İşte o açıklama:

Biz Dün Soçhi, Suruç ve Ankara’ydık. Bugün Cizre’yiz!

Ne zaman televizyonda bir ‘Ortadoğu’ haberi geçse, alışılagelmiş çatışmaların, ölen çocukların, yüzyıllardır ezilen, sömürülen, katledilen insanların varolduğunu sıradan ve olağan bir şekilde anımsıyoruz. Peki ya bugün Cizre’de, Sur’da veya Nusaybin’de yaşananların Ortadoğu’dan ne farkı var?

Ne tarafta olursak olalım, toz bulutu kalktığında, ülkemizde de insanlığın tekrar tekrar ‘öldürüldüğünü’ görebiliyoruz. Evladının ölü bedenini taşıyan anaların gözyaşlarıyla sulanan topraklarımızın, Ortadoğu’daki kirli hesaplaşmanın bir parçası haline geldiğini de..  


“Savaş İstemiyoruz! Çocukları Öldürmenizi İstemiyoruz! Girişimi”
 raporunu açıkladı. Rapora göre, Temmuz-Kasım 2015 ayları arasında Diyarbakır, Şırnak, Ağrı, İstanbul, Mardin, Van, Ankara, Hakkâri ve Adana illerinde en küçüğü 35 günlük bebek olmak üzere en az 44 çocuk hayatını kaybetti. En az 52 çocuk da yaralandı. Çocukların ölüm ve yaralanma sebepleri ise şöyle: Operasyon, çatışma ve gösteriler sırasında, bomba veya sivil alanlarda bulunan mühimmatın patlaması, hastaneye götürülemediği için, sokağa çıkma yasağı sırasında parkta veya evinin önünde oynarken, eve isabet eden kurşun veya patlayıcı ile vurularak, polisten kaçarken düşerek, polis tarafından dövülerek..

Bölgede “hendeklerin kapatılması, barikatların kaldırılması” 
için başlatılan operasyonlar kapsamında ilan edilen sokağa çıkma yasağı devam ederken, pek çok noktadan şiddetli patlama ve silah sesleri geliyor, ilçe merkezlerinden dumanlar yükseliyor. Sokak aralarındaki barikatlara tanklarla atış yapılırken, çatışmaların yoğunlaştığı mahallelerde oturanların evlerinin bodrum katlarına sığındığı biliniyor. Halk gıda ve temel ihtiyaç sıkıntısı yaşıyor, çok sayıda binanın hasar gördüğü belirtiliyor…

Bu yaşananların bütününe baktığımızda temelde aynı gerekçe var; bilinçli olarak yürütülen ‘’şiddet ve savaş siyaseti’’. 7 Haziran’dan beri çoğalarak, Suruç’da ve Ankara’da katlederek, katlettirerek devam eden ‘şiddet’; bugün Sur, Cizre ve Nusaybin’den besleniyor.

1 Kasım öncesi “huzur ve istikrarı” kendisiyle özdeşleştirerek oy isteyen iktidar, tüm ülkeyi belirsizliğe sürüklüyor. Davutoğlu’nun “sokak sokak, ev ev temizleme”, “süpürme” gibi tanımlarını, savaş medyası jelatinleyerek sunuyor. Tanklarla, tomalarla kentlere girerek çoluk çocuk demeden öldüren, tüm ülke 'ibret alsın' diye devletin "gücü"nü gösteren ve en küçük insani bir karşı duruşu bile “hainlikle” eşitleyen iktidar, herhangi bir uluslararası yaptırımla da karşılaşmıyor. Kürsülerde “vatan millet” nutku çekenler çocuklarına ‘çürük raporu’ alırken, yoksul ailelerin 20’li yaşlarda asker çocukları ardı ardına can veriyor.

İnsanlık sustukça, ölen her bir kişi her gün basit bir rakama dönüşüyor!

Bizleri kaygılandıran diğer bir nokta ise, ‘devlet’ düzeyinde hakim olan, diline ve eylemine yansıyan bu şiddetin meşrulaşması ve halk bazında normalleşmesidir. Bu şiddetin savunuculuğunu yapmak, kardeşliğimize nefret bulaşmasına neden oluyor. Ayrışmak ne bir karış toprağı kurtaracak ne de barışı tayin edecektir. Barış ve demokrasi, tanklarla ve toplarla değil, ancak direnenlerin, ezilenlerin ‘kardeşliği’ ile gerçekleşebilir.

Sürgünün ve zulmün çocukları olarak,
 kandan beslenen siyaseti, çocuk katledebilen ve buna rahatlıkla gerekçe bulabilen anlayışı şiddetle kınıyoruz. Bütün ölen insanların ve ölen“insanlığın” ardından yapılan her ‘ışıltılı’ açıklama, hükümsüzdür. Halka yönelmiş silahlar susmadıkça, hiç bir gerekçeyi meşru saymayacak ve bu kan siyasetinin ortağı olmayacağız.

Biz dün Suruç ve Ankara’ydık. Bugün Cizre’yiz. Nusaybin ve Sur’uz! Bombalarla harap edilmiş bir okulun içinde, “kalemi kırılmış’’ bir çocuğun soğuk bedeniyiz. Bir annenin karnında vurulmuş bir bebeğiz.  

Daha önce Soçhi idik. Elbruz idik.
 O zaman da muktedirler istedi diye vurulmuştuk. Belki toprağın üstünde yatıyorduk yüzükoyun, belki gözleri yaşlı annemizin kolları arasındaydık. Yıkıcı etkisi hala sürmekte olan o sürgün yolunda bizi nasıl bırakırdı denize? Bizi göğsüne, bizsizliğin acısını da yüreğinin en derinine gömmüştü. Bugün Cizreli analar, babalar nereye gömecekler acılarını, korkularını, geleceklerini, hayallerini, çocuklarını? Duyun bu sesi duyun, bombalar yağıyor o şehre. Taranıyor evler makinelerle. Belki ‘Cizre olmayan’ her yerde umarsız yaşıyoruz. Oysa belki Çerkes, belki Kürt, belki Türk’üz ama hepimiz insanız. İnsanlığımız yitirilsin diye yapılan onca şeye rağmen yüreğinizde hissediniz bu acıyı. Bırakınız ‘bir karış vatan toprağı’ nidalarını, toprağın üstü insansızlaştırılırken. Ortak acıyı, Cizre için de hissedin. Bir arada kardeşçe yaşamın teminatı, işte o histir.

Yakışmıyor bize korkarak yaşamak. “Adigelik insanlıktır”“Candan önce onur gelir”ifadelerini şiar edinen, vedalaşırken bile “Özgür kal” diyen onurlu Kuzey Kafkasya halklarının gençleri olarak, insana sesleniyoruz; artık ölmeyelim, insanlık ölmesin.. Bir arada kardeşçe ve eşitçe yaşamı savunmak zor da değil, suç da değil!.. 

Son sözü,
 Suruç katliamında can veren kardeşimiz Nartan’a bırakıyoruz: