Ulusal sorun veya kimlik sorunu etrafında dönüp dolaşan tüm siyasal hareketlerin veya devletlerin çabası, gerçek anlamda bir babanın çocuklarını kendine benzetme çabası gibidir.

Bir baba veya anne çocuklarını yetiştirme sürecinde çocuklarına kendi doğrularını aktarırken, doğru bir iş yaptıklarına inanırlar. Ahlak, terbiye, saygı, düşmanlık, sosyal olmak, dinsel ve mezhepsel inançlar ile gelenek ve göreneklerin tüm sınır ve çerçevelerinin çizilmesi önce aile içinde başlar. Aile içinde genellikle baba, kendine benzetmeyi başardığı çocukları varsa, bununla gururlanır. Yoksa çocuklarını yoldan çıkmış olarak görür. Devletler de böyledir. Hatta tüm siyasal ve dinsel örgütlenmeler için de bu örnek önemli oranda geçerlidir.

Herhangi bir coğrafyada siyasal örgütlenmesini tamamlamış ve toplumu yönetmede ihtiyaç duyduğu organlarını yaratmış bir devlet veya bir siyasal örgüt, ilk önce toplumu kendine benzetmek ister. Yani topluma kendi kimliğini aktarmaya başlar. Burda kullandığı malzemelerde aynı dil, aynı din, aynı kültür varsa, ikna etme işi kolay olur, taraftar bulması hızlı olur. Bunlar yoksa, ortaklaşan çıkarlar üzerinden, ortaklaşan dil ve kültüre ulaşılır. ABD, Kanada, Avustralya, Brezilya, Arjantin gibi ülkeler bunun en güzel örnekleridir.

Kimse İngiliz, Fransız, Alman veya İspanyol olarak doğmamıştır. Aslında hiç kimse şu ya da bu kimlik ile de doğmamıştır. Tüm insanlar ilk önce insan olarak doğmuştur. Daha sonra doğdukları coğrafyada önceden var olan dil, din, kültürel aktarımları sonucunda ya Türk olmuştur, ya Rus ya da Yunan vd olmuştur. Burda ortaya çıkan kimlik ırksal bir kimlik değildir. Sosyolojik bir aktarımdır. Ulusal kimlik denilen şey işte bu, bir önceki nesilden devranılan farklılıkların aynılaşan toplamıdır.

Afrikalı kölelerin Amerika'da ki torunları bugün kendilerine Amerikalıyım diyorsa, bu onların doğdukları coğrafyada gördükleri, dıydukları ve edindikleri tüm ilişki ve davranış biçimlerini Amerika'daki atalarından üstlendikleri aktarım yüzündendir. Aynı şey, diğer farklı göçmenlerin çocukları içinde geçerlidir. Burda söz konusu olan, doğuştan gelen ırk veya etnik temelli bir kimliğin olmayışıdır.

Farklı ırk ve etnisite üzerine geçmişte ve de günümüzde ortaya atılan tüm iddia ve tezlerin bugün hiç bir bilimsel dayanağı olmadığı artık kanıtlanmıştır. Tüm insanların her coğrafyada aynı kan gruplarına ve genetik olarak % 99 aynı genom haritasına sahip oldukları bilimsel olarak belgelenmiştir. Dolayısı ile geçmişte sözde “bilim adamı “ etiketi ile ırkçılığın teorisini yazan, çizen Antropologlar olsun, yazar çizerler olsun, biyolojiye yenilmişlerdir. Uydurdukları ırk teorisi de böylece çürümüştür. Ama bu çürümüş ırkçı tezlerin takipçileri giderek azalsa da gündemde kalmaya devam etmektedir.

Günümüz dünyasında hâlâ milliyetçilik ve ırkçılık yapan örgütler-partiler ile akımlar önemli oranda ilgi görmektedir. Siyasi arenada bunlar sadece Sağ örgüt ve Partilerde değil, Sol içinde de vardır. Sağ yapılardaki ırkçılık olarak gözüken şey, Sol da ulusalcılık olarak gündeme gelmektedir. İlginç olan her iki tarafta ki milliyetçilik de "Dil veya Din" üzerinden yapılmaktadır. Bizim dilimiz, bizim dinimiz, bizim manevi değerlerimiz, bizim kültürümüz… “ gibisinden gerekçeler sıralanırken sonuçta aynı noktada buluşmaları. Oysa bunların pratik de ayrı bir ırk ve etnisite olmakla hiç bir ilgisi yok. “Dilimiz yok olursa, biz de yok oluruz “ veya "Dilimiz unutulursa hepimiz yok oluruz" iddiası koca bir yalan ve korkutmacadır. 

Latince yok oldu. Ama İtalyanlar, İspanyollar, Fransızlar yok olmadı. Olan tek şey, adı geçen coğrafyalarda Latince’nin, İtalyancaya, Fransızcaya, İspanyolcaya, Portekizceye dönüşmedinden başka bir şey değildi. Farklı dillerin yaşaması ve korunması elbette bir insanlık tarihi’nin hazinesi. Ama kimi dillerin ölmesi veya yaşaması belli bir coğrafyada ekonomik ve siyasal alanda öne çıkan egemenlikle ilgili.

Latin Amerika'da hakim dil İspanyolca. Ama halklarının çoğu İspanyol kökenli değil. Şimdi burda unutulmuş Maya, İnka, Aztek dillerini konuşan halklar yok mu oldu? Hayır. O zaman “ Dilimiz yok olursa, biz de yok oluruz.“ iddiası da doğru değil. Burda karşı çıkılması gereken tek şey varsa o da, farklı bir dil veya kültüre yapılan baskıdır. O da “Ulusal bir sorun “ olduğu için değil, insanlık tarihine ait bir hazine olduğu için.

Kendime ait basit bir örnekle bağlayacak olursam; kızımın babası Türk annesi Alman, ismi de Kürtçeden gelir. Konştuğu dil ise, Almanca. Türkçesi yok gibi. Şimdi ben kızımı Türkçe konuşmuyor diye yok sayabilir miyim? Hayır. Türkçe öğreneceksin diye baskı kursam ne olurdu? Hem milliyetçi olurum hem de zorba. Bir işe yarar mı? Yaramaz. Kaldı ki, ben kızımla Almanca anlaşabiliyorsam, Almancaya düşman olmam için bir neden olabilir mi? Benim için olamaz. Peki kızım Türkçe öğrense daha iyi olmaz mıydı? Daha iyi olurdu tabi. Oğlum, Türkçeyi kendi isteği ile öğrendi mesela. Türkiye ye izin için gittiğinde zorlanmadan diyalog kurabiliyor. Burda Türkçe’nin tek katkısı diyalog kurmada ve anlamada ortaya çıkıyor.

Kısacası farklı dil bilmek hem zenginlik hem de bir avantaj. Ama bilmemek dünyanın sonu değildir.

Önemli olan insan kalabilmek. Çocuklarını kendine benzeten baba veya halkı kendine benzetmeyi dayatan bir devlet olmak savunulamaz. Bunun yerine özgür bir ülke, özgür bir dünya olsun diyorum.