"İnsanlardan sürekli ‘Ah, Tanrı

korusun’ diyen mektuplar alıyorum.

Geçmişte hiç yapmamıştı, gelecekte

yapacağına nasıl olur da inanıyorlar

bilemiyorum." Berhardt Russel

Bir dostum, gönderdiği bir iletide, içerik olarak şöyle yazmıştı: “Felsefe; karanlık odada kara kedi aramaktır. Metafizik ise; karanlık odada olmayan kara kediyi aramak anlamına gelir. Din öğretisi ise; karanlık odada olmayan kara kediyi ’buldum buldum’ diye bağırmaktır. Bilime gelince; o, karanlık odada mum ışığı yakarak kediyi aramaya çalışmak demektir.”

İlginç bir yaklaşım; ancak ‘Felsefe, karanlık odada, kara kedi aramaktır’ saptamasına katılmıyorum. Bana kalırsa, felsefe; bilimin arkasından yürüyerek onun ışığından yararlanan, kendine özgü bir düşünce biçimi ve eleştiri tarzı demektir. Eleştirel olmayan, verili gerçekliği sorgulamayan bir felsefenin değeri yoktur benim gözümde. Karanlıkta bir şey arayan felsefeye ihtiyacımız yok.

Politik açıdan konular ve görevler, ne kadar güncel ve acil olsalar da, bir filozofun dediği gibi; “Geniş kapsamlı düşünmekten korkmamak ve derin düşünmenin yollarını bulmak ve sabırsızlığın üzerinden gelmek, her zaman Alman Düşünürleri’nin gücünü oluşturmuştur.” Dolayısıyla bir Alman felsefi sabırlılığıyla konuları ele almak önemlidir. ‘Şimdi’ye ‘Güncel’ olana doğru ve derin müdahale, ancak uzun vadede sonuç verebilir.

Felsefi müdahale neden gereklidir? Sığ ve eksik bakış açıları açığa çıkarmak, geçmişte doğru olan, ama günümüzde artık yanlış olan düşüncelerden kurtulmak için, müdahaleler önemli bir rol üstlenmektedir.

Ayrıca tarihi olarak ne kadar fazla geriye gidilirse, o kadar derin bir şekilde bugünü anlamak mümkün olur; bugüne kadar insanın kazanımlarını ve kayıplarını saptamak kolaylaşır. Kazanımlar ve kayıplar meselesi önemlidir; ama bu yazının konusu değildir.

Din-Felsefe-Bilim İlişkisi

Din-Felsefe-Bilim üçlüsünü, 2010 yılında yayınlanan Marksizm ve Güncellik başlıklı kitabımın 1. Bölümü’nde, detaylı bir şekilde incelemiştim. Burada, sadece, dinin, bilim ve felsefeye karşı düşmanca tutumuna, bilimin dine karşı kazandığı zafere ve felsefeye karşı bilim ve dinin yaklaşımına değinmekle yetineceğim

***

İnsanın dünyayı açıklama biçimleri, tarihsel süreç içinde değişik aşamalardan geçti. İlk açıklama biçimi; doğa-üstü bir güce dayanan mitolojik ve dinsel açıklamalardı. Ancak insan, doğadan belli ölçüde bağımsızlaştıkça, mitolojik ve dinsel öğretilerden uzaklaştı; doğayı, doğanın kendisine başvurarak açıklamaya çalıştı. Böyle bir açıklama, coğrafi ve iklimsel doğa koşullarının elverişli olduğu, ılıman bir bölgede ortaya çıktı. ‘Doğa Felsefesi’ adı altında anılan yaklaşım, Antikçağ’da, Küçük Asya’nın (Türkiye) batısında ifade edildi. Yunan Filozofları, doğa olaylarını gözlemleyerek düşünceler geliştirmeye başladılar.

Bir başka deyişle, felsefe; mitolojik-dinsel düşüncenin bağrından çıktı. Başlangıçta, doğa felsefesi ve bilimler birbirinden ayrılmamıştı; iç içe geçmişlerdi; daha doğrusu bilimler, felsefenin alt kollarını oluşturuyordu.

Aristoteles’in felsefesi; Batı Hıristiyanlık dünyasında önce reddedildi, kabul görmedi. Ancak Aquino’lu Aziz Thomas, Aristoteles’in felsefesiyle uzlaşmanın yolunu açtı. Din ve Felsefe’nin alanlarının ayrı olduğu ve birbirine karışmaması gerektiğini söyleyerek, Hristiyanlık öğretisi ile Platonlaştırılmış Aristoteles Felsefesi’nin sentezini yaptı. Doğa bilimlerinin yolunu tıkamayan Aziz Thomas’ın öğretisi; Katolik Kilisesi’nin resmi öğretisi haline geldi.

İslam dünyasında; 9-12 yüzyılları arasında felsefe ile İslam dinini uzlaştırma çabaları oldu. Kindi, Farabi, İbn Sina gibi düşünürlerin çabalarının önü kesildi. Egemenlerin düşüncelerine tercüman olan Gazali; Yunan tarzı felsefenin İslam dinine yabancı olduğunu ileri sürerek, bu felsefeyle ilgilenenleri kâfir ilan etti. Bilimin, felsefenin yolunu kesti.

Felsefi düşüncenin ve düşünürlerin katli, Gazali ile başladı. Daha sonra gelen İbn Rüşd ise; Gazali’nin tutumunu eleştirdiyse de, yeterince destek bulamadı. İslam âleminde felsefe giderek kötürümleşti. Daha sonraki süreçte iman büyüdü, akıl küçüldü. Varılan sonuç için; Ortadoğu ve Türkiye’deki, dış görünüşü modern, kafaları 200 yıl geride kalmış topluma ve toplumdaki bağnazlığa bakmak yeter.

Din İle Felsefenin Mutsuz Evliliği

Felsefe ile Din; Felsefe ve Bilim ile Din ve Bilim arasında yaşanan gerilimli süreçleri hızla atlayarak şunu vurgulamayı gerekli görüyorum: Bilimler, felsefeden koparak bağımsızlaştılar. Çeşitli tikel bilimler ortaya çıktı.

Din ve Felsefe beraberliği gibi; Felsefe ve Bilim beraberliği de mutsuz bir evlilik gibiydi. Bu mutsuz evlilikler, sancılı bir süreçten sonra, kavgalı bir boşanmayla son buldu. Din; bir baba, Felsefe; bir oğul, Bilim ise bir torun gibi düşünülürse; kendini sanal dünyaya kaptırmış baba; gerçek yaşamı özleyen oğlu ve torununu sürekli baskı altında tutmaya çalıştı. Dinin baskısı nedeniyle, felsefe ve bilim, içlerinden dine karşı derin bir nefret duyuyorlardı. Felsefe ve bilim, bağımsızlığa kavuşup, belli bir olgunluğa geldikten sonra, dine saygı göstermediler. Çünkü uzun yıllar onun tarafından baskı altında tutulmuşlardı. Din; kendisine saygı göstermeyen felsefe ve bilime düşmanca davrandı ve davranmakta. Ancak zamanla, koşulların zorlamasıyla birlikte dinsel öğretiler, çıkarlarına uygun bir tarzda, bazı bilimlerle (Astronomi, Matematik, Mantık, Tıp vb.) uzlaşma yolunu da seçtiler.

Din ile Bilim arasındaki ilişki; inanç ve akıl ilişkisidir. Dinsel inanç ve Akıl birbirine karşıttır; dinsel inanç, akılcı-olmayan, irrasyonel bir şeydir. İnanç ve akıl; insan bilincinin iki farklı biçimi olarak birbiriyle uzlaşmaz niteliklere sahiptir. Felsefe, aklı, din ise inancı temel aldığı için, ‘İslam Felsefesi’ deyimi sorunludur. Olsa olsa, İslam dünyasındaki başarısız kalan felsefe girişimlerinden bahsedilebilir.

