Serkan Demirtaş

Ankara



Türk dış politikasının en temel parametrelerinden biri cumhuriyetin kurulduğu dönemden bu yana Batı kurumlarıyla bütünleşme, çağdaş medeniyetler arasında yer almak olarak öne çıkıyor. Özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında kurulan hemen tüm Avrupa-Atlantik kurumlarına (NATO, AGİT, Avrupa Konseyi vs.) başvuruda bulunup birçoğuna kurucu üye olarak adını yazdıran Türkiye’nin AB’ye başvurusu da bu politika kapsamında görülüyor.

Zaman içinde giderek ekonomik olarak dünyanın en önemli birliklerinden biri haline gelen AB’ye katılım konusu Türkiye açısından o kadar önemli stratejik bir hedef haline geldi ki 1990'lı yılların sonundan itibaren 'devlet politikası' olarak benimsendi. Mevcut siyasi partilerin hemen hepsi ufak farklılıklar göstermekle beraber AB’ye tam üyelik hedefini parti programlarına koydular.

2002 sonundan bu yana Türkiye’yi yöneten Adalet ve Kalkınma Partisi programında da AB üyeliği ile ilgili olarak şu ifadelere yer verildi: “Türkiye, AB ile ilişkilerinde taahhütlerini ve üyelik için öteki aday ülkelerin de yerine getirmesini istediği şartları bir an önce sağlayacak, gündemin yapay sorunlarla meşgul edilmesini önlemeye çalışacaktır.”

Türkiye’nin AB ile köprüleri atmasının dünyada yaratacağı algı da çok olumlu olarak görülmeyecektir. Ankara’da mukim bir Batılı büyükelçi, “Bütün bunlar taktik ve AB’ye baskı amaçlı olabilir. Ama yine de hepimizin kafasında ‘Başka bir hedef mi var?’ sorusuna da neden oluyor” derken, Avrupa’daki kaygıları da özetlemiş oldu.

Bu kaygıların temelinde hükümetin son dönemde demokratikleşme, ifade özgürlüğü gibi alanlarda eski iştahını yitirmiş olması, AB reformları sayesinde elde edilen kazanımların sonuçsuz kalmış olması yatıyor. Siyasi açıdan bakıldığında tam üyelik hedefinin ortadan kaldırılması Türkiye’nin “stratejik yönelimi ve evrensel değerlere bağlılığı” açısından ciddi sorunlar yaratabilecek gibi görünüyor.

Kamuoyu ne der?

Türkiye’nin uzun AB yolculuğunda Türk kamuoyunun tam üyelik hedefine yaklaşımı da iniş ve çıkışlar gösterdi.

En son yapılan bir kamuoyu araştırması, halkın Türkiye’nin tam üye olacağına ilişkin inancının % 14’e kadar indiğini, % 33’ünün ise katılım konusunda istekli olduğunu gösterdi.

Bir Türk diplomat bu oranlarla ilgili değerlendirme yaparken, “% 14’e inmesi ciddi bir durumu gösteriyor. Ama daha çok konjonktürel bir durumu gösteriyor. Türk kamuoyunun genelinin tam üyelikten yana olduğunu düşünüyorum” diye konuştu.

Ekonomiye etki

İçinden geçmekte olduğu ekonomik bunalıma rağmen AB, bir birlik olarak hâlâ en önemli küresel merkezlerden.

Dünyanın en zengin ülkelerine ev sahipliği yapan Avrupa, Türkiye’nin de en önemli ticari ortaklarından biri. Son iki senede Avrupa pazarının daralmasına ve Türkiye’nin başta Afrika olmak üzere farklı pazarlara açılmasına rağmen, Dış Ticaret Müsteşarlığı verilerine göre Türkiye hâlâ dış ticaretinin yüzde 37,2'sini AB ülkeleriyle gerçekleştiriyor.


1996 senesinden itibaren yürürlüğe giren Gümrük Birliği Anlaşması'yla birlikte Avrupa pazarına ve dolayısıyla küresel rekabete açılan Türkiye, burada elde ettiği tecrübeyle girişimcilik açısından da önemli kazanımlar elde etti. Sanayisini ve genel anlamda üretim sürecini AB standartlarına ulaştıran Türkiye, bu özelliğiyle AB ile Orta Asya, Orta Doğu gibi pazarlar arasında da köprü rolü oynamayı başardı.

Türkiye’ye yapılan doğrudan yabancı yatırım miktar ve kaynakları da Türkiye-AB ekonomik ilişkilerinin vazgeçilmezliğini ortaya koyuyor. Merkez Bankası rakamlarına göre 2011 senesinde Türkiye’ye yapılan yaklaşık 16 milyar dolarlık doğrudan yatırımın 11,2 milyar dolarlık kesimi AB ülkelerinden gerçekleşmiş.

Türkiye’de yerleşik şirket sayıları bakımından da Avrupa ülkeleri açık ara önde görünüyorlar. Bu yönelimin ardında Türk ekonomisindeki gözle görünür ilerleme ve halkın refah düzeyinin artması kadar, Gümrük Birliği ve ardından gelen adaylık sürecinde Türk mevzuatının AB’ye uyumlaştırılmasının etkisi olduğu kabul ediliyor.

Bu açıdan bakıldığında, Türk-AB ilişkilerindeki köklü bir gerilemenin ekonomiyi ve yatırım ortamını olumsuz etkileyeceği görünüyor.

Ayrıca, Başbakan Erdoğan’ın Çek Cumhuriyeti ziyareti sırasında Türkiye’ye yatırım yapacak Çek işadamlarına Türk vatandaşlığı verileceğini ifade etmesi, ekonomik büyüme süreci kapsamında yabancı yatırıma olan gereksinimi anlatması açısından önem taşıyor.