Hıristiyan Demokrat Birlik partisi CDU’nun Federal Meclis Grubu başkanlığına, bu görevi yıllardır yürüten ve Merkel’in sağ kolu olarak anılan Volker Kauder yerine, yardımcısı Ralph Brinkhaus’un seçilmesi – hem de 7 oy farkla –, Merkel’in yenilgisi olarak değerlendiriliyor. Muhalefet partileri bunu fırsat görüp, “Merkel güvenoyuna gitmelidir” taleplerini yükseltirlerken, sermayenin amiral gemisi FAZ gazetesi olayın vahametinin üstünü örtmeye çalışıyor: “Devlet partisinde siyasi kaza”.

Sahiden bir kaza mı oldu, seçilmemesi Kauder’in “diktatörce yönetiminin” bir sonucu mu, yoksa Merkel’in ordularını bir arada tutan en önemli yardımcısının kendi partisinin güvenini kaybetmesinin ardında daha derin bir anlam mı yatıyor?

Parti yöneticilerinin ve FAZ başta olmak üzere, tüm burjuva basınının görev değişikliğinin “istenmeden meydana gelen bir kaza” sonucu olduğunu telkin etmeye çalışmaları, bu işin sıradan bir görev değişikliği olmadığına, aksine Alman emperyalizminin çoklu kriz ortamından bir türlü kurtulamadığına işaret ediyor. Çoklu kriz ortamının detaylarını telgraf stilinde sıralarsak, şöylesi bir resimle karşılaşırız:

Ciddiye alınması gereken uzman ekonomistlerin görüşlerine göre, Almanya ekonomisi her ne kadar güç kaybetmemiş de olsa, 2007-2008 krizinin devam eden etkilerini hissediyor. Tılsımını kaybeden neoliberalizmin kitleler üzerindeki inandırıcılığı giderek azalıyor.

Almanya’da genel olarak zenginliğin artmasına, resmi işsizlik oranlarının “tam istihdam” sayılacak oranlara gerilemesine ve Avrupa ortalamasında gelir düzeyinin hayli yüksek olmasına rağmen, Alman toplumundaki hoşnutsuzluk artarak devam ediyor. AB’ye ve AB kurumlarına yönelik güvensizlik had safhada. “Siyaset sınıfı” olarak nitelendirilen yönetici elitler güven sıralamasında listenin hep daha alt sıralarına kayıyor. Yapılan anketler, ortalama Alman vatandaşının geleceği hakkında giderek daha umutsuz olduğunu gösteriyor.

Elbette bunlar aniden ve bugün ortaya çıkmış olan olgular değil. Federal Parlamento seçimlerinde “kitle partileri” CDU/CSU’nun ve SPD’nin oy oranlarının dramatik biçimde düşmesi, Federal Hükümetin sancılı kuruluş süreci, ırkçı-faşist AfD’nin güçlenerek bugün Almanya’nın ikinci büyük partisi hâline gelmesi, Federal Hükümetin gündelik işlerde (Anayasayı Koruma Teşkilatı başkanı Maaßen olayında olduğu gibi) peş peşe beceriksizlikler sergilemesi, CDU ve CSU arasında tükenmek bilmeyen gerilimler, hükümet koalisyonunun ihtilafları ve daha nicesi… Tüm bunlar, Avrupa’nın patronu ve dünya ihracat şampiyonu olan, küresel düzen gücü olma hayalleri peşinde koşan Alman emperyalizminin ciddi bir yönetim krizi içinde bocaladığını göstermektedir. Yönetim krizine neden olan ise, toplumsal hoşnutsuzluğun sonucu oluşan güven krizidir.

Bu çoklu kriz ortamının parlamentolarda ırkçı-faşist AfD partisine ve sokaklarda faşist hareketlere yarıyor olmasının ana sorumlusu ise egemen sınıfların krizlerini derinleştirmeye yanaşmayan, giderek sertleşen sınıf çelişkilerini sınıf mücadelesini yükseltmek için kullanmayan ve halkın dilinden konuşmayı unutmuş olan Almanya toplumsal ve siyasi solunun artık gına getiren reformizmidir.