Cumhuriyet döneminin hem ilk yazarlarından hem politikacılardan hem de Kemalist ideolojinin temellendirdiği  ‘’Kadro Hareketi’’nin önemli liderleri arasındaydı Yakup Kadri Karaosmanoğlu.

Yakup Kadri, Ankara adlı bir roman yazar. 1921-27 Ankara'sını anlatır. Türkiye’nin 10 yıl sonrasını, geleceği anlatan bir bölüm eklemiştir. 10 yıl sonrasının Türkiye’si oldukça ilginçtir. Tek şef ve tek parti yönetiminde fabrikalar, bütün işletmeler harıl harıl çalışmakta, topraktan bereket fışkırmakta, herkes okumakta, herkes sinemaya, tiyatroya akın etmekte.  İşçiler mi?  Onlar zaten “ Sınıf mücadelesi bilmeyiz;  zira Türk cemiyeti yalın kat bir binadır.“ tezi doğrultusunda devlet memurudurlar!  Bu durumdan çok da memnun olarak güle oynaya çalışırlar. Tek Şef ise bütün dünyaya hayranlık kazanan biri ve yarı Tanrı bir biçimde ortalıkta dolaşmakta.. Yakup Kadri’nin 10 yıl sonrası için çizdiği, hayal ettiği tablo bu.

  Cumhuriyetin kuruluşu, unutturma kültürünün hayalleriyle kurucularını dahi kendinden geçirdi. Bir Türk’ü dünyaya bedel yaptılar. Tanrı’ya işini gücünü bıraktırıp Tanrı’nın salt Türk’ü korumasını istediler. Hele bir de insanlar "Ne mutlu Türk’üm diyene!" dediler mi, artık hayallerinin zaferiyle Ermeni'yi, Kürt’ü, Rum'u imha etmenin gururunu yaşayabilirlerdi.

    Yıl 1934… Emperyalist sistemin büyük kriz içinde olduğu dönem(tabi sistemin parçası Türkiye’de). Hitler İktidar olmuş ve komünistlere meydan okumakta; yarı Tanrı milli şef, Milli Misakçı kalkan projelerden bahsetmekteydi. Somut Türkiye gerçeği karşısında duygudan yola çıkarak bol bol hayallere başvuran tek parti iktidarı ve milli şef; mantıktan,  somut gerçekten kaçıyor;  Türk’ün, Türk’ ten başka dostu yok diyerek emperyalistleri baş tacı yapıyor, ardından 1927'de, ülkeyi emperyalistlere peşkeş çekiyordu.

   1930’lu yıllar… Liberal ekonomik politikaların ve programlarının gözden düştüğü, aynı zaman da partilerin de gözden düştüğü, faşizmin palazlandığı yıllar… Türkiye'de, tek parti yönetiminde açlık ve baskı kol geziyor. Tek parti yönetimi hayaller ülkesinde yaşıyor. 1932 yılında yapılan 1.Türk Tarih Kongresi’yle , (aynı dönemde dil tezlerini düşünürsek) tüm dünyadaki insanlığın çıkış kökeni, Orta Asya'ya bağlanıyor. Oluşturulan Türk Tarih ve Güneş Dil Teorisi’ne göre tüm ırklar, Türk boylarından; tüm diller de Türk dilinden doğmuştur. Eh hayalin böylesine de diyecek bir şey yok; çünkü ırkçılık dünyanın her yerinde aynıdır ve hep aynı yöntemi izler: üstün ırk ve üstün kültür.

   1950'ler… Hayallerin çapında biraz küçülme olmakla birlikte gücünden pek birşey kaybetmeden bu yılların ve hayallerin devam ettiğini görürüz. Menderes'in 10 senede küçük bir Amerika yaratma hayali, her mahallede bir milyoner yaratma hayaliyle birleşerek 1950’li yıllar,  ona, bir ayrıcalık oluşturdu. Ne demişti: " Yeter artık, söz milletindir! "  Ee, ne de olsa hayal kurma bir devlet geleneğidir.