Dini ortaya çıkaran koşullar ile dinsel inancın kendisi konusunda şu söylenebilir: Dini ortaya çıkaran koşulları, akılcı bir şekilde açıklamak mümkündür; ama kutsal kitapların söylediklerinin akılcı bir açıklaması mümkün değildir. Çünkü irrasyonel inancın, rasyonel açıklaması yapılamaz. Örneğin, şeytanın, meleklerin varlığına inanmanın akılcı bir açıklaması olabilir mi? Bu nedenle, irrasyonel ve dogmatik bir bilinç biçimi olarak dinsel inançların kendisine akılcı bir yorum getirme çabası, saçmalığın ötesine gidemez.

Dinler, anlayamadıkları dünyaya fantastik yorumlar getirdiler. Kutsal kitaplar; insanlığın çocukluk döneminde, akılcılığın dogmatik biçiminin egemen olduğu, bugünkü anlamda akılcılığın henüz gelişmediği bir dönemde ortaya çıktılar; dogmatik inanca dayandıklarında, içsel bir tutarlıktan yoksundurlar. Dogmatik inançlara, akılcı açıklama getirilemez. Cennetteki Hurilerin veya Nurilerin, akılcı bir açıklaması mümkün değildir. Dinine sadık erkekleri cennette Huriler bekliyorsa, dinine sadık olan kadınları, neden Nuriler beklemesin?

İnanan birini ikna etmek zordur; hatta imkânsızdır; çünkü inançlar kanıtlara dayanmaz. Dinler, dünyayı anlayamayanların, inanmaya duydukları köklü ihtiyaca dayanır. Ama dogmatik akıl biçimi olarak dinsel inanç, dünyayı anlama yeteneğinde olamadığı için, bilimsel açıklamalara kapalı olduğu gibi, bilim ile çatışkı halindedir.

Din ve bilim; insan bilincinin birbiriyle uzlaşmayan iki biçimidir. İrrasyonel olmasına karşın, neden dinler, özellikle kitabı ve peygamberi olan dinler, bu kadar uzun yıllar insanlık üzerinde etkili olabilmiştir?

Çok önemli bir sorudur. Ancak, yazımızın çerçevesi dışında olan bir konudur. Ama yine de üç nedene dikkat çekmekle yetineceğim. Birincisi; Hegel’in ifade ettiği gibi, dinler insanlığın ilk ve en köklü düşünce biçimidir, bu nedenle insanlar üzerindeki etkisini, uzun bir dönem sürdürme gücüne sahiptir.

İkincisi; kutsal kitapları olan dinler, tabular yaratarak soru sormayı engelleyebildikleri için, kendilerini sorgulayacak eleştirel düşüncelerin önünü kesme suretiyle varlıklarını sürdürebilmektedirler. ‘Sorma! Sadece İnan ’ mantığı, düşünme yeteneğine köstek olmaktadır.

Üçüncüsü; kitaplı dinlerin, dinsel inançların sürmesi için, insanın günlük yaşamındaki pratiğinde uygulaması gereken kurallar (namaz, dua, zekât, dini bayramlar vb.), dinsel düşüncelerin sürüp gitmesini mümkün kılıyor. İlk peygamberler, sadece inanç düzeyinde kalan bir dinsel düşüncenin, bir başka deyişle; pratikleşmeyen inancın, uzun dönem varlığını sürdüremeyeceğini biliyorlardı. Bu nedenle pratik kurallar sayesinde, dinsel gelenekler (kurban, oruç vb.) devam edebilmektedirler. Dolayısıyla dinin, insanlık üzerindeki etkileri hayli uzun süreceğe benziyor.

Bilimin Dine Karşı Zaferi

İnancın karşısına akıl çıktıktan sonra; iki uzlaşmaz düşünce biçimi karşı karşıya geldi. Bu karşıtlık, bilim ile din arasında karşıtlık olarak kendini gösterdi. Bilim ile din arasındaki uzlaşma, karşıtlık ve savaşım günümüze kadar süregelmiştir. Ancak son 300 yıl içinde bilim, dinsel öğreti karşısında büyük bir zafer kazandı ve birçok alanda dinsel görüşlere darbe vurdu. Sadece şu 3 alandaki; ‘Astronomi, Evrim Teorisi, Tıp’ dinsel öğretileri çürüten bilimsel gelişmelere değinmekle yetineceğim.

