13 Nisan Cuma gününü 14 Nisan Cumartesine bağlayan gece ne oldu? 3. dünya savaşının başladığını söyleyebilir miyiz? Yok. Daha değil…

Yoksa bizim için zaten süren bir savaş var da, orada tıkanan diplomasi ufak bi kısa devre mi yaptı? Bu kısa devre yüzünden mi ABD İngiltere ve Fransa´nın da desteğini alarak Suriye´yi bombaladı?

Her iki tespit(?) hakkında da uzun uzun değerlendirme yapilabilir. Ancak birbirine zıt gibi görünen bu iki tespitle ilgili yapacağımız değerlendirmeler ne olursa olsun, var olan esas-durum bundan çok etkilenmez. Esas-durum dediğimiz başta Suriye olmak üzere Ortadoğu coğrafyası üzerinde yaşayan kadim halkların hayat alanlarının ve dolayısıyla yaşama haklarının ellerinden alınmış olması. Yani özcesi politik arenadaki „güçler dengesizliği“´nin halklara reva gördüğü katliam // talan // zulüm // ölüm ve sürgün... Buna antik çağdan beri bildiğimiz, zamanı ve mekanı olmayan bir tiyatro oyunu da diyebiliriz. Ancak şimdi haberleri izlerken beni maşgul eden soru şu:

Halklar bu zamanı ve mekanı olmayan tiyatro oyununu dün olduğu gibi bugün de yan figüranları olmak zorunda mı? Yoksa „Artık Yeter!“ deyip baş rolü kapacak yeteneğe sahip olacaklar mı?

Suriyeli kadın ve İngiltere Başbakanı Theresa May

Ana haber bülteni izlerken iki kere denk geldiği için dikkatimi çekti. Suriye´de saldırının hemen ardından düzenlenen gösterilerde kendisine mikrofon uzatılan bir kadın dedi ki;

Bizi korkutmak istiyorlar, ama korkmuyoruz. Bundan daha kötüsünü de gördük.“

Şaka değil bu. Abartı, içi boşaltılmış, herhangi bir hamaset söylemi de değil. „Korkmuyoruz!“ derken aslında kadın kuşaklar boyunca yaşanan tarihsel bir travmayı dile getiriyor. Mesaj açıkça meydan okuma olsa da, başka bir açıdan bakıldığında biriken korkunun cesarete dönüşme hali olarak da görülebilir. En azından bana öyle göründü…!!!

Suriyeli kadının konuşmasından sonra ekrana İngiltere başbakanı Theresa May yansıdı. Kendisi için hazırlanan kürsüye doğru yürüdü, mikrofana yaklaştı ve muhtemelen basına kapalı toplantılarda alınan kararlardan sonra kendisine dikte edilen şu cümleleri sıraladı.

"Bu saldırı kimseyi şaşırtmamalıdır. Suriye rejiminin kendi halkına karşı en korkunç ve menfur şekilde kimyasal silah kullanma sicili var. Bu kalıcı davranış kalıbı durdurulmalıdır. Bu sadece Suriye'deki masum insanları korkunç ölüm ve yaralanmalardan korumak için değil, ayrıca bu silahların kullanımını engelleyen uluslararası normun aşındırılmasına izin veremeyeceğimiz için de gereklidir.“(cev. NTV)

Şimdi bu sahnede net olarak savaşın sadece iki ana tarafı olduğu ortaya çıkıyor. Sıradan vatandaşlar ve devlet aygıtını temsil eden politikacılar.

Adını bile bilmediğimiz Suriyeli kadın tamamen spontan kendi gerçeğini yani „Esas-Durum“´u dile getirirken, İngiltere Başbakanı May temsil ettiği hükümetin aldığı kararı, -üstelik doğru olmayan bir bilgiyle gerekçelendirerek- basına duyuruyor.

Birine mikrofon bir kaç saniyeliğine herhangi bir savaş muhabiri tarafından, -o da zorla uzatılırken, diğerinin mikrofonu dünyanın en büyük gazetelerinin en yetkin gazetecileri davet edilerek çoktan hazırlanmış bile.

Bu kontrast savaştaki tarafların „fırsat eşit(siz)liğinin“ farkedilmesi bakımından dikkat edilmesi gereken bir sahne bence. Sahnenin içeriksel düzlemine bakacak olursak:

Bi kere sözü edilen 7 Nisan´da kimyasal silah kullanıldığıyla ilgili somut bir delil olmadığına dair haberler var. Bu haberler İngiltere başbakanı May´ın da yaptığı gibi görmezden geliniyor. Kaldı ki somut delil olsa bile(çünkü minareyi çalan kılıfını da zaten uydurur); „Buna rağmen Suriye´nin bombalanması gerekir miydi?“ sorusu akla takılıyor.

Trump´ın Gözyaşları ve kimyasal silaha karşı bomba

Daha iktidara gelmeden önce yabancı düşmanlığı ve kadınlara karşı aşağılayıcı ifadeleriyle tanıdığımız ABD Başkanı Trump´ın Suriye´ye saldırı emrini verdiği gece yaptığı konuşma çok ilginçti. Kendisine yabancı bir beden dili, ses tonu ve kelime seçimiyle duygusal bir konuşma yapan Trump, Suriyeli kadın ve çocukların „kimyasal silahla öldürülmesini engellemek“ için Suriye´yi bombalama emri verdiğini açıkladı. Son derece absürd olan bu gerekçelendirme kara mizah etkisi sağlayacak bir niteliğe sahip. Nitekim silahın silahla „engellenmesi“ demek, daha çok silah ve daha çok şiddet anlamına gelmekte. Öyle değil mi? Yanılıyor da olabilirim(!?)...

Yine saldırıdan kısa bir süre sonra İngiltere´de canlı yayına bağlanarak fikrini açıklayan bir askeri yetkilinin yorum yaparken, „Suriye kendi halkına karşı neden kimyasal silah kullansın?!“ demesi üzerine konuşmasının engellmesi de, bu absürd savaş komedisinin sadece ABD´de değil, aynızamanda Avrupa ülkelerinde de oynadığının ispatı. Ancak aynı olayda dikkat çeken ikinci şey; politikacıların yalanına medyanın da ortak olması. Yani bir çocuğun bile rahatlıkla farkedebileceği gerçek hem kamera önünde hem de arkasında manipule ve suistimal edilmekte. Peki neden?

Kamera Önünde Dökülen İnciler

Diplomatik dilden halk diline çevirecek olursak, gerek ABD Başkanı Trump, gerekse Fransa devlet başkanı Macron konuşmalarında Suriye´ye ayar çektiklerini, Rusya´nın da bunu bilip ona göre hareket etmesi gerektiğini söylediler. Bu tabi ki bir tehditti. Almanya başbakanı Merkel de tüm bu girişimlere(tehditlere) „angemessen“ yani „Pek bi uygundur(!) Tabi, elbette... Hem onayımız hem de iznimiz vardır. Ama müsadenizle biz şimdilik silahlı müdahaleye karışmayalım.“ diye karşılık verdi.

Kullanılan diplomatik dil yukarda olduğu gibi halk diline çevrilse de, aslında sıradan halka hitap eden bir tarafı yok. Zaten o yüzden de anlamak mümkün değil. Çünkü politikacılar demeçlerinde hiçbir zaman Esas-Durum hakkında tam bilgi ver(e)mezler. Eğer Esas-Durum hakkında tam bilgi verirlerse çıkarlarını temsil ettikleri ekonomik iktidar güçlerini teşhir etmiş olurlar. Ki bu da -elbette- istenmeyen bir şeydir.

Yani tecrübeli „iyi“ politikacılar neyi-nerede-nasıl-nereye kadar söylemeleri gerektiğini de bilmek zorundadır. Bu söylenenler demeç adı altında „inci“ olarak halk(lar)a sunulur. İşte basın ve yayın kuruluşlarının dinledikleri ve yayınlayıp yorumladıkları sözde „gerçekler“ -bana göre, sadece hakim olan-gör(e)mediğimiz güçlerin bilmemizde sakınca görmedikleri bilgilerden(incilerden) ibarettir. Bu yüzden Esas-Durum´u anlamak için haberleri takip ederken verilen bilgiden çok, verilmeyen bilginin ne olduğuna dikkat etmek gerek.

Gizli kalan haberler ve halkın esas gündemi

Dünya gündemini meşgul eden önemli haberleri dikkatli takip ettiğinizde verilen bilgilerin sınırlı, ancak bilgilerle ilgili spekülasyonlarlarınsa sınırsız olduğunu farkedebilirsiniz. Hatta spekülasyonlar çoğu zaman öyle iddialıdır ki, bilgiye dayalı gerçek haberlerin önüne çıkar, insan algısına daha çok hitap eder ve uzun süre akıllarda kalır.

Özellikle internetin her eve, hatta her cebe girdiğini de düşünecek olursak, her an korkunç bir bilgi kirliliğiyle karşı karşıyayız. Öyle ki doğru bilgiye ulaşabilmek için kesinlikle çaba göstermek, seçici davranmak ve haberlere eleştirel yaklaşmak zorundayız. Yani her okuduğumuzun, dinlediğimizin ya da izlediğimizin doğru ol(a)mayacağını bilmek gerek.

Haber takip ederken önemli olan ikinci bir şey de; kendi gündemimizi belirleyebilmek. En son savaş haberlerinde de dikkatimi çeken şey; muhalif -başka bir deyişle „halktan yana“ olan basın ve yayın kuruluşlarının da politik demeçlere göre program ve haber konseptleri belirlemeleri oldu. Oysa gerek TC´nin Afrin´e girmesi, gerek ABD´nin Suriye´ye saldırmasıyla ilgili politik demeçler kadar önemli başka bir şey de; savaş kosullarında halkın durumu. Yukarda bahsettiğim Suriyeli kadın ve Theresa May´ın arasındaki kontrast dünya üzerindeki gerçeği görmemize yetiyor aslında. Muhalif kesimin bu eşitsizlik içerisinde halkın doğru haber almasını, onun daha çok bilinçlenmesini ve hareket yeteneği kazanmasını sağlayan bir işleve sahip olması gerektiği düşüncesindeyim.

Özetle bizim olmayan bir savaşta katil ya da kurban olmak istemiyorsak, kendi gündemimizi kendi çıkarlarımız ve ilgilerimiz doğrultusunda yaratmak zorundayız.

Mesela bence savaşa karşı; sınırları kaldıran ve halkları biraraya getiren uluslararası barış insiyatiflerinin örgütlenmesi bu gündemlerden biri olabilir. Nitekim devlet temsilcileri en çok „vatan sınırları“ bahanesiyle halkları karşı karşıya getirip kendi kirli çıkarları için katliamlara sebep oluyorlar. Ancak aynı devletler -sular durulduktan sonra „sınır tanımadıkları” ekonomik anlaşmalar yapabiliyorlar.

Onların bu savaş oyunlarını bozmak barış insiyatifleriyle mümkün olamaz mı? Siz ne dersiniz?

Soné Gülyan

Köln, 17.04.2018