemen anlatının dışında bakmaya çalışmamızın nedeni, geçmişten övünülecek yeni kahramanlar bulup çıkarmaktan çok; bugünün dertlerine derman olacak yeni bir bakış açısı edinmek.” (s.171)

Mevcut iktidar “Neo-Osmanlıcılık” akımını topluma kabul ettirmeye çalışıyor.

“Bir Türk dünyaya bedeldir!” “Ne mutlu Türküm diyene!” “Türk’e dünya yetmeyecektir. Dört yön ile yedi kıta asla yetmez. Aya çıksak bile ay da gitmez. Güneşi yakacağız biz!” şeklindeki Türk milliyetçiliği teraneleriyle toplumu kandırmaya çalışanların ecdâdı ile bizim ecdâdımız birbirine düşman olduklarından, tarih boyunca hep çatışmışlar.

Cemil Meriç'in şu yaklaşımı çok önemli; “tarih galiplerin propagandasıdır.” Dolayısıyla, bütün ülkelerde insanlara aktarılarak ezberletilmek istenen tarih, bu çatışmalarda galip çıkanların “resmi tarihi”dir. Tarihi gelişmelere her sınıf kendi penceresinden bakarak ele alıp değerlendirir. Bizler insanlık tarihine “tarihsel materyalist” açıdan bakarız. Bize yol gösteren, Marx'ın “Filozoflar şimdiye kadar dünyayı yorumlamakla yetindiler, aslolan onu değiştirmektir,” yaklaşımıdır.

1970'li yıllarda sol düşünce ile tanışınca, “diyalektik ve tarihi materyalizm” konuları ilgimi çekmişti. Zaten sınıflar mücadelesinde önemli adımların atıldığı 60'lı, 70'li yıllarda, tarihe farklı cepheden bakan kitaplar okunuyordu. “Resmi tarihin” yalana, demagojiye dayalı anlatımlarının ezberletilmesine karşı çıkılıyordu. Cemil Meriç, Server Tanilli, Doğan Avcıoğlu, Stefanos Yerasimos, Halil İnalcık, Mete Tunçay, Çetin Yetkin... gibi tarihçilerin yazıları, eserleri ilgiyle okunurdu. Marksistlerin insanlık tarihine ilişkin eserleri büyük heyecan yaratırdı. Hikmet Kıvılcımlı'nın tarih çalışmaları da unutulmamalıdır. Bu arada Şeyh Bedrettin Destanı ile geçmiş tarihimizi bizlere aktarmaktaki katkısından dolayı Nazım Hikmet'i de saygıyla anmalıyız. Yazar Ragıp İncesağır da “Ecdâdımız” eserinde bu noktanın altını çizmiş. Bu eseri niçin yazmak istediğini şöyle açıklamış;

Başka bir dünya” kurma mücadelesinin ayakları yere basmayan, “havai” bir hayal değil; Ecdâdımızın bize bıraktığı çok değerli bir miras olduğunu görebilmek gerekiyor.

Çünkü sadece zalimin değil, mazlumun da Ecdâdı var. Aristokinos'tan Karbaias'a, Baba İlyas'tan Pir Sultan'a, Amazonlar'dan Kadıncık Ana'ya, Ebuzer'den Yunus'a, Hallac-ı Mansur'dan Bedrettin'e, Hacı Bektaş'tan Köroğlu'na... Bu kitapta “Ötekilerin Ecdâdı” var.”

Yazar arkadaşım İncesağır, dünya görüşüne paralel biçimde, tarihimize, “isyanlarda yenilgiye uğrayanların” sol bakışıyla yaklaşmış. Egemenlerin “galipler propagandası” olarak ecdâd edebiyatıyla “bir taşla üç kuş vurmak” istediklerinin altını çiziyor; Geleceği ipoteklemek; yurttaşı yok etmek; uyuşturucu bağımlısının torbacısına bağlanması gibi bağımlılık yaratmak. (s.16)

Egemenlerin bir taşla birçok kuş vurmasına engel olmanın yolu, ezilenlerin tarihine önem vererek bu alandaki çalışmalara hız vermektir. Son dönemde Erdoğan Aydın, Aydın Çubukçu, İsmail Beşikçi, Taner Timur, Feroz Ahmad, Ahmet Yaşar Ocak, Faik Bulut, İsmail Kaygusuz... gibi isimlerin tarihe yönelik yazıları ilgiyle okunup tartışılmaktadır. Çünkü bu yönde atılacak her adım, ezilenlerin tarihinin açığa çıkması yönünde büyük önem taşımaktadır.

“Ecdâdımız” kitabını okuduğumuzda, daha önce adını çok fazla duymadığımız yeni isimlerle, isyanlarla tanışabiliyoruz. Ebuzer El Gıffarî, Ebu Müslim Horasanî, Hallac-ı Mansur, Baba Tahir Üryan, Ahmed Yesevî, Hacı Bektaş Velî, 'Kadıncık Ana ve Bacıyan-ı Rum', Yunus Emre, Abdal Musa, Kaygusuz Abdal, Şeyh Bedrettin, Gemisthos Plethon, İmadeddin Nesimî, Pir Sultan Abdal, Köroğlu, Dadaloğlu... gibi ezilenlerin kahramanlarına ilişkin kısa anlatımlar bulacaksınız.

“Ecdâdımız” egemenlerle çatışmalarında yenilmiş olsa da, tarihin olumlu yönde gelişmesine büyük katkılar sağlamıştır. Emevilerin, Abbasilerin, Selçukluların, Bizans'ın, Osmanlının yıkılmasında bu isyanların büyük etkisi vardır.