  1. Astronomi: Doğa bilimleri alanında, ilahiyatçılığa karşı, ilk büyük darbeyi Kopernikus (1473-1543) vurdu. Güneşi değil de yerküresini merkez olarak gören ilahiyatçılığın Astronomideki egemenliğine son verdi. Güneşin yerküresi etrafında değil, yerküresinin Güneş etrafında döndüğü teorisi, Kepler ve Galilei gibi bilimciler tarafından daha sağlam temellere oturtuldu. Teleskopun; Galilei’nin başını derde soktuğu biliniyor.

  2. Evrim Teorisi: Darwin’in Evrim Teorisi ve özellikle Plantoloji (Gök Bilimi), Jeoloji (Yer Bilimi), Zooloji (Hayvan Bilimi) gibi alanlardaki yeni keşifler, ilahiyatçılığa sürekli darbeler indirdiler; Yaratılış Teorisi’ne son verdiler.

İlahiyatçı teoriye göre dünya, 6 günde yaratılmıştı. Hatta Protestan Hıristiyanlar, Başpiskopos Usber tarafından saptanan M.Ö 4004 yılını, dünyanın yaratılış tarihi olarak kabul ettiler. Ancak Cambridge Üniversitesi Rektör Yardımcısı Dr. Lightfoot; yaratılış yılını kabul etmekle yetinmez, yaratılış tarihinin tam gününü ve saatini de saptar. Ona göre Tanrı, M.Ö 4004 yılında, 23 Ekim günü saat 9’da insanı yaratmıştı.

Yazdıklarım şaka değil. Bu bilgileri, 1950’de edebiyat alanında Nobel Ödülü alan İngiliz filozofu, Bertrand Russell’in ‘Bilim ve Din’ başlıklı kitabında bulmak mümkün.

Plantoloji, yeryüzünün yaşının, 4,57 Milyar olduğunu ileri sürüyor. En Eski İnsanın (Homo sapiens) yaşının, yaklaşık 190.000 yıl olduğu bilimsel teknikler tarafından saptanmış durumda. Zooloji: Yaratılış Teorisi’nin iddialarından biri, Tufan sırasında Nuh’un gemisi, bütün hayvanları ve bitkileri içeriyordu. Zooloji biliminin bulgularına göre yeryüzünde 1,8 Milyon canlı (Hayvan, Bitki) çeşidi var. Eski çağda ise, bu kadar çok hayvan ve bitkiyi alabilecek bir geminin yapılması mümkün değildi.

  1. Tıp: İnsan bedeni ve hastalıkları konusunda, bir sürü kör inançla savaşmak zorunda kaldı insanlık. Örneğin hastalık; ya suç işleyen birinin Tanrı tarafından cezalandırılması, ya da çoğu kez olduğu gibi, Cinlerin işi sayılıyordu. Dolayısıyla; insanın içindeki Cinleri kovalamak gerektiği ileri sürülüyordu. Cinleri, sopalarla insandan kovmak gerekiyordu. Tıp, hastalıkların nedenlerini ortaya koyarak, bu alanda da ilahiyatçılığın krallığını büyük ölçüde devirdi. Büyük ölçüde diyorum; çünkü Cinlere vb. karşı okuyup üflemek, hâlâ bazı yerlerde varlığını sürdürebilmektedir.

Kısacası; bilimin dinsel öğretiler karşısındaki zaferi, insanı hurafelerden kurtarmıştır.

Bilim İle Dini Uzlaştırma Çabaları

Dinsel düşüncenin egemen olduğu bir çağda; akılcılık ve bilimin, kendisini yaşatabilmesi için, bazı alanlarda tavizler vermek durumunda kaldığı biliniyor. Günümüzde ise tersi bir durum söz konusudur: Din, varlığını koruyabilmek için, bilim ve akılcılık karşısında taviz vermeye zorlanmaktadır.