    Hele Amerikancı, kaşarlanmış bir politikacı vardı: Demirel. Kalkınma planları, hızlı kalkınma  hayalleri kurardı. "Devlet, insan öldürtüyor dedirtemezsiniz.’’ diyerek katilerin arkasında durmuş, haini, pusuda yatanı kollamıştı. Erbakan'ın hayaliyse kendisine oy verenlere Cennetin anahtarlarını dağıtmak ve trilyonları kendi cebine aktarmaktı. Nitekim öldükten sonra, trilyonluk servetinden dolayı çocukları arasında, trilyonluk miras kavgası çıkmıştı

Ecevit'in rüyasına düşen de 1973-1980 dönemi arasında. "Ne ezilen ne ezen… İnsanca, hakça bir düzen." demek oldu.  Ölünceye kadar koltuk hayalini bırakmadı.

   Fikri,  iktidarda olan Türkeş, her zaman Turancı hayallerle yatıp kalktı. Altı ay süre istedi,  Kürt sorununu kökünden kazımak için. Ya sevdirecekti ya yok ettirecekti. Yani "Ya Sev, Ya Terk Et" diye diye Turancı hayallerini, katliamlarla süsledi. Onun da trilyonluk serveti çocukları arasında sorun yarattı ve çocukları birbirine girdi.

      AKP iktidarı,  zenginlik hayallerini açık açık gerçeğe dönüştürdü.  Serveti bir tek yüzük iken bugün dünyanın en zengin devlet yöneticileri arasında ilk sırada olma unvanı Recep Tayyip Erdoğan’ındır. Çocukları Türkiye'nin zenginleri arasında yarışıyor. Yeni Osmanlıcı işgal projeleri ile Orta Doğu'yu dizayn etme hayalleri kuran Erdoğan, başkanlık hayalini sultan edasıyla yaşamak istiyor.  Aziz Nesin bir hikâyesinde dediği gibi "Du bakaliii ne olacak"

Bir ciddiyet fıkrası...

"Orta Doğu ülkelerinde,  bir ABD heyeti geziyormuş. Her gittikleri yerde uzun incelemeler yapıyor ve görüşlerini bir rapor halinde ülkelerine gönderiyorlarmış. Heyet Lübnan'a gitmiş, aramış taramış incelemiş ve raporunu yazmış:’’ Durum ciddi; ama vahim değil.’’ Sonra Irak'a gitmişler. Orada da soruşturma, gezi ve sonrasında rapor yazılmış: ‘’Durum ciddi; ama vahim değil.’’ Neyse heyet Türkiye'ye gelmiş. Çeşitli kişilerle konuşmuş, durumu incelemiş ve raporunu yazmış: ‘’ DURUM VAHİM; AMA CİDDİ DEĞİL"

Bu fıkra, bir dönemler, Türkiye'de çok sık anlatılırdı. Fıkranın sonundaki ‘’ciddiyet’’ kavramı, halka çok yabancı bir terim.

Bu neden böyle? Neden mantığın, somut yöntemin yerini duygu-hayal-dogma dolduruyor. Neden iç disiplin yerine,  dış-göstermelik disiplin hâlâ ön planda? Neden sol görüş, dünyaya gözünü açıp bakmıyor? Neden inanılmaz bir kültürel yoksulluk içinde körü körüne bakmaya çalışıyor? . Neden her şeye " Şimdi sırası değil", ‘’Boş ver, bir şey olmaz." diyor. Neden sol harekette saygı ve sevginin yeri korku doldurur?.Neden devrimcilik kıstaslarında hâlâ fedakârlık, disiplin, yiğitlik ön plana çıkarılıyor. Neden somut durumun somut tahlilini kolayca reddediyor?

Neden YARIN düşüncesi  hâlâ soyut ya da hayal?. Neden sol hareketlerin tüm toplantıları saatinde başlamıyor(toplantılara geç katılma veya hiç katılmama geleneğimiz nerden geliyor? Herhalde, her şeye geç kalan bir toplum olmaktan)? Neden sol gelişemiyor, neden solun hitap şekli değişmiyor?  Sorular, sorular....

  Bana göre bu soruların cevabının önemli halkası,  DUYGU-HAYAL-DOGMA dünyasında çakılıp kalmaktır. Dogmanın  (değişmezliğin) günümüzde dahi bu kadar güçlü kalmasının nedeni,  kanıların inanç ögelerinden kaynaklanması ya da dinin,  felsefenin çok üstünde tutulmasıdır.

Yoksa, duygunun ve dogmatizmin hâlâ güçlü bir eğilim olarak sürüp gitmesi, gerçekten düşünmenin zor bir şey olmasından mı ileri geliyor?