Ezilenlerin isyanları yenilgiyle sonuçlanınca büyük kıyımlar, sürgünlerle karşılık verilmiştir. Onbinlerce, yüzbinlerce asi kılıçtan geçirilmiş, derileri yüzülerek, darağacına çekilip insanlara teşhir edilmişlerdir.

Egemenlerin uyguladığı vahşet ile şiddetin boyutu ne olursa olsun, ezilenlerin umudu olan “mehdiler” yollarından dönmemiştir.

Kadılar müftüler fetva yazarsa

İşte kement işte boynum asarsa

İşte hançer işte başım keserse

Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan” (Pir Sultan Abdal)

Bu eserde vurgulanan bir gerçeğe değinmeliyim. Bilindiği gibi, “tarih ataerkildir”. Tarih kitaplarında “anaerkil çağlar”ın üzerinden atlanıp geçilir. Binlerce yıl boyunca erkek tanrılara değil de, “Kibele” (Kubala, Sibel, Kıble...) adını verdikleri Ana Tanrıçaya tapınıldığı kayda geçirilmek istenmez. Türklerin ilk inancı sayılan şamanizm de anaerkilliğe dayanır.

Şamanist Türki toplumlarda kutsal bilinen ışık ve ağaç, dişi olarak kabul ediliyordu. Unutmayalım, Türk mitolojisinde yol gösteren Aşina da dişi bir kurttu. (...) Özellikle konargöçer Türki topluluklarda kadının saygın konumu uzun süre devam etti. (...) Bacıyan-ı Rum ya da Kadıncık Ana gibi tarihsel figürler bunun göstergeleriydi.” (s.7)

Anadolu, Türkmenlerin gelmesinden önce de (Samsunlu Amazonlar ya da Frigya'nın Montanist Kadın Tapınakları gibi) tarih boyunca iz bırakmış dini ya da askeri kadın örgütlenmelerini tanıyordu.” (s.97)

“Ecdâdımız” eserinde anaerkilliğe değinilerek Kadıncık Ana, Bacıyan-ı Rum, Amazonlardan söz edilip, onların tarihteki yerinin vurgulanması kayda değer bir katkı. Aslında kadınlar konusunun sadece geçmiş açısından değil, toplumsal mücadeleler tarihinin yakın dönemi açısından da mutlaka ele alınması gerekir. Eğer “gökyüzünün yarısı kadınlarındır” anlayışına inanıyorsak, kadın yoldaşlarımızın örgütlenmelerdeki yeri ile değerlerini de açıkyüreklilikle dile getirmeliyiz. Bizler de “ataerkillikten” kurtulmak zorundayız.

Tarihçi olmadığını belirten yazarın bu çalışması akademik özellikte. Eserini yoğun bilgiyle doldurarak okunmaz hale getirmemiş. Tam aksine, rahatça okunabilecek şekilde görsellerle donatmış, anlattığı döneme uygun müzikler ile de, güzelliğe kavuşturmuş.

“Ecdâdımız” eserinin okunması, “ötekileştirilen” ezilenlerin tarihi tartışmaları açısından bilgi dağarcığımızı güçlendiren değerde. Pek çok kaynakçayı inceleyerek bu eseri kaleme alan yazar arkadaşım, özellikle de genç nesillerin sıkılmadan okuyabileceği bir eser yazma amacında başarılı olmuş. Bu tür eserlerin birbiri peşisıra yayımlanması tarih tartışmalarına yeni ufuklar açacaktır.

Kitapta yer verilen, “Aslanlar kendi tarihlerini yazana dek, av hikayeleri hep avcıları övecektir,” deyişi, tarihe bakış açımıza ışık tutmaktadır.

Av hikayelerinde avcıların bitmek bilmeyen övgüsüne son vermek istiyorsak, insanlık tarihinin aslanları olan ezilenler olarak, kendi onurlu tarihimizi inceleyip araştırarak, kayda geçirmek zorundayız.

“Aydının Türk köylüleri,
Sakızlı Rum gemiciler,
Yahudi esnafları,
On bin mülhid yoldaşı Börklüce Mustafa’nın
düşman ormanına on bin balta gibi daldı.

Hep bir ağızdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip hep beraber,
hep beraber sürebilmek toprağı,
ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,
yarin yanağından gayrı her şeyde
her yerde
hep beraber!
diyebilmek için…

On binler verdi sekiz binini…
Yenildiler.
Yenenler, yenilenlerin
dikişsiz, ak gömleğinde sildiler
kılıçlarının kanını.
Ve hep beraber söylenen bir türkü gibi
hep beraber kardeş elleriyle işlenen toprak
Edirne sarayında damızlanmış atların
eşildi nallarıyla.

Ve teker teker,
bir an içinde,
omuzlarında dilim dilim kırbaç izleri,
yüzleri kan içinde
geçer çıplak ayaklarıyla yüreğime basarak
geçer Aydın ellerinden Karaburun mağlupları…

(...) Bedreddin gülümsedi.
Aydınlandı içi gözlerinin,
dedi:
– Mademki bu kerre mağlubuz
netsek, neylesek zaid.
Gayrı uzatman sözü.
Mademki fetva bize aid
verin ki basak bağrına mührümüzü.

(...) Yağmur çiseliyor,
Serez’in esnaf çarşısında,
bir bakırcı dükkânının karşısında
Bedreddin’im bir ağaca asılı.”

(Nazım Hikmet)