Örneğin Kuran’da; 120 Ayetten oluşan Sofra/Maide Sûresinin 38. Ayetinde şu yazılı: “Erkek hırsız ve kadın hırsızın yaptıklarına karşılık Allah tarafından ibret verici bir ceza olması için ellerini kesin. Allah güçlüdür, hâkimdir.“

Günümüz Türkiye’sinde, hırsızın elini kesmek mümkün olmadığından, bazı cambaz ilahiyatçılar, bu ayeti farklı yorumlamaya çalışarak; örneğin; ‘ayet, hırsızın elini kesin demiyor; hırsızın elini hırsızlıktan kesin demek istiyor’ gibi oportünist kıvırtmalara başvuruyorlar.

Din, eski gücünü kaybettiğinden; günümüzde, din ile bilimi uzlaştırma çabaları, daha sinsice yürütülmekte ve bu çabalar çeşitli biçimlere bürünmektedir. Bu çabalardan birisinin en etkin iddialarından biri şudur: Bilim, dünyayı açıklayabilir, ama insan ve toplum yaşamına anlam kazandıramaz. Bilim, insan yaşamına anlam katamadığı için, tek başına yetersizdir. Dolayısıyla dine açık kapı bırakan, “insan yaşamına anlam vermek için gereklidir“ iddiasının dayanak noktası şudur: Bilim, bilim olarak, hiçbir zaman niçin sorusunu, yaşamın anlamını sormadı ve soramaz. Bilimin, yaşamın anlamını sormadığı doğrudur; ama bundan ‘din yaşama anlam’ kazandırır, sonucu çıkarılamaz.

Dine sıcak yaklaşanlar açısından, bilim; Varlık’ın ve varlığın biçimlerinin amacını ve anlamını soruşturmaz; bu nedenle, bilim; gerçeğin temeli olduğu savını ileri süremez ve manevi alana uygulanamaz. Din ile bilimi uzlaştırmak isteyenlerin bir başka iddiası da şu: Bilimin, ‘değerler’, ‘ahlak’ , ‘iyi’, ‘vicdan’ konusunda söyleyecek bir şeyi yoktur. Dolayısıyla ‘değerler alanı’, ‘manevi alan’ vb. dinin konusunu oluştururlar.

Elbette dinler; geçmişte, yani insanlığın çocukluk döneminde, ‘öldürme’, ‘çalma’, ‘komşunu sev’ gibi söylemlerle, insanlığın ahlaki ve vicdani eğitiminde belirli bir rol oynadılar. Bu anlamda dinlerin geçmişte, insan yaşamına bir ‘anlam’ vermeye çalıştığı doğrudur. Ama dinin, daha sonra, egemen sınıfların hizmetine girerek, bugün itibariyle insan yaşamına anlam vermekten çok, insanları teselli ederek, oyalayarak boyunduruk altına alan bir ideoloji haline geldiği de inkâr edilemez bir gerçektir. Napolyon; “Din, yoksulların zenginleri öldürmelerini önler” demişti. Zaten eğer insanlar dünyayı anlarlarsa, egemenler varlıklarını sürdüremez.

Bilimin; insan yaşamına ‘anlam’ kazandıramadığı, anlamlı bir yaşam için dine gereksinim iddiası, ilk bakışta doğru görünür. Ancak üzerinde düşünüldüğünde; bu iddia, manevi alanın, değerlerin, yalnızca din aracılığıyla anlam kazanabileceğini ileri sürerken, insan yaşamına ‘anlam’ verebilecek diğer olanakları ve seçenekleri görmezden gelmekte ve gizlemektedir.

İnsan yaşamına ‘anlam’ vermek ne demek? Eğer Türkçe’de ‘anlam vermek’, hüküm vermek ve yorumlamak demekse, niye sadece din, anlam veren bir şey olarak görülüyor? Niye hümanist bir felsefe, adil ve eşitliğe dayanan bir toplum anlayışı, insan yaşamına anlam veremesin? Üstelik insanı ve aklı merkeze koyan toplumsalcı bir hümanizm, dinler gibi insanlığı bölen bir ideoloji de değildir.

Ayrıca, ‘adil’ olmayan bir yaşam, ‘anlamlı’ bir yaşam değildir. Yoksulu ‘zenginin’ sadakasına maruz bırakan, halkın çoğunluğunun yoksulluğunun nedeninin bazılarının zenginleşmesinden kaynaklandığını görmezden gelen bir dinin, ‘yaşamın anlamından’ bahsetmesi inandırıcı değildir.

Dinin, insanı ‘vicdan’ sahibi kıldığı iddiasına gelince; dinler ilk ortaya çıktığı dönemlerde, yamyam toplumları bir araya getirmek için, insanları insaflı ve vicdanlı yapmak gibi olumlu bir görevi geçmişte üstlenmiş olabilir. Ancak, bugün genel olarak; aklı merkeze koyan bir devlet anlayışının genel kabul gördüğü başka bir çağda yaşıyoruz. İnsanlar birey düzeyinde, istediği inanca göre yaşayabilir. Halkın dinsel duygularını zedelemek, geri tepen bir silah gibidir. Ancak bu dine taviz vermek, dini eleştirmemek anlamına gelmez. Bir başka deyişle, dinin siyasetin aracı olmasına karşı kararlı bir duruş önemlidir; ancak bu halkın dinsel duygularını incitmek gibi akılsız bir solculuğa götürmemeli.

Dine karşı en büyük eleştiri; öncelikle dinsel inancı, devletin ideolojik temelleri haline getirmeye çalışan anlayışın eleştirisidir. Dinsel inancı siyasileştirmek, onu devletin ideolojik harcı haline getirmek, devletin akılcı ilkelerini sarsar. Dolayısıyla; dinsel inancı, siyasal alanın dışına çıkarmak, dini depolitize etmek, yani dini siyasetin aracı olmaktan kurtarmak, insanlık için anlamlı bir yaşam olanağı sağlar.

Aynı şey milliyetçilik için de geçerlidir. Milliyetçiliği de depolitize etmeden siyasetin aracı olmasından kurtarmadan, toplumların belirli bir huzura kavuşması mümkün değildir. Elbette bireyler, milliyetçi olabilirler; sorun, devleti milli kimlikten kurtarmaktır.

Bu hedeflere, kolay ulaşılamayacağının bilincindeyim. Ama ‘iyi’ bir insanlık için, başka yol göremiyorum.

İnsanlığın eski dönemlerdeki kutsal kitaplara göre eğitimi, çoktandır gereksiz hale gelmiştir. Nur Sûresi’de yer alan ‘Zina eden erkeğe ve kadına 100 değnek vurun’ ayeti ve tartışmalı bir konu olan Recm (taşlayarak öldürmek) gibi çağdışı bir şey, çağımızda kabul görebilir mi?

İnsanı ‘vicdanlı’ ve ‘insaflı’ bir varlık haline getirmek, hümanist bir eğitimle mümkündür. Elbette insan ve doğa düşmanı olan kapitalizm, bütünüyle hümanist bir eğitimi olanaklı kılamaz; ama aşağıdan yükselen sosyal hareketlerin birbirleriyle dayanışmaları, hümanizmin güçlenmesine zemin oluşturabilir.

Bilim de din gibi, felsefe karşısında düşmanca bir tavır almıştır. Bu gün felsefe, bilim ve din arasına sıkışmış durumdadır. Dinin ‘iyi’ anlayışı, çağımızın sorunlarına cevap olmaktan uzaktır. Doğal bilimler ise; neyin insan için iyi bir şey olduğu sorusunu sormaz. Ayrıca sermayenin egemen olduğu çağda, hemen hemen bütün bilim biçimleri, sermayenin hizmetine sokulmuştur. İnsan için neyin ‘iyi’ olduğunun ortaya konulması, eleştirel olması gereken felsefeye düşen bir görevdir.

Sosyal hareketlerin gelişmesiyle, daha fazla ivme kazanması beklenilen eleştirel felsefe, neyin insan için iyi olduğunu ortaya koymaya çalışmalıdır.

Peki, iyi ne demektir?

Başta Antik Çağ filozofları tarafından ele alınan bu konu, zaten gereğinden fazla uzayan bu yazıyı zorlamamak açısından gelecek makalede ele alınacaktır.